Sınanma

4942 Words
Boğazıma koca bir yumru oturdu, yutkunamadım. Karşımda Yazgan Aspar vardı ve eğer hayal görmüyorsam söylemesi için ölebileceğim sözleri fısıldıyordu. “İlter’i gebertmek istiyorum, elimde olsa yapacağım ilk şey onun kanını kaynatarak buharlaştırmak olurdu!” Öfkesi, kıskançlığı ile harmanlanmıştı. Bunu kara gözlerinin her zerresinde görebiliyordum. “Bu seni daha fazla riske atar, zaten benim yüzümden müthiş bir riskin içerisindesin...” derken baş parmağını alt dudağımda gezdirerek susmama neden oldu. “Şşt...” dedi beni öldürmesi için çığlık attıracak cinsten bir sesle! “Bunun için hiçbir zaman pişman olmayacağım!” Bakışlarımdaki korku yumuşadı. Yakışıklı yüzüne minnetle baktım bir süre. “Bölüyorum ama,” diyerek araya giren kişi ile birlikte ikimizde irkildik. “Kaybol, Yançı!” derken öfkeden artık gözü dönmüştü Yazgan’ın. “Babam çağırıyor, ben Ebren’in yanından bir an bile ayrılmayacağım ama Aspar Soylu Kanı varisi ve Obar Liman yöneticisi olarak artık davete dönmek zorundasın!” dedi bizi gerçek dünyaya döndürmek ister gibi., “Kahretsin!” diye tıslarken büyük bir açlıkla dudaklarıma bakmaya devam ediyordu. “Seninle dans etmek isterdim, Siyayushchaya zvezda...” “Uzun zamandır bu tarz davetlerde dans etmemeyi tercih ediyorum.” Sözleri aklıma geldiğinde söylediğinin ne kadar anlamlı olduğunun farkına vardım. Dudaklarımda küçük bir tebessüm peyda oldu. O hızla yanımızdan uzaklaşırken ceketini bile veremedim. Yançı ile göz göze geldiğimiz an bana öyle bir gülümsedi ki tüm yüzümün kıpkırmızı olduğuna yemin edebilirdim! “Benden mi utanıyorsun, Ebren?” dedi bu seferde halime karşılık. “Ben senin en büyük sırdaşınım artık!” Sözlerine gülümsedim. Bana doğru uzattığı kola girerek yeniden salona döndüm. Aslında onun koluna da girmemem gerekirdi ama az önce İlter’in kolundaydım. Bu dikkatlerini çekebilecek kadar büyük bir sansasyonel değildi artık! Davet gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam etti. Bir ara Tela, ben ve Yançı’nın yanına gelerek benimle sohbet etti. Aşırı ince bir kadındı, ona hayran kalmamak imkânsızdı. Ailesinin ve prensin bana karşı ilgisinden nefret etmiş olan Kutan Aspar’ın gözü sürekli üstümdeydi. Oklarını bana çevirmesi an meselesiydi! Yançı, çok kısa bir işinin olduğunu söyleyerek yanımdan ayrıldı. Köşede, kimsenin dikkatini çekmemeye çalışarak elimdeki bardakla oynuyordum. Onu çevirerek içindeki sıvının dönmesini sağlamaktı tüm amacım o an. Bakışlarım, üstümde hissettiğim bakışların ağırlığı ile kalkıp tam karşımdaki kadına çarptı. Az önce prenses olduğunu öğrendiğim kadın ile göz göze geldiğimde nefesim kesildi. Hayretle ona bakakaldım sonrasında ise kendimi toparlayıp reverans yaptım. “Balonun başından beri düşünüp durmaktansa sana sormamın daha kolay olacağını düşündüm,” diyerek söze girdi. “Tüm Aspar Ailesinin ve dahi kardeşimin dikkatini çekebilecek ne gibi bir meziyetin olduğunu merak ediyorum.” Yançı’ya bu salonda bulunan herkesi ve genel özellerini bana anlattığı için minnettardım. Prensesin genelde insanları hipnoz eden bir ses tonu ile konuştuğunu söylemişti. Sanırım bağışık olduğum için bana etkisi yoktu. “Böyle düşünmeniz bir onurdur, majesteleri.” Derken bakışlarımı yerden kaldırıp bile isteye gözlerine çevirdim. “Ama özel bir yetenek değil bu. Soylu Kan Yazgan’ın asistanıyım, prensimizle de bu nedenden dolayı tanışıyoruz. Bu kalede kalıyorum, Aspar Ailesi ile tanışıklığımız da buradan geliyor.” Bakışlarımı yere indirdim çabucak. Bu yüzden tepkisini göremedim. “Anlıyorum, Ebren… Ebren’di değil mi?” “Evet, majesteleri.” Dedim dümdüz bir sesle. “Ailen nerede yoksa bir yetim misin, Ebren?” diye sordu iğneleyici bir tonla. İnsanları acılarıyla vurmayı seviyor olmalıydı. “Ailem Otrar’da.” Derken sesim sert çıktı. “Peki nasıl oldu da basit bir Eski Kan olarak Aspar Soylu Kanı varisinin asistanı olabildin, Ebren?” Sorusu ile içimde bir ateş parlamaya başladı. Tenimin altındaki uyuşukluk ile derin bir nefes aldım. Onu kızartmak istiyordum! “Sakin ol!” diye fısıldadı Pekin zihnime. “Sakın böyle bir aptallık yapma!” Aptal sensin... “Majesteleri,” diyen sesi işittiğim an derin bir nefes aldım. Elinin birini hafifçe belime sahiplenici bir biçimde yerleştirip beni kendine doğru çekmesi ile şoke oldum! “Bir sorun mu vardı?” Bakışlarımı yerden kaldırmadım. Yazgan’ın bu hareketine verdiği tepkiyi görmeme gerek yoktu. Şaşkına döndüğüne emindim! “Hayır, asistanınla tanışmak istedim.” Dedi usulca kadın. “Annem de sizi arıyordu...” “Ah, tabi...” diyerek yanımızdan uzaklaştı usulca. Dehşetle başımı kaldırıp Yazgan’a döndüm. “Yaptığın şey çok tehlikeli!” diye mırıldandım. “Bir Eski Kan ile ilişkin olduğunu düşünür ise başın derde girer!” “Umurumda değil!” dedi usulca. Bazen onu anlamakta zorlanıyordum fakat bugün apaçıktı. Yaptığı her hareket ile bana verdiği mesaj aleniydi! Çok hoşuma gittiğini itiraf etmeliydim! “Ama bu riskli olduğu gerçeğini değiştirmiyor…” diye mırıldandım. “Umurumda değil, Siyayushchaya zvezda...” (Parlayan Yıldız) “Hiçbir şey yapamaz o!” *** Davetlilerin çoğu malikaneyi terk etse de prens ve prenses birkaç gün daha kalacağını bildirdi. İlter’in peşimde olduğunu biliyordum. Bir şekilde beni kışkırtarak potansiyelimi test edecekti. Ona hiçbir koşulda fırsat vermemeli ve daima ondan uzak durmalıydım, bunun farkındaydım. Onun varlığı beni fazlasıyla rahatsız ediyordu ama gözden uzak durmak konusunda fazlasıyla yetenekliydim. O gün yemek yemek için bile odamdan çıkmadım. Koridorlardan herhangi birinde onunla karşılaşma riskini alamazdım. Baş başa kalma ihtimali bile beni korkudan deliye döndürebiliyordu. Yazgan, birkaç günlük sürede işe gitmeyeceğinin haberini bir uşakta bana ilettiğinde mutluluktan havalara uçtum. Bu benim de gitmeme gerek olmadığı anlamına geliyordu. Akşam yemeğinden sonra ailemle uzun bir görüşme yaptık. Ardından kendimi tüm gün olduğu gibi yine kitaplara gömdüm. Hava çoktan kararmıştı. Pençelerimi açıp serin havayla doldurdum odamı. İlk baharı karşılayan bir hava vardı. Bu mevsimi çok seviyordum. Kitabıma daldığım esnada kapımın tıklatıldığını duyduğumda irkildim. Kim benim odama gelirdi ki? Ayda ile kahvaltımı odama getirdiğinde konuşmuştuk zaten yeniden onun geleceğini zannetmiyordum. “Gir,” dedim usulca. Kapının kolu usulca aşağıya indirildi. Ardından yavaş yavaş açıldı. Gözlerim merakla gelenin kim olduğunu görmeyi bekliyordu. Başını usulca içeri uzatanı gördüğümde nefesim kesildi. Kara irislerini gözlerime dikip dikkatle bana baktı. Ardından çapkın bir şekilde sırıttı. “Kimi bekliyordun,” dedi ima dolu bir sesle. Yatağımda dikelip bağdaş kurarak oturdum ve ona somurttum. “Seni değil,” dedim alayla. Alınmış gibi rol kesti, Yançı. Ardından hızlıca odama girip kapıyı kapattı. “Abim maalesef ki şımarık prens ve prensesin peşinden koşturmakla meşgul.” Dedi ağzındaki baklayı çıkartarak. “Prensesle evlenmesi beklenen bir Soylu Kan olduğundan…” Sözlerinin devamını işitmedim. Duyduklarım tüylerimin diken diken olmasına neden oldu. Tenimin altında uğursuz bir uyuşma hissettim. Gözlerim dehşetle Yançı’ya odaklıydı. “Elbette resmi bir şey yok, Ebren!” dedi endişe dolu bir sesle. Odaya giren ilk baharın habercisi serin hava gittikçe şiddetini artıran bir fırtınaya dönüştü. Perdeler insafı olmayan rüzgârın şiddetinde uçuşurken odanın havası giderek soğudu. “Sakin ol!” dedi ardından Yançı. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Sakin olmalıydım, evet! “Tilun asla böyle bir evliliği onaylamaz zaten zeki erkeklerin etrafında dolaşmasından haz etmez…” Ama isterse Yazgan’ın seçim hakkı bile olmayacaktı! Derin bir nefes daha aldım. Havadaki değişimin sebebinin ne olduğunu ikimizde biliyorduk. Kendime hâkim olmazsam çok kötü şeyler olacaktı. “Oldukça dişlisin ha,” dedi alayla Yançı tam karşıma otururken. “Kıskançlığın sana neler yaptırabileceğini düşünemiyorum bile.” Bende… “Kıskançlık mı?” dedim alayla. “Biz bizeyiz Ebren, bana yapma bari.” Diyerek güldü. Gülümsememi bastıramadım. Başımı hafifçe aşağı eğip sırıttım. Önüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken bakışlarımı Yançı’ya çevirdim. “Yeni bir şeyler bulabildin mi?” diye sordum usulca. “Aslında sayılır,” diyerek başladı sözlerine. “Kıyametten sonra insanların asla kullanmadıkları kara parçaları hakkında araştırmalar yaptım. Yaşamın imkânsız olacağını düşündüğümüzden oralardan uzak dururuz.” “Neden imkânsız?” diye sordum merakla. “Çünkü toprakları tarıma elverişsiz. İçte bulunan göllerin yüksek oranda nükleer atık içerdiği düşünülüyor. Bu atıklarda toprağı zehirlemeye devam ediyor.” Derken oldukça zeki bir genç delikanlı gibi göründü gözüme. “Topraklar ekime elverişsizse ve suyu kirliyse yaşanamayacağını biliyoruz. Deneyimleyerek öğrendik. Sogd ve Suvar’daki Felaket Çölleri bunlara örnektir. Orada yaşam devam edemiyor…” Başımı anladığımı belirtmek için aşağı yukarı salladım. “Bu koşullara adapte olduk, belki o koşullara da adapte olabilmiş bir türümüz vardır…” diye mırıldandığım esnada farkındalık beni ele geçirdi. “Yaşanabilir olduğuna inandığın bir yer mi var?” dedim heyecanla. “Evet,” dedi usulca. “Aşpara Kıtası ve etrafındaki adacıklar.” Nefessiz kaldım. Heyecan beni bir anda sarıverdi. Fısıltı Kahinlerini ararken Pekin bize yardımcı olacaktır fakat bu yolumuzu belirleme de yardımcı olacaktır. Hem Yançı ile iletişim kuramadığımız o dönemde tam olarak olmasa da nerede olduğumuz hakkında bir fikri olacaktı. Yançı, Aşpara Kıtası hakkında öğrendiklerini anlatmaya devam etti. Bundan yüz yıl önce denizciler tarafından hâlâ yaşanamayacağı iletilmişti fakat bunun bir yanıltıcı olabileceğini söylüyordu. Fısıltı Kahinleri geleceği milyonlarca olasılıkları ile görebiliyorlarsa bu konuda da kendilerini korumanın bir yolunu bulmuş olmalıydılar. Detayların ve ihtimallerin üstünde uzunca konuştuktan sonra Yançı iyi geceler dileyerek odamdan ayrıldı. Saatte bir hayli geç oluyordu. Geniş geniş esneyip gerindikten sonra kitabımı komodinin üstüne yerleştirip örtünün altına girdim. Usulca kendimi uykunun kollarına teslim ettim. Nefes nefese bir şekilde doğrulduğumda hayretler içerisinde etrafıma baktım. Yemyeşil alabildiğine uzanan bir arazinin tam ortasında uyanmayı beklemiyordum elbette. “Hoş geldin, Ebren.” Hayretle sesin geldiği tarafa döndüğümde Pekin’i görerek afalladım. “Yine mi?” dedim hayretle. “Hiçbir acı hissetmedim, en son uyumak için…” “Çünkü artık bana güveniyorsun,” dedi o esrarlı gülümsemesi ile. Elini bana doğru uzatıp tutmamı bekledi. Elimi avuçlarına bırakırken gerçekten tereddüt bile etmediğimi fark ettim. Gülümsemesi genişledi. Önümde yürüyüp beni de yönlendirdi. Bir öncekine nazaran farklı bir yoldan götürdü beni. Önümüzü bir örtü gibi örten kocaman yaprakları kolaylıkla elleri ile açarken benim de geçmemi bekliyordu. Adıma yapılmış yeri göremedim bu sefer. Adımlarını takip etmek için hızlı olmaya çalıştığımdan pek etrafıma da bakamadım doğrusu… “Neden buradayım, Pekin?” diye sordum merakla. “Olman gereken yerdesin, Vadedilmiş.” Diye mırıldandı özgüvenle. “Senin yerin tam olarak burası…” Yutkunamadım. Bu da ne demekti şimdi? “Tüm Dünya için Vadedilmiş olduğumu zannediyordum?” Görmesem de gülümsediğine emindim. Yine yaşadıkları yere geldiğimizde duraksadım. Her gördüğümde büyüleneceğim bir görüntüsü vardı. Doğa ile uyumlarına hayran olmamak mümkün değildi. “Bilge Tegin,” diyen saygılı sesini duyduğumda önüme döndüm. “Buradayız.” “Hoş geldin, Vadedilmiş…” “Hoş buldum, Bilge Tegin.” Dedim saygıyla onu selamlarken. Kenara çekilip ilerlemem için bana yol açtı. Pekin’e baktığımda gözlerini yumarak onay vermesi ile hareketlendim. Son karşılaşmamızda yaşananlardan sonra tuhafta olsa… Oldukça büyük, geniş bir ağaç gövdesinden içeri girdim. Etraf mumlarla ve kendilerince ürettikleri enerjiyle aydınlatılmıştı. Bizim teknolojimize çok uzaklardı. Onların teknolojisi doğa ile harmanlanmıştı. Sarmal merdivenlerden bilmediğim bir yere çıkmam söylendi. Dediklerini aynen yaptım. Pekin’in bir adım gerimden gelmesi güven vericiydi. Bir ağaçtan diğerine giden asma köprüden geçerken oldukça gergindim. Yavaş yürüyordum. Her an düşmekten korkarak ilerliyordum. “Korkma, Vadedilmiş…” diye fısıldadı tam ensemde Pekin. “Düşmene izin vermem.” Ürperdim sözleriyle. Omzumun üstünden hayretle bir bakış attım ardından ilerlemeyi sürdürdüm. Tüm olasılıkları biliyordu zaten, ne zaman düşeceğimi de bildiğine emindim… Nihayet bir evin önünde durmam söylendiğinde derin bir nefes aldım. Beton yığını olmadığında güvensiz hissetmem saçmaydı ama buna engel olamıyordum işte… “İçeride dünya üzerinde tek kadın Fısıltı Kâhini var,” diye açıklama yaptı Pekin. “Seninle tanışmak için fazlasıyla heyecanlı.” “Kadın Fısıltı Kâhini olamazdı hani?” diye sordum alayla. “Bilge Asena bir istisnadır,” diyerek beni susturdu. Kapıyı tıklattık. Kapı bir düzenek sayesinde kendiliğinden açılıverdiğinde şaşkınlıkla bakakaldım. Teknolojileri bizimkinden oldukça farklı olmalıydı. Bizler Dünyayı yok edecek şekilde evrilirken onlar doğayla uyumu tercih etmiş olanlardı… Kapının önünde hareketsiz kaldığımda Pekin elini belime yerleştirip hareket etmem için cesaretlendirmek amacıyla beni usulca öne doğru itekledi. “Hadi,” dedi teşvik edici ses tonuyla. Ayaklarıma hareket etme komutunu verip usulca yürüdüm. Kocaman evin kapısından içeri girdiğimiz anda kapı kapandı. Oldukça loştu. Ürkütücüydü. Geniş odanın ortasında durduğumuzda farkında olmadan Pekin’e biraz daha yakınlaştım. Belimi tutan eli sertleşti. “Vadedilmiş olan…” diye mırıldandı bir kadın. “Nihayet seninle tanışmak benim için bir onur.” Karanlık bir kuytudan loş ışığa çıktığında derin bir nefes aldım. Beklediğimden çok daha az korkutucu görünüyordu. Mum ışığında yüzünde oynaşan gölgeler ürkütse de yine de normal insandı işte… “Özellikle de burada tanışmaktan çok memnunum…” diye ekleyen kadını işittiğimde kendime geldim. “Çok memnun oldum, Bilge Asena.” Diye mırıldandıktan sonra başım hafif yana doğru eğildi ve merakla ona baktım. “Özellikle burada tanışmamızın ne gibi bir özel yanı var ki?” Yaşlı kadın anaç bir tavırla gülümsediğinde onun bir Fısıltı Kâhini olduğunu anımsattım kendime. Elbette bir bildiği olmalıydı. “İnan bana, diğer ihtimallerin sonuçlarını öğrenmek istemezsin.” Dedi şakayla karışık. Diğer ihtimalleri düşünmek bile ödüm kopardı! “Burada tanışmamızın hiç kötü bir sonuca varmadığını mı çıkartmalıyım?” derken ben de gülümsedim. “Keşke…” Verdiği cevap ile bir ürperti geçti bedenimden. “Neden buradayım, Bilge Asena?” diye sordum bu sefer de. “Seni vadeden Fısıltı Kâhini ile tanışmak için!” *** Şaşkınlıkla karşımdaki kadına bakakaldım. Yüzyıllar evvel kehanet ortaya çıktı, demişti Yançı. Karşımdaki kişinin en az üç, dört yüz yaşında olması gerekirdi. “Bilge Asena, yüzyıllardır bizlere öncülük eden Kâhin Anamız.” Diye açıklama yaptı Pekin. “Bilge olanlarımız normalden çok daha uzun süre yaşar. Bu onlara Yaratıcının bir hediyesidir…” “Bu kadar uzun süre yaşamak hediye mi gerçekten?” Sözcükler bir anda ağzımdan çıkıverdi. Ben şaşkınlıkla ağzımı kapatırken Bilge Asena’nın kahkahası ile kalakaldım. “Yaratıcının neden seni seçtiğini çok daha iyi anlıyorum, Vadedilmiş…” Tam önümde durduğunda bir an tüm bedenim gerildi. İşaret parmağını bana doğru uzattığında kaçmak istedim ama Pekin’in sıkı tutuşu yerimde kalmam için beni zorladı. Parmağı alnıma değdiği an hissettiğim güç ile göğsüm yükseldi. Tenimin altında bir ateş başladı. Çığlık atma isteği ile yanıp tutuşurken sanki dilsiz bırakıldım. “Obeshchano*,” (Vadedilmiş…) diye mırıldandı büyü yapar gibi. “Posol dobra i nadezhdy…” (İyiliğin ve umudun elçisi…) “Bilge Asena…” diye mırıldandı endişe ile Pekin. “Chto ty podayesh'?” (Neye hizmet ediyorsun?) “Ya sluzhu balansu i spravedlivosti!” (Denge ve adalete hizmet ediyorum.) “Kakoye u tebya oruzhiye?” (Silahın nedir?) “Pravda i ravenstvo.” (Doğruluk ve eşitlik.) “Kakova tvoya tsel'?” (Amacın nedir?) “Podderzhivayte poryadok!” (Düzeni sağlamak!) Sözlerimden sonra derin bir sessizlik oldu. Tüm bedenimi ele geçiren güç aniden beni terk etti. Gözlerimin önüne çöken pus hızla kalkarken sarsılarak geri adımladım. Pekin çevik bir hareketle beni tutarak dengemi korumamı sağladı. “Hangi sebeple olursa olsun, doğru yoldan ayrılma.” Dedi öğüt içeren bir ses tonuyla. “Hangi amaç uğruna savaşıyor olursan ol, senin çıkarların tüm insanlığınkinden üstün değildir Vadedilmiş. Bunu sakın unutma…” Hayretle bakakaldım. Öylesine bitkin hissediyordum ki ne yapacağımı bile bilmiyordum. Şaşkınlıkla karşımdaki kadına bakmaktan başka bir şey elimden gelmiyordu. Onunla vedalaştıktan sonra hızla oradan çıktık. Havanın yeni yeni karardığını dışarı çıktığımda fark ettim. Suvar’dan sonra gelen kara parçalarından birisi olmalıydı gerçekten ve ben gerçek zamanlı olarak burada bulunuyor olmalıydım. “Bu da neydi şimdi?” diye sordum soluk soluğa. “Bir çeşit sınav…” diye mırıldandı usulca Pekin. Dehşetle yüzüne bakakaldım. Şaka mı yapıyordu? “Bu kadın bir Fısıltı Kâhini değil mi, Pekin?” diye sordum haşin bir şekilde. “Zaten neyin ne olduğunu biliyor olmalı!” “Bilge Asena, karşısındakine dokunarak onu bu şekilde bir sınava tabi tutar ve gelecek olasılıklarını en aza indirgemeyi başarır.” Diyerek cevapladı beni. Ellerimle yüzümü sıvazladım. Gerçekten oldukça bitkin hissediyordum. “Çok yoruldum…” diye fısıldadım. “Farkındayım, sarsıcıdır… Vedalaşma vaktimiz geldi sanırım, kısa bir süre için…” Sözleri ile bakışlarım dehşetle ona döndü. Kısa bir süre? Bu yakında kaçmak zorunda olduğumuz anlamına geliyor olmalıydı. Bunu ona sorsam bile cevap vermeyecekti. Kaideleri onun kadere etki etmesine asla izin vermezdi. Herhangi bir yanlış sözün ne gibi felaketlere yol açacağını ben bilemezdim ama o tüm ihtimalleriyle görebilirdi! Parmağını şakağıma bastırdığı an başım geçen sefer de olduğu gibi geriye savruldu. Bedenimi sıkıca tuttu zarar görmemem için. Gözlerimi sıkıca yumup ruhumu bedenime göndermesine izin verdim. “Yeniden görüşeceğiz, Vadedilmiş…” *** Uzandığım yerden irkilerek fırladım. Gözlerim karanlığı seçmeye çalıştığı esnada derin derin nefes aldım. “Tehlikedesin…” diye fısıldadı zihnime Pekin. Nefesim kesildi. Bu da ne demekti şimdi? “Kötü bir rüya mı gördün?” Oturduğumda yerde sıçrarken ne yapacağımı şaşırdım. Sesin sahibini elbette çok iyi tanıyordum. Köşe bucak ondan kaçmama rağmen yine de bir şekilde karşımda duruyordu. Karanlığa alışan gözlerim açık sarı saçlarını seçerken zorlanmadı. Karanlık bakışlarında hırs parlıyordu. “Majesteleri…” diye soludum. Yerimden kalkıp referans yapmayı denedim ama daha çok saçmalar gibiydim. Burada ne işi vardı? “Tüm gün seni göremeyince iyi misin diye kontrol etmek istedim.” Sözlerindeki zehir ile beni öldürmek ister gibiydi. Şaşkınlıktan sıyrılabilsem bir şekilde olanları kavramayı başaracaktım fakat bu çok zordu. “İzinli olduğum için dinleniyordum, majesteleri.” Dedim dümdüz bir şekilde. “Emretseydiniz yanınıza gelirdim, odama kadar zahmet etmezdiniz.” Sözlerimdeki imayı anlayabileceğini umdum. Aslında gerçekliği bükebilen birisinden pek umudum yoktu. Kapımın hışımla açılmasıyla koridordaki ışık usulca odama doldu. Yazgan, nefes nefese bir şekilde bir bana bir de İlter’e baktı. Uykusundan çok kötü bir şekilde uyandırıldığına emindim. Pekin bir şekilde tehlikede olduğumu ona ulaştırmış olmalıydı. “Senin burada ne işin var?” Sesi, havadan daha soğuktu. Hışımla odamın içine girip kapıyı ses çıkarmamaya özen göstererek kapattı ve tam önünde durdu. Meydan okuyan gözlerinde kavga isteyip istemediğini sorgulayan bir ifade vardı. İlter’in bu sefer sınırı aştığını anlamasını istiyor gibiydi. “Senin burada ne işin var, Soylu Kan Yazgan?” dedi tek kaşını tehditvari bir eda ile kaldırırken. Kollarını usulca göğsünde kavuşturup ağırlığını bir ayağından diğerine verdi. Burada kralın kim olduğunu haykırıyordu. “İlter…” dedi burnundan soluyan Yazgan. “Benimle oynama! Sonu ne senin ne de benim için iyi bitmez…” İlter’in kan dondurucu gülümsemesi dudaklarına oturduğunda yutkundum. Yazgan’ın acilen geri adım atması gerekiyordu yoksa birazdan hiç iyi şeyler olmayacaktı. “Soylu Kan Yazgan,” diye mırıldanmaya başladığı an ellerini hareket ettirdiğini gördüm. Kahretsin! “Ben oyun oynamam, Prens İlter!” diye hırladı adeta. Ben Yazgan’ın onun üstüne atlayacağını düşündüğüm esnada gözlerini yumup derin bir nefes aldı. Bir şekilde gücüne karşı koyuyordu. Onun kadar iyi olabilmem için kaç yıl boyunca eğitim almam gerekirdi? Yazgan, bir limana hapsedilmiş yırtıcıydı adeta. Askeri dehasından korktukları ve Aspar Soylu Kanı olduğu için onu o limana kapattıklarından emindim. Bir ordunun başına komutan olarak geçse fethedemeyeceği toprak kalmazdı! “Bense oyun oynamaktan çok zevk alırım, Yazgan Aspar!” diye mırıldandı İlter. O an kendilerine güç gösterisi yapmak için benimle ilgilenmiyor oluşlarına minnettardım. İlter’in ne gibi iğrenç bir şey yaptığını tahmin bile edemezdim. Etkilenmediğimi görmesini de asla istemiyordum ve sanırım tek etkilenmesini istediği de Yazgan’dı. Ona öylesine odaklanmıştı ki onlara bakarken korkudan başka bir şey hissedemiyordum. “Sakince konuşmak ister misiniz?” diye sordum usulca. Onlara dokunarak bir Eski Kana dönüşmelerini sağlayabilirdim ama bu hem kendimi ifşa etmek olurdu hem de onları öldürebilirdim… “Sana ne hissettiğimi söylememe rağmen mi, İlter?” diye hırladı bir anda Yazgan. “Evet!” diye mırıldandı İlter. Hangi konudan bahsettiklerini bilmiyordum ama çok can sıkıcı olmalıydı. İkisinin de ifadeleri giderek karardı. “Sen benim dostumdun…” diye mırıldandı Yazgan. “Bu senin hissettiğin gibi bir şey değil!” dedi saf bir çaresizlik içinde İlter. “Elimde değil, ona çekilmeme engel olamıyorum. Onu düşünmekten, sürekli rüyamda görmekten kafayı yiyeceğim!” “Bana bahane uydurma,” dedi Yazgan öfkeyle. “Şerefim üzerine yemin ederim ki böyle!” diye karşılık verdi gerçekçi görünen bir samimiyetle. İlter’in hareket eden parmakları durdu. Gözlerini sıkıca yuman Yazgan da gözlerini araladı. Birbirlerine dikkatlice baktılar. Anlaşmak için kelimelere ihtiyaçları yok gibiydi. Konu bahis olan, hisler, tam olarak neye karşı hissedilen ve nasıl hislerdi? “Bana bunu yapma…” diye mırıldandı Yazgan. “Lütfen…” Şaşkınlıkla bakakaldım onlara. Cümlelerinin öznesini oluşturanın ben olduğuma emindim ama olanları tam olarak kavrayamıyordum da! Aralarında benim bilemediğim bir konuşma geçmiş gibi görünüyordu. “Senin için de imkânsız değil mi zaten, Yazgan?” diye sordu usulca İlter. “Senin de vazgeçmen gerekmeyecek mi?” “Hayır,” diye mırıldandı Yazgan kesinkes bir sesle. “Gerekmeyecek!” “Affedersiniz,” diyerek araya girme ihtiyacı hissettim. Her ikisi de aynı anda bana döndüklerinde tüylerim diken diken oldu. “Gecenin bu vakti Prens ve Aspar varisinin odamda ne işlerinin olduğunu kimseye açıklayabileceğimi zannetmiyorum.” Kibarca her ikisini de kovuyordum açıkça. İlter’in defolup gitmesini deli gibi istememin yanı sıra gerçekten bu durumu açıklayamazdım. Zaten ne işleri vardı ki odamda? Alıp veremedikleri her ne ise bu güç gösterisi kendi şahsi odalarında yapmalarını tercih ederdim. Astral seyahatten döneli birkaç dakika oluyordu, deli gibi yorgun ve korkmuş hissediyordum. “Kusura bakma, Ebren…” diye mırıldandı Yazgan. Usulca İlter’in kolunu tutup kendiyle beraber çekiştirdi. “İyi geceler.” Başımı olumlu anlamda sallayarak selamladım onları. İlter neyse ki bir şey söyleyerek canımı sıkmadı. Yazgan’ın onu peşinden sürükleyerek götürmesine izin verdi. O an aralarında nasıl bir konuşma yapacakları ile ilgilenemiyordum. Beni düşürdükleri durumun vahametine yanıyordum… Yaşadığım manasız ve sarsıcı olayı unutmaya çalışarak yatağıma girdim. Gözlerimi sıkıca yumup uyumayı denedim. İlter’i benden uzak tutmazlarsa olacaklar felaketti! Ertesi gün uyandığımda kendimi dinç hissediyordum. Kahvaltımı yapmak için odamdan çıkma kararı aldım. İlter’den kaçmanın bir anlamı yoktu. Nasıl olsa istediği anda odama dalabiliyordu! Bu yüzden daha rahat davranmaya karar verdim fakat bu iyi mi kötü mü kestiremiyordum. Ayda, önüme kahvaltılıkları dizerken şaşkınlıkla beni izliyordu. Sorduğu sorulara verdiğim cevaplardan tatmin olmuyordu. “Prensin kollarında balo salonuna girdin ve bunu umursamıyorsun bile…” diye söylendi usulca. “Kızım bu kaç tane Eski Kana nasip olabilir?” Dolu ağzıma rağmen cevap vermeyi seçtim fakat Ayda el hareketi ile beni susturdu. “Hiç yorma kendini Ebren, ben söyleyeyim sana…” dedi işaret parmağını şakağıma vurup kafamı yana iterken. “Hiç kimseye!” Omuz silktim. Ondan nasıl kaçtığımı bilse ne düşünürdü kim bilir? İlter’den fersah fersah kaçacak delik arıyordum, yanımda olduğu her ana lanet ediyordum ben. Elbette bu beni heyecanlandırmıyor aksine mideme kramplar sokan bir ıstıraba dönüşüyordu! “Prens ve Prenses fazlasıyla ürkütücü, Ayda. Bir Soylu Kana yaklaştığım zaman midem bulanıyor…” dedim biraz sesimi alçaltarak. “Soylu Kan Yazgan ve Yançı ile de bir hayli iyi anlaştığını görebiliyorum…” dedi ima dolu bir sesle Ayda. “Özellikle de Yazgan’la…” Yutkunamadım. Adı bile kalbime darbe yapabiliyordu. Haklıydı ama onları bir Soylu Kan olarak düşünemiyordum. “Anneleri tarafından fazlasıyla iyi yetiştirilmiş iki insan onlar, Ayda.” Derken gülümsememi bastıramadım. “Onları Soylu Kan olarak göremiyorum açıkçası.” Ayda manalı bir gülümseme ile baktı gözlerime. Kollarını tezgâha koyup yanaklarını ellerine dayadı. “Ne?” dedim rahatsız edici bakışlarına karşı. “Ne hissediyorsun?” diye sordu işveli bir eda ile. “Ne mi hissediyorum?” dedim anlamayan bir ifade ile ona bakarken. “Kalbin, Ebren…” derken hülyalı hülyalı gözlerini süzdü. “O kimin adını zikrediyor durmaksızın?” Nutkum tutuldu bir an. O an zihnimden geçen tek bir isim vardı. Bu dünya üzerinde bana en imkânsız olan isim… “Saçmalama, Ayda…” diyerek bir tane vurdum koluna. Dengesini kaybedip afallarken ona güldüm. Ardından bana bir sürü laf saydırıp mutfaktan kovuşuna kahkahalar ile güldüm. Mutfaktan direkt bahçeye çıktım. Burası kalenin çalışanlarının sık sık uğradığı bahçeydi. Benim odamdan gördüğüm bahçe kadar bakımlı olmasa da oldukça güzeldi. Mermer banklardan birine oturup ağacın gölgesinde etrafı seyrettim. Çalan blakinimi (Telefon) de o anda işittim. “Efendim?” diyerek açtım telefonumu usulca. “Abla…” diye mırıldandı nefes nefese Tanla. “Canım?” derken sesim yükselen endişemi bir gece gibi gizlemeyi başardı. “Nasılsın?” dedi meraklı bir ses tonuyla. “Tanla…” dedim en sonunda kendime mâni olamayarak. “Bir şey mi oldu?” “Hayır, eve yürüyorum şimdi…” dedi yalnızca usulca. “Korkuttun beni, deli!” diye hayıflandım. “İyiyim, dinleniyorum bol bol.” “Patronundan izin mi kaptın?” dedi alaylı bir ses tonuyla. “Hayır, Prens ve Prensesi ağırladığı için işe gitmiyor.” Derken sesim gururluydu. Tanla’yı böyle sinir etmeye bayılırdım. Aramızda kimsenin anlayamayacağı bir bağ vardı. Birbirimize tamamen şeffaf olmasak da daima zor anlarımızda birbirimizin yanında olmaya çalışırdık. Birbirimizi sinir edip eğlenirdik. Soylu Kana karşı olan düşüncelerimiz bir olduğundan şimdi böyle övünerek konuşmam ona da Soylu Kan yalakası müdürünü hatırlatmış olmalıydı. “Midemi bulandırıyorsun…” dedi tam da tahmin ettiğim gibi. “Sen bir sever oldun son zamanalar da zaten şunları…” “Bu nereden çıktı?” diye sordum telaşla. Herkes bu kadar kolay anlayabiliyor muydu gerçekten? Yazgan’a karşı akıl almaz bir şekilde çekildiğimi, tüm benliğimle onun kollarına atlamak istediğimi… “Kandırma beni,” diye alayla başladı sözlerine. “Patronunu her anlattığında sesindeki heyecanın arttığını hissedebiliyorum.” Sırıttım. Tanla hisleri çok kuvvetli biri olmuştu daima bu yüzden çıkarımına şaşıramıyordum bile. Ona ayak diretmenin bir manası yoktu. Nasılsa inanmayacaktı… “İmkânsızı arzulamak aptalca…” diye hayıflandım. “Duvarları ören toplumsal yapının yanı sıra zihnin de aynı şeyi yapıyormuş gibi geldi bana.” Kederli bir nefes aldım. Nasıl örmezdi ki? Gerçekten imkânsız oluşunu nasıl göz ardı edebilirdim? Bir geleceğimizin olamayacağı bu kadar barizken… Önümüz bu kadar karanlıkken… “Haklı olarak…” diye mırıldandım üzgün bir şekilde. “Kim bilir belki bir gün gelir ve imkânsız olanları yaparken buluruz kendimizi.” Sözlerinde derin anlamlar barınıyordu. Kaşlarım derinden çatılırken asıl ima ettiğinin ne olduğunu düşünmeye başladım. Kafa karıştırıcı bir cümleydi söylediği. Kısa bir süre daha konuştuktan sonra aileme selamımı iletmesini isteyerek sonlandırdım görüşmeyi. *** Günler olağan seyrinde ilerlemeye devam etti. Bir sonraki hafta prens ve prenses gideceklerini iletti. Haftanın başında işe geri döneceğimizi öğrendim. Geceleri düşünmekten uyuyamadığım bir haftaydı. Diken üstünde olduğumdan olsa gerek gözüme bir türlü uyku girmedi. Bunu da ufak tefek sorunlarla atlattığımıza şükrediyordum. İş için erkenden uyandım. Hazırlandıktan sonra çantamı alıp odamdan çıktım. Bugün çok önemli bir toplantı vardı. Hazırlıklarını haftalar önce yapmış olsak bile üstünden geçmemiz gereken konular vardı. Koridorda yürüdüğüm esnada, “Hazır olun,” diye fısıldadı zihnime Pekin. Neye? Yançı’nın ayarladığı gemi dört gün önce limana demir atmıştı. Yançı her şeyi ayarladığını belirterek bize rahat olmamızı söyledi. Kaçmak zorunda kalmasak bile o gemi limandan kalkarken ayrılacaktık. Ülkemizi, kimliklerimizi geride bırakacaktık. Herkes Tübüt’e iş anlaşması için gideceğimizi zannediyordu. Bugünkü toplantı da buna çok iyi bir kılıftı. Yazgan, tüm prosedürü hallettiğini net bir şekilde belirtmişti. Köşe kapmaca oyunu son buluyordu. Kaçışımız için her şey hazırdı. Geriye yalnızca bunu yapmak kalıyordu! Sahte kimlikler ile gemiye binecektik. Kıyı kıyı gezen bu turistlik geminin bir sonraki durağı Suvar açıklarıydı. Orada Yançı’nın ayarladığını iddia ettiği adam devreye girecekti. Bizi botla gemiden çıkaracaktı ve kaçmamıza yardım edecekti. Haritadan gidebileceğimiz en uygun noktaları seçmiştik. Rüyama giren Pekin doğru yerde olacağımızı bildirmişti. Bu yüzden hislerime güvenip en doğru olduğuna inandığım bir yeri seçtim. Suvar’ın kıyılarındaki ıssız bir köydü burası. İzinsiz olarak Suvar’a girdiğimiz anlaşılır ve Yazgan’ın kimliği ifşa olursa yaşanabilecekleri düşünmek bile istemiyordum. Benim gerginliğimin aksine her gizli kapaklı konuşmamızda Yazgan fazlasıyla rahattı. Her şeyi olması gerektiği gibi ayarladığını söylüyordu. Başkurt Denizinden, Suvar kıyılarına ilerlerken kimsenin bizi durdurmayacağından oldukça emindi. Odamdan çıktığım an karşımda görmeyi en son beklediğim kişiyle karşılaştığımda dumura uğradı. Kirpiklerimi kırpıştırıp bir ahmak gibi suratına bakakaldım. Kendime çekidüzen vermem uzun sürmedi. “Majesteleri,” diye mırıldanıp reverans yaptım. “Ebren…” dedi usulca. “Çok az görüşebildik.” Dişlerimi sertçe birbirine bastırırken bakışlarımı yerden kaldırmadım. Onu burada öldürüp her şeyi bitirsem? “Sakin ol!” diye fısıldadı Pekin zihnime. “Güçlerini anlamasına izin verme, daha erken.” “Maalesef ki öyle oldu, majesteleri.” Diye mırıldandım. “Oldukça yoğunsunuz benim gibi basit bir kula ayıracak vakit bulamamanız çok normal.” “İnan bana,” derken sesi keyifliydi. “Basit bir kuldan çok daha fazlasısın…” “İlter?” Yazgan’ı işittiğim an içimde büyüyen tüm korkularım suyunu çekti. Onun varlığının bile güvende hissetmeme yetmesi hastalıklı bir düşünce miydi? “Yazgan?” dedi alaylı bir tavırla İlter. Onu şimdi öldürsem her şey çözülür müydü? “Mantıklı düşün, Ebren!” Karşımda olsa Pekin’in suratının ortasına bir yumruk atardım. Zihnime sık sık fısıldamaları oldukça sinir bozucu bir hal alıyordu. “Bugün dönmüyor musunuz?” diye sorarken korumacı tavrını takındı yine Yazgan. “Biz de birkaç güne iş için Tübüt’e gidiyoruz.” “Aironla mı?” (Uçak) “Başka türlüsünü çekemem,” dedi alayla Yazgan. Gevşediğini hissedebiliyordum. “Ne zaman?” diye sordu biraz telaşlı İlter. “Bu hafta ama tam emin olamıyorum. Bazı işleri halleder halletmez gidiyoruz.” İçimi bir korku kapladı. İlter’in telaşı her saniye arttığı için korkmaya başladım. Sanki neler olabileceğini kestirmeye çalışıyordu. Aklına bile gelemezdi kaçacağımız! “Yollarını gözlemeyi çok isterdim ama bugün saraya dönüyorum. Sevgili babam beni çok özlemiştir.” Babası ile arası iyi değil, bunu aklıma yazdım... “Aferin.” Dedi yine zihnime Pekin. Onu gördüğüm ilk an gerçekten pataklayacaktım. Zihnime izinsiz giriyor oluşu hiç hoş değildi! “Ben de sizle geleyim, biraz yanında takılır sonra oradan yola çıkarım.” Diyerek her ikimizi de şaşırttı İlter. Yazgan’ın gerilen yüz ifadesinden bunu istemediği aleniydi fakat yine de onu reddedemedi. Benim söz hakkım olmadığından sessiz kalmayı seçtim. İki cron ile limana doğru yola çıktık. Yaşanacaklardan habersiz öylece yolu izledim… O esnada arkamızdan bizi takip etmekte olan İlter ani bir hamle ile hızlanarak bizi solladı ve yanımızda durarak Yazgan’a meydan okuyan bir hareket yaptı. Ne anlama geldiğini o an anlayamasam da sonraki an Yazgan’ın bana dönen bakışları ile korkum nüksetti. Bakışları merakla emniyet kemerimde dolandıktan sonra bir anda gaza bastı. İkili arasında bir anda patlak veren yarış ile neye uğradığımı şaşırdım. Korkuyla bir elimle kapı koluna asıldım. “Ne yapıyorsunuz?” diye sordum dehşet içerisinde. “Ufak bir oyun oynamak istemiş prensimiz canı.” Dedi rahatlıkla. “Şaka mı yapıyorsunuz?” diye bağırdım bir anda. Hızdan nefret ederdim. Bu beni oldukça korkuturdu. Sebebini hiçbir zaman öğrenemesem de korktuğumu çok net bilirdim. “Birazdan bitecek,” diye mırıldandı usulca. Gözlerimi sımsıkı yumup soluklanmaya çalıştım. Birazdan geçecekti! Bana sonsuz gibi gelse de bitecekti. Yazgan ani bir hareketle İlter’i geçti. Onu sollarken yaptığı korkunç hareketle çığlık attım. Kalbim tüm vücudumda atıyordu. “Yeter!” diye bağırdım. Sözler dudaklarımdan döküldüğü anda solumuzda bulunan tepecikten şiddetli bir ses geldi. Yazgan’ın anlık dikkat dağınıklığından faydalanan İlter, tepeden kaya parçaları dökülürken önümüze kırmayı başardı. Yazgan aniden frene bastı. Lastiklerden yükselen o korkunç sesle birlikte araba durdu. Hıçkıra hıçkıra ağladığımı sesimi duyduğumda fark ettim. Titreyen ellerle arabanın kapı koluna yapışıp onu açtım. Hışımla arabadan indim. Tüm bedenim korkuyla titriyordu. Tepeden şiddetli bir sesle kayalar dökülmeye devam ediyordu. Derin derin nefes alarak İlter’in bir şeyden şüphelenmemesini umdum. “Ebren!” diye haykırdı zihnime Pekin. “Kendini durdurmak zorundasın!” Elimi göğsümün üstüne yerleştirip derin derin nefes almaya çalışırken gözyaşlarımda bir yandan yanaklarımdan süzülmeye devam etti. “Ebren…” dedi endişeli sesle Yazgan. “Siz aklınızı mı kaçırdınız?” diye sordum acı çeken bir sesle. “Ölebilirdik!”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD