10. BÖLÜM (G)

1619 Words
Daha ilk haftadan çok yoruldum. Ben çalışırken yorulduğumu sanıyormuşum meğer, alakası yokmuş. Serhan nasıl dayanıyormuş hem çalışıp hem de salon işletmeye? Fabrikada sanki kendi içer gibi tütün sarıp gün batarken her akşam eve yorgun argın dönen kızdan daha fazla yoruldum şu geçtiğimiz bir haftada. O cuma da Levent pazara gitmek için gelmeden Serhan saçını kesmemi istedi. Babası oldum olası uzun saç sevmiyordu ve Serhan da kesinlikle uzun saçlıydı. Askerden beri uzattığı saçlarına kıymak istemese de damat olacaktı sonuçta. İşin pek çok boyutu vardı. İyice kısaltmamı istediğinde at kuyruğu kısmını bir kerede kestim. Sonra şeklini düzeltirken ensesindeki dövmeyi fark ettim. Ne zaman ne ara yaptırmıştı bunu? Elimi oraya değdirdiğim anda Serhan yaptırdığını o an hatırlamış gibi elimi tuttu sertçe. Çekti oradan. "Yapma Gonca, dokunma yanıyorum." "Ne zaman yaptırdın bunu?" "Ne önemi var? Bir zaman yaptırdım işte." "Bunu sildirmen gerek, biliyorsun değil mi?" "Bunu bir bok yaptırmam gerekmiyor. Fiziksel bir şey. Çıksa da kalsa da ben aynı benim. Kalbini söktürmen gerek dersen o zaman konuşmuş ve faydalı bir şey söylemiş olursun işte." Daha fazla üstüne gitmek istemedim. Acı çekiyordu gözle görülür şekilde. Çok fazla dokunmamaya çalıştım. Salonda kızlar da vardı ve özellikle bizden tarafa bakmıyorlardı. Duyduklarından emindim. Tekrar bir şey söylemeye cesaret edemedim. Saçını kuruttuğumda beğendiğini yüzünden anladım. Gülümsüyordu. Serhan Mersin'e giderken hava alanına gelmemi kesin bir dille istemedi. İtirazlarım kabul görmedi. Pazar günü temelli memleketine gidiyordu. Gelirsem gidemezdi. Öyle söyledi. Saçını kuruttuktan sonra salonda vedalaştık. Bana sarılma ve sarılmama arasında, zorla barıştırılan iki küs insan gibi yalandan, uzaktan sarıldı. O çıkarken Aynur da Levent'in geldiğini haber veriyordu. Levent de şikayetçiydi çok az bile zar zor görüştüğümüzden. Haksız diyemiyordum; ama ben şu an Serhan sayesinde hem karnımı doyurmuştum hem de çöreğim bütün duruyordu. Yıllardır tek çalıştığım yerdi ve evde iş yapmaktan beni vazgeçirdiği için birikmiş param hala dünyayı gezmem için hesabımda yan gelmiş yatıyordu. O yüzden Serhan için her şeyi doğru yapmak zorundaydım.  Elinden geleni de yapıyordu ayrıca Levent. Her şeyi ödemeye çalışıyor, kendini bana karşı borçlu hissediyordu. Ondan daha fazla kazandığımın farkındaydı ve Ece ile yaşadığı ezikliği aynı seviyede olmasa bile benimle de yaşasın istemiyordum. Orta yolu bulacaktık mutlaka. Onu hayatımda istediğimde bazı şeylerin de beraberinde gelmesi kaçınılmazdı. Bana karşı oldukça sabırlıydı. İlk kez birlikte olduktan sonra bir ay geçmişti. Bazı şeylerin değişmesi gerektiğinin ben de farkındaydım. Serhan hala buradaydı ve bir erkek için bunun can sıkıcı olduğunu anlamazlıktan gelecek kadar salak değildim. Ben de istiyordum onu. Birlikte uyumaya başlamıştık. Sabah gözümü açtığımda mutlaka o da uyanık ve beni izliyor oluyordu dört beş gündür. Sabah cadısı gibi saçlarımla beni niye izlediğini sormuyordum. Ne zaman sıkılacağını zaman gösterecekti. Serhan üç gün önce gitmişti ve Levent'in duygu durumu da gözle görülür şekilde olumlu yönde değişiklik göstermişti. Ya da birlikte uyuduğumuz içindi bu kişisel gelişim. Konuya o kadar hakim değildim. Aynı zaman dilimi içinde ne nereye denk geldi artık bilemiyordum. Düşünmek de istemiyordum. Dün dündür. Bugün bugündür. Dolu dolu yaşarım gümbür gümbür felsefesini ciğerime çekerken, "Günaydın sabah rengim." dedi. "Sabah cadım, daha uygun değil mi?" "Çilli cadı mı olurmuş? Elli altı tane." "Saydın mı gerçekten? Ciddi olduğunu düşünmemiştim." Yüzü asıldı. Yanımda adam bırakmayacağım bu gidişle. "Seninle ilgili her konuda ciddiyim. Alışsan iyi olur." Güldü. İyi ki, kendileri kalmaya hevesli. Yoksa tek başıma benimle olacak bir iş değil. Ağız kokuma aldırmadan dudaklarından öptüm. Sonuçta ağzım açık ben uyurken de izlemiştir mutlaka. Her konuda ciddi olmak kolay iş değil aslanım. Yataktan çıkıp banyodaki sabah ritüelinin ardından mutfağa kahvaltı hazırlamaya geçtim. Birlikte kahvaltı ederken kuaförlerin katıldığı yarışmadan bahsettim Levent'e. Ocakta Bursa'daydı ve ben de katılmak istiyordum. Benim için sevinmesi hoşuma gitti. Benimle birlikte gelebileceğini söyledi. Memnun oldum. Beni desteklemesi manidardı. Kahvaltı bitince her yeni ay geldiğinde otomatik ödemeye almadığım için sesli küfür ettiğim; ama ödedikten sonra tekrar unutup bir türlü otomatik ödemeye yine alamadığım faturaları aldım vestiyerdeki kutudan. Levent'e çaktırmamaya çalıştım; çünkü tekrar para mevzuu duymak istemedim. Çantama atıp ben salona Levent de staj yerine doğru evden çıktık.  Kızlar gelmiş aynaları siliyorlardı. Serhan'ın salonu üç yıldır açık olduğu için oturmuş düzeni ve müşteri kitlesi vardı. Üniversiteden beri hayali olan yeri bırakıp gitmesi vicdanımı rahatsız etse de o gece sarhoş halde eve geldiğinde ve daha sonrasında salonda da vazgeçmemiş ve ben kabul etmezsem kapatacağını söylemişti. O gün salonda olan kızlara da nutuk çekmeyi, bana olan görüşlerinde ve saygıda kusur etmemelerini söylemeyi de ihmal etmedi. Bana farklı bakmıyorlardı Allah'tan. Eskisi gibi Gonca ablaydım. Aksi halde işten de çıkaramayıp hayatı zindan ederdim kendime. Sonbahar gelmişti; Ankara geçen haftaya nazaran bile daha serindi. Yoğunluk başlamadan faturaları ödemeye karar verdim. Çantamdan alıp hangisi ne kadar diye bakarken üstünde isim yazmayan zarf dikkatimi çekti. Ben almamıştım bunu posta kutusundan. Levent almış olmalıydı. İçine baktığımda bana kim davetiye gönderir diye düşünmeden edemedim. Kuzenlerim mi evleniyordu acaba? Güldüm. O adamlar evlenirse ben beşiz doğururum şuracıkta. İsimler tanıdık gelmedi. Alt kısma inip de anne-baba ismini görene kadar. Erkek tarafıydı bu kez. Benim tarafımda hiç olmadan başka birinin çocuğunun anne kısmında adı yazıyordu. Merhum kendi annesinin altında. Gülsüm. Soyadı Durmaz olmuştu. Benim olmayan abimin annesiydi. Benim değil. Oturduğum yerden kalkamadım. Ayaklarım teneke kutu içine dökülen çimentodaydı çünkü. Kızlar bana seslenirken sesler çok uzaktan geliyordu. Ben denizin dibini boylamakla meşguldüm. Cevap veremedim. Düğün Ankara'daydı. Annem buradaydı. Bana davetiye göndermiş olamazdı herhalde değil mi? Benim evimde ne işi vardı bunun? Neden elimde tutuyordum? Yere atmamla Hatice abla geldi aklıma. Büyük ihtimalle ona bırakacaktı. İsim de yazmamıştı bu yüzden. Tekrar yerden alıp kızlara iyi hissetmediğimi söyledim ve eve geçtim. Yukarı çıkar çıkmaz Hatice ablanın zilini çaldım aralıksız. Kapı açıldı. "Zeliş annen evde mi?" İçeri geçtim hemen. "Mutfakta Gonca, hayırdır?" "Hatice abla, annemin Ankara'da olduğunu biliyor muydun sen?" Şaşırdı; ama benim bildiğime şaşırdı. "Biliyordun ve bana söylemedin. Ne zamandır burada o?" Artık ağlıyordum. "Gonca gel kızım otur." "Oturmaya gelmedim. Cevap ver bana lütfen." "Sen nasıl öğrendin?" Doğru ya! Elimdeki davetiyeyi uzattım. "Bu yanlışlıkla benim posta kutuma gelmiş galiba. İsim yazmadığı için açtım. Siz görüşüyor musunuz?" "Ah benim güzel kızım. Anneni suçladığını biliyorum." "Kendimi mi suçlayayım doğduğum için?" Zeliha da gelip bana sarıldı. Kanepeye oturttu beni. "Elbette hayır. Tek başına çocuk büyütmek zordur. Evlenmek dul kadınlar için daha doğru." "Ben evlenmesine bir şey demiyorum ki. Beni neden bıraktı? Şimdi evlendiği kişinin oğlunun annesi olmuş. İki kızı daha olmuş sen dedin. Ben çalışıyorum zaten. Para istemiyorum ki ondan. Burada olduğu halde beni görmek istememiş bile." "Bana sorma kızım. Kendi ayaklarının üstünde durduğun, kimseye muhtaç olmadığın için seviniyorum." "Hiç sordu mu beni? Görüştüğünüzde yani. Davetiye postayla gelmemiş. Biri gelip bırakmış. Bu kata bile çıkmamış demek ki beni görür diye." "Üzülme arkadaşım. Senin ihtiyacın yok kimseye." Zeliha da konuşsa, ben kimseye muhtaç da olmasam, kim ne derse desin gerçek değişmeyecekti. Annem beni istememişti on iki yıl önce. Hala değişen bir şey yoktu. Bu insanlar ne yapabilirdi ki? Karşıda Levent ile yaşadığımı bildikleri halde ses etmiyorlardı. Eğer bir şey demek isteyen olursa onlara da nişanlı olduğumuzu, yakında evleneceğimizi söylüyorlardı. Burada tekrar yaşamaya başladığımdan beri bana kol kanat germişler, derdimi dinlemişler, komşuluk görevlerini fazlasıyla yerine getirmişlerdi. "Ne zamandır burada?" "Kendini üzme yavrum. Hayat işte. Senin de kaderin böyleymiş." "Benim kaderim değil bu. Annesi sağken bırakıp gitsin, başkasıyla evlenip iki çocuk yapsın, on bir yaşında kız çocuğu annesi yaşarken öksüz ve yetim kalsın diye kader mi olur?" "İsyan etme Gonca. Sen zoru başardın. Kimseye eğilmeden okudun, çalıştın. Bak yakında evlenirsin de, Levent doktor olunca." "Düğünüme, ben de seni çağırırım böyle davetiye ile. Erkek tarafı tam tekmil katılırken ben annem varken yok diye ezilirim karşılarında." Konuşmakta zorlanıyordum artık art arda gelen hıçkırıklarla. "Sen niye ezilesin kuzum?" "Değil mi? Levent nasılsa yurtta büyüdüğümü söyler, konu kapanır. Kimsenin de aklında annesi mi bırakmış, sağ mıymış diye soru işareti kalmaz. Annemin olmadığı akıllarına bile gelmez. Cevap vermedin hala. Ne zamandır buradalar?" "İki yıldır. Ay anne yeter ya! Neyi saklıyorsun? Kızın içi çıktı ağlamaktan. Ben söyleyecektim arkadaşım; ama hakkımı helal etmemlerle engelledi beni. Bana ne valla. Bilmek hakkın." Hatice abla kızına sert baksa da söylemişti bile. İki yıldır buradaydı. Düğün için olduğunu düşünmek istemiştim. İki yıldır aynı gökyüzünün altında nefes almıyorduk sadece, aynı zamanda, aynı şehirde, belki de çarşıda pazarda karşılaşacağım şekilde, Ankara'daydık. "Beni hiç sormadı, ne iş yaptığımı, onun bana öğrettiği şeyle yaşadığımı bilmiyor değil mi?" "Annem bahsini açmak istediğinde, konuşturmadı annemi." "Zeliha!" diye bağırdı bu kez Hatice abla. Cevabımı almıştım zaten. Ben nasıl anne olabilirdim ki? "Teşekkürler. Kafanızı şişirdim kusura bakmayın. Affedin. Davetiyeyi birden görünce kapınıza dayandım. Senden bir şey rica ediyorum Hatice abla. Anneme benden bahsetmeden çalıştığım salonda randevu ayarlar mısın düğün için? Yakın civarda oturuyorlarsa yani. Eminim bilmiyordur çalıştığım yeri de. Anlarsa eğer, ki şüpheliyim, belki aranız bozulur; ama beni birazcık seviyorsan bile ondan çok sevdiğin kesin, bana bu iyiliği yapar mısın? Çok uygun fiyatlı, yeni açtı dersin." "Kızım o gün düğün günü. Tatsızlık çıkmasın." "Çıkmayacak, söz veriyorum. Beni tanıyacak mı onu merak ediyorum sadece." ... Faturaları yatırıp salona döndüm. Aynada kendime baktım. Bembeyaz hayalet Casper gibi olmuştum. Gözlerim renkli olan tek yerim. Kırmızı. İşimi yaparken gülen yüz maskemi takındım. Elim saçların içinde aklım saçtan başka her yerde. Beden ve ruh tamamen ayrı yerlerde şu an iliklerime kadar hissediyorum. Çünkü ruhum çıkarken sızlatmıştı hafiften içimi, ordan biliyorum. İki yıl... Sekiz mevsim... Yirmi dört ay... Yüz dört hafta... Yedi yüz otuz gün on iki saat... Aynı yağmurda ıslanmışız. Aynı güneş kavurmuş yüzümüzü. Esen rüzgar aynı şiddette savurmuş saçlarımızı. Saçlarım kabarıyor diye nasıl da örerdi her gün. Babam gibi kadife çiçeğim demezdi; ama değişik değişik örerdi. Bana da öğretti, ısrarlarıma dayanamayıp. Gelecek miydi? Hatice abla söyleyecekti mutlaka. O söylemese Zeliş vardı. Ona güveniyordum. Yaşadığı yeri sormadım. Merak etmiyordum. Geldiğinde sadece -Neden?- demek istiyordum. -Neden?- Yer yoktu bana da yanında. Ayakta da giderdim. -Neden?- Sığdıramadın beni de kalbine. Çok büyük değildim ki ben. -Neden?- Zaten yetimken, öksüz de bıraktın beni kanlı canlı yaşarken. Beni turuncu saçlarımdan tanır mıydı? Çillerimden. Elli altı tane. Levent bile saymıştı. Sesimden. Hatice ablanın son sorusu çınladı kulaklarımda. "Tanıdığında ne olacak a kızım?" Arkadaşını seviyordu. "Ben tanımayacağım."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD