1 EYLÜL PERŞEMBE
''Af edersiniz, af edersiniz. Geçmeme izin verin; bir yere yetişmem lazım. Af edersiniz, Ehh! Yeter be yol verin!'' diye bağırdım en sonunda dayanamayıp. Kalabalık kaldırımda insanların arasından geçmeye çalışıyordum. Nazik dilden anlamadıklarına göre biraz kaba olmak gerekiyordu.
Ani çıkışım üzerine bana tuhaf tuhaf baksalar da onları umursayacak halde değildim. Onlar yüzünden seçmelere geç kalacaktım. Ve şu an içinde bulunduğum durum yüzünden hiçbir şey önemli değildi. Ne ardımdan edilen küfürleri ne de el hareketlerini umursuyordum. Sonuçta bu benim için kaçırılmayacak bir fırsattı ve birkaç kişiye çarpmışsam ne olmuş yani?
Annem iyi miydi acaba? Belki de şu an burada değil de onun yanında olmalıydım. Bana iyiyim demişti ama yine de içim hiç rahat değildi. Şu seçmeleri atlatsam da bir an önce geri dönebilsem. Çok endişeliydim onun için, son günlerde iyice kötüleşmişti durumu. Geri mi dönsem acaba? Ama ona iyi haber de vermek istiyordum. Seçmeleri geçersem eğer benden daha çok sevinecekti. Ona alıp verebileceğim en güzel hediyeydi. Yine hatlar karıştı. Ben insanların arasından geçiyordum, değil mi?
Okulun önüne geldiğimi koskocaman tabeladan anladım. Hayır, binaların devasalığı ya da onları çevreleyen eşsiz duvar bile tabelanın gösterişini bastıramıyordu. Çünkü tabelada büyük harflerle H.A.V. yazıyordu. İsmi bile farklıydı. Yüzümü buruştursam da benim geleceğime açılan yerin adı olduğu için hızla sağa döndüm ve büyük demir kapıdan içeriye girdim.
Bahçe bu kadar güzelse binaların içi nasıldı Allah bilir. Büyük meşe ağaçlarının gölgesinde banklar vardı ve koskocaman bahçe kauçuk zemindendi. Akademinin çok parası vardı herhalde. Sadaka kutuları falan varsa onu mu çalsaydım? Bunun okuldaki sicilim için pek de güzel bir başlangıç olacağını sanmıyordum ama.
Omzuma yediğim bir darbeyle kendime geldim ve yanımdan koşarak geçen çocuğun arkasından ters ters baktım. Omzumu çürütmesinin karşısında bir özür dileyemeyecek kadar mı telaşlıydı yani? Ne acelesi vardı ki? Galiba seçmelere katılacaktı o yüzden bu kadar telaşlıydı. Onu anlayabilirdim aslında, sonuçta az önce ben de insanlara kaba davranıp özür bile dilememiştim seçmelere yetişebilmek için. Seçmeler mi?
''Eyvah!'' dedim ve bende çocuğun peşinden koşmaya başladım. Okulun ihtişamına o kadar dalmıştım ki seçmeler aklımdan çıkmıştı. Çocuğun girdiği bina beş binanın en büyüğüydü ve galiba seçmeler burada yapılıyordu. Peşinde kuyruk gibi onu takip ederken binayı incelemeye vaktim yoktu, geç kalmaktan korkuyordum. Çocuk bir masanın önünde durduğunda nefes nefese görevli kişiye baktı. Ondan farklı değildim, ciğerlerim yanıyordu.
''Seçmeler için form alabilir miyim?'' dedi görevliye. Çocuk yüzünden görevlinin kim olduğunu görememiştim ama önümden çekilince kendimi yunan tanrılarından birine bakarken buldum. Nefes nefeseydim demiştim değil mi? Nefesim kesildi şu an benim! Yunan tanrılarıyla arasındaki terk fark siyah gözleriydi; ha, bir de bu Türk'tü. Bana gülümseyerek baktı ve masanın üstündeki formları düzenledi. Büyük ihtimalle karşısında koşmaktan kıpkırmızı bir surata sahip, ağzından salyalar akan bir kız vardı.
''Sende mi form istiyorsun?'' dedi. Dilim nereye kaçmıştı? Konuşmam gerekiyordu ama bilincim konuşmak için beyne sinyal göndermek yerine ağzından sular akıtarak adama bakıyordu. Çiğ köfteydi benim aşkım, bu adam yüzünden böyle birden çarpılmak pek benlik değildi? Değildi değil mi? Sonuçta ben her yakışıklığı erkeğe gönlümü kaptırıp bir iki dakika sonra olmayacağını düşünerek kendi kendime gelin güvey olup boşanma davası açardım. Apolyon'un sorduğu soruya sadece kafamı sallayabildim ve uzattığı kalemle masadaki kâğıdı doldurmaya başladım.
Adı-Soyadı: Neva Akgün
Yaş:19
''Adının anlamı ne? İlginç bir adın var!'' dedi Apolyon. Kafamı kaldırıp ona baktığımda yazdıklarıma baktığını gördüm. Gülümsedim ve adımla gurur duydum ilgi çekici olduğu için. Sanki iltifat etmişti de bana gururum okşanmıştı. Adımı duyanlar, daha önce karşılaşmamışsa merak ederlerdi genelde. Erdinç Abi bile ara sıra 'Adının anlamı neydi kız?' diye sorardı bana.
''Sorular arasında bu yok ama!'' dedim gülümseyerek. Az önce flört mü etmiştim ben? Kendime içimden küfürler ederken onun da gülümsediğini gördüm. Kafamı şapşalca sallayıp formu doldurmaya devam ettim. Hem o nasıl cümleydi Neva? Ne u ergence hareketler yavrum?
Yarım saat kadar sonra sıra bana geldiğinde heyecanla koridorda volta atıp söyleyeceğim şarkıyı prova ediyordum. Adım okunduğunda midemde gıdıklanmaya benzer bir his oluştu. Seçmelerin yapıldığı odaya doğru giderken Apolyon arkamdan seslendi.
''Telefonunu bırakman gerekiyor. Üzerinde herhangi bir teknolojik eşya varsa onları da.'' dedi nazikçe gülümseyerek. Cebimden telefonumu çıkarıp ona uzatırken elim titriyordu. Bu heyecandan değildi; sanki telefonumu verirsem bir şey olacakmış gibi geliyordu.
'Kötü düşünme!' diyen bilincime hak vererek tüm olumsuz düşüncelerimi attım zihnimden.
''Lütfen, eğer hastaneden telefon gelirse ne olursa olsun bana haber verin. Lütfen!'' dedim elimden telefonu alırken Apolyon'a. Başını olumlu anlamda salladı ve bana anlayışla gülümsedi.
''Başarılar!'' dedi ben arkamı dönüp yürürken. Kapının önünde durup kapının açılmasını bekledim. Söyleyeceğim şarkının sözlerini tekrar ettim içimden. Ellie Goulding'nin ' Love Me Like You Do' adlı şarkısını söyleyecektim. İki kanatlı kapı içeriden ardına kadar açılınca nefesimi tuttum. İçeriye girerken sırtımı yay gibi gerdim ve nefesimi verdim.
Mesleğim gereği içeriyi gözlerimle hızla taradım; uzun bir masanın arkasında oturan dört kişi vardı. İki kişi de kapının yanında duruyordu. Gözlerimi tekrar masaya çevirdim ve masada oturanlara dikkatle baktım.
Kırmızı dekolteli bluz giymiş sarışın bir kadın masanın bir ucunda oturuyordu. Onun yanında ise kapüşonlu bir adam vardı ve bakışları çok dost canlısıydı. Elimde olmadan gülümsedim. Gözlerimi diğer adama çevirdiğimde suratımda ki gülümseme silindi. O kadar ciddi bakıyordu ki! Yatışmış olan heyecanım katlanarak geri geldi.
Kahverengi gözleri soğuktu ve dudakları ip gibi gergindi. Gözlerimi hızla kaçırıp diğer adama baktım ve şaşkınlıkla tekrar donuk bakışlıya baktım. Gözlerim aralarında mekik dokurken ikisi arasından yedi fark buluyordum.
Birincisi bu adamın gözleri gülümseyerek bakıyordu. İkincisi bu adamın dudağının kenarındaki kırışıklar diğeri gibi somurtmaktan değil de gülümsemekten oluşmuş gibiydi. Üçüncüsü bu adam gülümsediği için yanağındaki gamze ortaya çıkmıştı. Dördüncüsü takım elbiselinin aksine bu sabah tıraş olmadığı belliydi. Beşincisi iri gözleri gülümsemekten kısılmıştı; altıncısı üzerinde takım elbise yerine kısa kollu tişört vardı. Yedincisi ise bu adam gülümsüyordu!. Bunlar farklarıydı. Ortak yönleri ise –ben ortada tek bir benzerlik görüyordum- tek yumurta ikizleri olmalarıydı.
Sarışın kadın hafifçe öksürerek dikkatimi çekti.
''Dikizleme işlemin bittiyse yeteneğin ne söyler misin?'' dedi alaycı bir edayla. Gözlerimi devirmemek ya da kadına dalmamak için kendimi zor tuttum. Şimdi soruya gelecek olursak; dans edebiliyorum, şarkı söyleyebiliyorum. Eee? Hangisini seçecektim ki ben? Boğazımı temizleyip küçüklüğümden beri hayalim olan şeyi dile döktüm.
''Şarkı söyleyebiliyorum! Daha önce hiç eğitim almadım. Ayrıca ortaokulu terk ettim. Bunun bana bir dezavantajı var mı?'' diye hızlı hızlı konuşup hepsinin yüzüne tek tek baktım. Kapüşonlu adam tok sesli bir kahkaha atarken; tek yumurta ikizlerinden sıcakkanlısı ışık saçarcasına gülümsedi. Sarışın kadın ve mahkeme suratı ise kaş çatmakla yetindi.
''Yanlış bir şey mi dedim? Ya da, ne bileyim? Çok mu konuştum? Genellikle çok konuşkan bir insanımdır da!'' dedim gülümseyerek. Bu sefer kapüşonlunun kahkahasına sıcakkanlı yumurta da katıldı.
Kendimi iyice rezil ediyordum değil mi? Ne yapayım, heyecanlanınca çenem açılıyordu ve makineli tüfek gibi artarda kelimeleri sıralıyordum. Susmak ne bilmiyordum.
''Seni sevdim ama son adaysın ve bizim de zamanımız bitmek üzere. Beş dakika içinde yeteneğini göstermezsen-'' sözünün devamını getirmedi ama ben anlamıştım. Annemin dileğini yerine getiremezdim, hayalimi gerçekleştiremezdim. Bu fırsatı da kaçırmış olurdum.
Derin bir nefes aldım ve şarkıya girmek için kendimi hazırladım.
'' You're the light, you're the night-'' ikinci satıra geçemeden kulağıma dolan melodiyle sustum. Bu benim telefonumun melodisiydi. Arkama dönmemle yüzünde endişeli bir ifadeyle kapıda dikilen Apolyon'u görmem bir oldu. Kafasıyla hızla jürilere selam verip yanıma geldi ve telefonu bana uzattı.
Vücudumu bir titreme sararken ruhumun kıvrandığını hissettim. Kalbim kulaklarımda atarken titreyen ellerimle telefonu aldım ve açma tuşuna basıp kulağıma götürdüm.
''Neva Akgün, size üzülerek bildiririm ki, anneniz Fahriye Akgün'ü az önce kaybettik. Buraya gelseniz iyi olur!''