Poyraz koltuğun arkasına başını yaslayıp gözlerini kapattı. Önünde uzun saatli bir uçuş vardı. Amerika'ya gelirken kafasındaki soru işaretleri orada bulunduğu on beş gün boyunca silinmiş fakat yalnız kaldığı ilk anda tekrar başına üşüştü. Irmak ile iki yıldır devam ettikleri ilişkileri vardı. Amerika, Türkiye arasında geçen ilişkileri düzenli devam ediyordu fakat Poyraz bir süredir rahatsızdı. Yılda iki bazen üç defa görüşüyorlar onun dışında farklı kıtalarda yaşıyorlardı. Ne Poyraz, Irmak'ın yanına gidebilirdi ne de Irmak babasının işini bırakıp Türkiye'ye dönerdi.
Irmak güzel bir kadındı ve bir erkeğin arayacağı tüm özelliklere sahipti. Düzgün vücudu, alımlı tavırları, bilgisi ve sadakati ile karşıdan bakıldığında doğru bir kadındı fakat tüm bu özelliklerine rağmen ondan uzak olduğu zaman kendini yalnız hissediyor, yanında olacak bir sevgiliye ihtiyaç duyuyordu.
Yıllarca anne ve babasının aşkına şahitlik ederek büyümüş olmanın getirisi olarak o da aynı şekilde sevmek ve sevilmek istiyordu. Uzaktayken resmi yakındayken birleşik bir ilişki onun tanımına uymuyordu.
Irmak ile eğitim sırasında tanışmışlar ve kısa sürede yakınlaşmışlardı. Poyrazın genlerinden gelen cazibesine bilgi birikimi eklenince Irmak kaçmaması gereken bir fırsat olarak ona bağlandı. Poyraz'a nazaran o mutluydu. Her an yanında olup karışan bir adamdansa uzakta her an özlem duyduğu gördüğünde arzu ile birleştiği biri olması daha iyiydi.
Poyraz bu defaki gidişinde ilişkileri ile ilgili uzun bir konuşma yapmayı istemiş olmasına rağmen bunu sezen kadın fırsat tanımadan tüm günlerini doldurarak hatta uzatarak konunun üzerini ustalıkla örtmüştü.
Şimdi Poyraz uçağın içinde aynı duyguları ile boğuşuyordu. Irmak'ı seviyordu ama aşk yoktu. Sanki olması gereken biriydi, anlaşma gibi, kural gibi. Birkaç defa Türkiye'ye dönmesini söylediğinde karşı taarruz gecikmeden gelmiş "Sen Amerika'ya yerleş, seni orada tutan bağın yok" demişti kadın. Zaten o gün Poyraz, Irmak'tan soğumaya başladı. Herkesin bildiğini Irmak da biliyordu fakat tek fark herkes bildiklerini önemsemiyordu. Irmak ise gözüne sokar gibi söylemişti kalbini acıttığını bile anlamayarak.
Poyraz daha altı aylık bir bebekken doktor olan anne ve babası ile çıktıkları tatilde trafik kazası geçirmişler, genç çift orada ölmüştü. Burnu bile kanamadan kurtulan bebeğin hayatı o gün değişti. Bakacak yakını olmadığı için yetimhaneye getirilmişti. Sarışın, tosun gibi tatlı bir bebekti. Gören ona hayran kalmıştı.
Yetimhaneye getirildiği gün şimdiki babası Yiğit Çelikkol da oradaydı. Yiğit de bu yetimhanede büyümüş sonrasında okuyup kendine destek olan patronu sayesinde yıkılmaz bir adam olmuştu. Bu süre zarfında büyüdüğü yetimhaneden elini çekmeyerek yenilemiş ve çocukların eksikleri olmaması için çalışmıştı. Her on beş günde bir ziyaretlerinden biriydi Poyraz'ın geldiği gün. İlk o kucağına almıştı. Başka bakıyordu Poyraz ona, ayrılamadı, bırakamadı. Parmağı sıyrılsa Yiğit'e haber veriyor koşup geliyordu. İlk adımlarından ilk kelimelerine kadar şahitlik etmişti küçük oğlana.
Evlendikten sonra karısının da isteği üzerine Poyraz'ı evlat edindiler. Altı yaşındaki oğlan ürkekçe girdiği evde güven ve huzur içinde büyümüş birde ikiz kardeşleri olmuştu. O artık Poyraz Çelikkol'du. Yiğit Çelikkol'un oğlu, değerlisi idi.
Şimdi yirmi sekiz yaşına gelmiş babası ve amcası ile holdingi yönetiyordu. Amcası Sarp hayatta sadece annesi olan bir gençken sokakta çok zorda kaldığı bir gece Yiğit tarafından kurtarılmıştı. Başlarda Yiğit onun asiliği ile çok uğraşsa da zaman içinde birbirlerine kardeş olmuşlar ve hayatı paylaşmaya başlamışlardı. Yiğit onu işe ortak ettikten sonra eşleri ve çocukları ile ayrılmadan yaşamaya devam ediyorlardı. Onlar kan bağı olmadan aile olabilmenin en güzel örneğini herkese göstermişti.
Aklına kardeşleri gelince kendi kendine sırıttı. Özlemişti kavgacı ikizleri. Biri kız diğeri oğlan olan çift yumurta ikizi kardeşleri ile tek baş edebilen oydu. Annelerinin bile sözünü dinlemezken Poyraz'ın bir bakışı yeterdi. Hayrandı onlar ağabeylerine. Birde Sarp amcasından olma kuzenleri vardı. Pelin ve Ege... Pelin ikizlerle aynı yaşta, Ege ise en küçükleri...
Beş kişilik sağlam bir ekipti onlar. Poyraz yönetimde babası ile çalışırken kardeşi Cenk sahada olmayı seviyordu. Personel ile ilgili tüm işlerden o sorumluydu. Diğer kardeş Doğa adı gibi doğa aşığı olduğu için peyzaj mimarı olmuş çevre düzenlemesi ondan soruluyordu. Kuzeni Pelin, annesi gibi yemek yapmayı çok sevdiği için mutfaktan ayrılmak istememiş fakat babası kızı gözünün önünden ayrılmasın diye biraz baskı ile işletme okumasını sağlamıştı. Pelin başta itiraz etse de şimdiki halinden memnundu. Ailece çalışıyorlardı. Bir tek Ege henüz okulu bitmediği için arada gelip gidiyordu. Yakında o da iç mimar olacaktı.
Poyraz uçaktan inip bavulunu aldıktan sonra saat farkının ve uzun uçuşun yorgunluğu ile ağır adımlarla yürümeye başladı. Kayan kapı açıldığında sırıtan dörtlü karşısında hazır kıta bekliyordu. Dayanamayıp kahkaha attı. İşi ve okulu ekip ağabeylerini karşılamaya gelmişlerdi. Bunu için uzun bir fırça yiyeceklerini bilseler de umursamazlığı tavan yapıp telefonlarını bile kapatmışlardı.
Her zaman olduğu gibi önce kızlar atıldı boynuna ardından erkekler. Çıkardıkları gürültü ve sevinç gösterileri etraftakilerin dikkatini çekmiş, bir ünlü gibi karşılanan adama gözlerini ayırmadan bakmaya başlamışlardı.
Ege fırlamalığını göstermeden rahat edemeyeceği için kendilerini izleyen kızlardan birini gözüne kestirip usulca yanına yaklaştı. "Tanımadınız galiba"
"Yok, tanıyamadım"
"Hi! Bu dediğinizi kimse duymasın, çok ayıplarlar. O Poyraz Çelikkol, tanımayan yoktur"
"Yaa öyle mi?"
"Ben onu yakından tanırım, sende tanışmak istersen telefonunu ver, aratayım"
Kız şaşkınca "Şey... Ben..." derken babasının seslenmesi ile gitmek zorunda kaldı. Ege dudak büküp kardeşlerinin yanına geldi. Cenk ensesinden tutup kendine çekti "Ne oldu? Baba engeli mi çıktı?"
Ege memnuniyetsizce yüzünü buruşturdu "Tam telefonunu alıyordum, kaçtı" kızlar iğrençmiş gibi bakarken Cenk gülüyor, Poyraz her zamanki sakinliği ile hafif bir gülüş sunmuştu. Poyraz genelde laf salatası yapmaz konuya nokta atış yaparak sonlandırırdı.
Eve geldiklerinde emektar Zehra Hanım dışında iki çalışandan başka kimse yoktu. Poyraz biraz dinlenmek istediğini söyleyerek odasına çıktı. Ayrı olduğu bu on beş gün bile çok özlemesini sağladı. Burada bağı olmadığını söyleyen Irmak çok yanılıyordu. Köklerine kadar bağlıydı o. Kadının söylediği aklına gelince bir anda içinde filizlenen öfkeyle bavulunu fırlatır gibi kenara attı. Bedenin yorgunluğuna dayanamayıp kendini yatağa bıraktı.
Duyduğu fısıltılı konuşmalara daha fazla tepkisiz kalamayarak gözlerini açtı. Yatağının ayakucunda bağdaş kurmuş sessizce konuşan kardeşlerini gördü. Ne kadar uyuyabildiğini bilmiyordu fakat yetmediği kesindi. Dirseklerinin üzerinde doğruldu, çatık kaşları ile baktı.
"iki koca evde konuşacak başka yer bulamadınız mı?"
Cenk abisi ile yaptığı özel sohbetleri en çok özleyen olarak atıldı.
"Hadi uyan artık ya... Gözlerin şişti uyumaktan"
Poyraz hafif uzun şekilli sakallarının olduğu çenesini ovdu
"Oğlum kaç saattir uçuyorum, günüm geceme karışmış, rahat bıraksanıza"
"Akşam oldu, bak öğrendin işte. Hadi kalk, birazdan babamlar gelir. Fırça seansını kısaltmamız için seni görmeleri lazım"
Poyraz oflayarak üzerindeki pikeyi attı. Ayağa kalktığı anda aşağıdan Sarp'ın gürlemesi duyuldu. Tüm gün çocuklara ulaşamadıkları için deliye döndükleri için sinirleri tepelerinde eve gelmişlerdi. Tabii Poyraz'dan haberleri yoktu.
"Hemen aşağıya inmezseniz ben gelir teker teker bacaklarınızı kırar, ayrı odalara yatırırım. Bir daha birbirinizi bok görürsünüz"
Belki bacaklarını kırmazdı ama benzer bir uygulama yapmaması için sırayla odadan çıkıp alt kata inmeye başladılar. Kızları önden yürümeleri için iteklemişlerdi. Çünkü Yiğit ve Sarp kızlar konusunda oldukça hassastı.
Merdivenin altında elleri belinde ateş saçan iki baba hiç de iyiye işaret değildi. Kızlar bile bunun altından kalkamayacaklarını düşünüyorlardı. İkisi aynı anda azar seansına başlamıştı ki Poyraz kardeşlerinin arkalarında belirdi.
"Benim için işi ekmişler. Onlara boşuna kızmayın"
Yiğit oğlunu karşısında görünce tüm siniri unuttu. Kollarını açıp kendisinden daha uzun olan oğluna sıkıca sarıldı. Ardından Sarp da özlemini giderdi.
"Neden geleceğini söylemedin oğlum"
"Sonra telaş yapıyorsunuz. Annem sanki her defasında askerden gelmişim gibi davranıyor. Bu arada o nerede?"
Zeynep ve Ayşe "Biz geldiiikkk" diyerek içeri girdiler. Zeynep, Poyraz'ı görünce gözleri doldu, çenesi titremeye başladı. Poyraz gülümseyip babasına annesini işaret etti "Bundan söz ediyordum" dedi. Annesi küçük bir çocukmuş gibi severken, Poyraz sıkılan boynundan nefes alamadığı için zorla "Anne dur" diyebildi.
"Aşkım öldüreceksin beni. Ayşe'me de sarılayım azıcık"
Poyraz'ın Ayşe teyzesine aşkı ilk gördüğü güne dayanıyordu. Onun siyah saçları ve menekşe gözlerine bayılıyordu. Küçüklüğünde onunla evlenmek istemiş fakat Sarp'a kaptırdığını kabullendikten sonra senin gibi birini bulacağım derdi. Hala fikri değişmemişti. Gerçi Irmak'ın alakası bile yoktu. O sarışın, ela gözlü bir kadındı. Evet, güzeldi ama Ayşe'nin eline su dökemezdi.
Sarp karısını kendine çekti. Bu oğlanı karısından uzak tutamıyordu. Sevgilisi olunca geçer sanmıştı fakat Ayşe aşkı asla tükenmiyordu. O benim der gibi iki koluyla sıkıca sardı karısını.
"Aman yemedik karını, kıskanç amca"
"Sen evlen bende senin karına aynısını yapacağım. Bak bakalım nasıl oluyormuş"
"Sonrada Ayşecim boynunu kırsın"
Sarp karısının suratına bakıp emin oldu "Kırar, yapar benim Ayşecik'im"
Konuşacak çok konu vardı ama gece kısaydı. Gençlerin azarı Poyraz'ı görünce unutuldu. Poyraz koltukta kaykılarak oturmuş ve başını geriye yaslayarak sohbete katılıyordu. Çok yorgun olmasına rağmen etrafında cıvıltı ile konuşan ailesi olmayı seviyordu. Sesler ona müzik gibi gelmeye başlayınca gözleri kapandı. Her biri uyuyup kalan Poyraz'ın yanağından öpüp sessizce ayrıldılar. Bir tek anne ve babası iki yanında kalmıştı.
Zeynep oğlunun sakallı yanaklarını sevdi, Yiğit hafif uzun saçlarını geri itti.
"Böyle gidiyor ya, bir gün geri gelmeyecek diye ödüm kopuyor"
"Onun kararı sevgilim biz sadece destek olabiliriz."
"Ben dayanamam Yiğit."
Gözleri dolan karısının yanağını okşadı. "O bizim oğlumuz ve en doğru kararı verir." Dedi. Artık taşıyamayacakları için hafif dürterek uyandırdılar. Poyraz uyanıp etrafına baktı. Kimseler kalmamıştı.
"Herkes nerede?"
"Kalk bakalım koca adam artık seni taşıyamıyoruz. Uyku saati"
Poyraz avuç içleri ile gözlerini ovuşturdu. Annesini öpüp babasına sarıldı. Sallanarak odasına gidip uyumaya devam etti.
Meltem...
Tam on beş gün geçti ve ben hala çalışıyorum. Buna ben bile zor inanırken sizi nasıl inandırayım. İlk günümü ömrüm boyunca unutmayacağım. Bana yarın işe başla dedikleri için erkenden kalkıp koşarak gelmiştim. Geldim ama ne yapacağımı bilmiyorum. İşe alınınca normalde sorulması gereken sorular vardır fakat ben bu sorularının varlığını akşam sorguya çekildiğimde öğrendim. Annem, babam tabii ki teyzemin verdiği soru kitapçığını boş teslim etmek zorunda kaldım. Ben boş soru kitapçığı teslimatı konusunda uzman olsam da onlar durumdan pek memnun kalmadılar haliyle. Aman dedim öğrenirim nasıl olsa. Ya ben başlangıç yapmışım, ilk adımı atmışım bundan daha değerli ne olur?
Restorandan içeri girdim. Belli ki patronlarımda yeni gelmiş ortalığı düzenliyorlardı. Gülümseyerek bana aynı anda "Günaydın" dediler. Karşımda hep anne ve teyzeden oluşan ikiliye alışık olduğum için patronlarımın sıcacık tavırları başta garibime gitti. Günler geçtikçe doğal halleri olduğunu öğrendim. Onlar herkese karşı güler yüzlü olan insanlardandı. Çok tatlılar ya...
Bana buranın işleyişini anlattılar. Sözü biri bırakıyor diğeri alıyordu. Bunu öyle ahenk içinde yapıyorlardı ki ben tenis maçı izler gibi sessiz, başımı bir sağa bir sola çevirip dinliyordum. Aslında bilmediğim şey değildi yapacaklarım. Aybaşında liste hazırlanıyor, her gün ne pişirileceği belirleniyordu. Sabah listeye bakıp eksik varsa tamamlanıp yemekler pişiriliyordu. O gün patronlardan birinin canı farklılık isterse sürpriz yemek veya tatlı olarak sunuluyordu. Bu tamamen keyfi bir durumdu.
Zaman içinde fark ettim ki müşteriler bu ufak sürprizleri dört gözle bekliyorlardı. Akşama doğru yemekler bittiğinde de etraf toparlanıp evlere dağılıyorlardı. Bu kadar... Bu işletme tamamen onların hayallerini gerçekleştirmek için hiçbir kar amacı gütmeden eşleri tarafından onlara hediye edilmiş bir yerdi. Kazandıkları para çok değildi ama onlar çok mutluydu. Beni de mutluluğa dâhil ettiler.
Yemek yaparken benim kısa hayat hikâyemi de öğrenmişlerdi. Hayallerimin peşinden koşmam için bolca nasihat dinlemiştim. Onlarda koşmuş ve ulaşmıştı. Bu bana heves verdi. İlk işim aile gibi bir yerde başlamıştı. Gerçekten mutlu hissetmeye başladım. İçim enerji doldu. Sabah erkenden geliyor, akşam gitmek bile istemiyordum.
Yoğun geçen öğlenin hemen ardından mutfakta müziğimi açmış bulaşıkların üzerindekileri fırçalayıp makineye yerleştirmeye başlamıştım. Öğle tatili bittiği için artık az gelen olurdu. Yanıma Zeynep Hanım geldi. Beni müşterilerin oturduğu salonu gören pencereye çevirdi.
"Şu soldaki masada tek başına oturan yakışıklı beyi görüyor musun?"
Görmek? Gerçek görmek mi yoksa hayal görmek mi? Baktığım varlığın hayal olma yüzdesi oldukça yüksek. Kumral saçları yandan geriye doğru akar gibi dururken, güçlü çenesini ortaya çıkaran hafif uzun sakalları vardı. Üzerindeki takım elbise mankende bile bu kadar gösterişli duramazdı. Oturduğu halde boyunun uzun olduğu anlaşılıyordu. Ben ki onlarca yabancı mankenin takipçisiyim, bu gözler böylesini daha önce görmedi.
"Analar böyle mükemmelini doğurmuş ben nasıl görmeyeyim?"
Zeynep Hanım önce şaşırdı sonra kıkırdadı. "O beye yemek götürür müsün? Karnı çok acıkmış" dedi ardından. Ben bu adama ne isterse götürürüm. Kıyamam karnı acıkmış, koş Meltem yetiş, kurtar yakışıklının hayatını. Allah muhafaza kan şekeri düşer falan.
"Hemen" diyerek tabakları tepsiye dizdim, içlerine yemekleri koydum. Tabağın kenarına damlayan yağı bile peçete ile sildim. Düşünün yani özeni. Değer mi? Değer. Tepsiyi dikkatle kaldırdıktan sonra masaya doğru yürüdüm. Bu kadar yaklaşmışken biraz bakıp sevap kazanayım dedim ama yapamadım. İlk göz temasında elim ayağıma dolaşır gibi olunca gözlerimi tabağa çevirdim.
Hani bir yere bakarken diğer yönü de hayal meyal görürsünüz ya... Onun bakışlarının üzerimde olduğunu hissettim. Üç kap yemeği önüne bıraktıktan sonra "Afiyet olsun" dedim. Karşılığında teşekkür bekliyor insan haliyle de bizim karizmadan tek kelime bile çıkmayınca tekrar baktım. Neden gözlerini dikmiş bana bakıyor bu? Sırıtsam yanlış mı anlaşılacak? Bende onun gibi baksam... Yok, bilemedim. En iyisi daha fazla burada durmamak... İki adım geri sonra bedenini geri döndür ve yürü Meltem.
Mutfağa girer girmez pencereden benim onu görebileceğim ama onun beni göremeyeceği şekilde saklanarak izledim. Başta yemeğine dokunmadı. Uzaklara dalıp gitti. Ay bir derdi mi var acaba? Açtın hani canım, başlasana. Çatalına uzanmadan önce iki eliyle yüzünü ovuşturdu. Yemek duası mı etti de ben anlamadım. Çatalın ucu ile yemeğini biraz dürtükledikten sonra başını iki yana salladı ve yemeye başladı.
Her hareketini adım adım takip etmeme rağmen pek bir şey anlamadım. Zeynep Hanım yanına gidip bir şeyler söylediğinde ona bakıp gülümsedi.
"Çok bakma, çocuğun boğazında kalacak"
Yakalandım. Şu yerde bir yarık olsa ne iyi olurdu. Ben sık sık yerin dibine girmek istediğim için kolaylık olurdu. Zeynep Hanım bankaya gidip geleceğini söyleyerek burayı bana emanet etti. Restoran bana emanet, hallederiz en alasından.
İki kişiye daha servis yaptım. Dönerken yakışıklım su istedi.
"Su mu içeceksiniz?"
"Bir sakıncası mı var?" dedi o derinden gelen, tüyleri diken diken eden sesiyle.
"Yemek öncesi veya sırasında su içerseniz tıkanırsınız. Boş yere midenizi su ile doldurup az yemek yersiniz ve almanız gereken besinleri eksik alabilirsiniz. Bence siz suyunuzu yemek bitince için. Hem ağzınızın içi hem de yemek borunuz temizlenmiş olur"
Yine gözlerini dikti. Yanlış bir şey demedim ki, iyiliği için söyledim. Söyledim de bana ne dimi?
"Küçük hanım rica etsem su getirir misiniz? Boğazıma takılan ekmek parçası ile boğulmaktansa eksik besin almayı tercih ederim."
"Ha... O nedenle... Tabii o zaman durum başka, ben su getireyim"
Suyunu içip yemeğini yedikten sonra ağzını sildi ve ayağa kalktı. Koş Meltem hesap alma zamanı. Minik kutuyu önüne koydum ve geri çekildim. Bir kutuya baktı bir bana. Parayı kutunun içine koyması gerektiğini anlamıştır herhalde. Dudağının yanı minik mini minnacık yukarı kalktı indi.
"Zeynep Hanım'a onu öptüğümü söylersiniz"
"Bir dakika ne öpücüğü?"
"Ayşe Hanım'a da öptüğümü söyleyin" dedi ve gitti, hesabı bana kilitleyen adam. Bir soru daha sorsam beni mi öpecekti? Yani olur öpebilir de alışkanlık haline getirmesi hoş olmaz. İlk defa restoran bana emanet edildi ve ben hesap yerine öpücük aldım. Bu ne yüzsüzlük canım. Benimde hesap verdiğim patronlarım var. Alın size hesap diyerek öpemem ya onları. Of be karizma dedik, yakışıklı dedik adam beleşçi çıktı.
Zeynep Hanım geldiğinde ben ona ne diyeceğimi kara kara düşünüyordum. Sandalyeye oturmuş kollarımı önüme bağlamışken eğilip yüzüme baktı ve ne oldu der gibi göz kırptı.
"Hani şu tapılası yakışıklı adam var ya... Hesap ödemeden gitti. Size ve Ayşe Hanım'a öpücük bıraktı. Üzerine de gidemedim sıradan gidiyor beni de öper falan diye..."
Kadın sanki karşısında komedi oyunu sergiliyormuşum gibi güldü. "Arada olur öyle" dedi umursamazca. Ne yani şimdi bizim hesap alımlarımız para ve öpücükle mi oluyor? Ben anlamadım ki bu rahatlığın nedenini. Normalde şu an azar işitiyor olmam gerekiyordu. İş dünyası ile ilgili kitap okumadım desem, okudum. Makro ekonomi, mikro ekonomi, her yerde bir para var. Hiç öpücüğe rastlamadım. Deneyim burada devreye giriyor demek ki. Her şey yolunda giderken anlamlandıramadığım olayın kocaman soru işareti ile eve döndüm.