Ertesi sabah, Mehmet erkenden evden çıktığı için yine kahvaltıda yoktu. Müzeyyen, babaannesi ve Nilda'ya bakarak, "Cumartesi cumartesi ne işi bu, anlamadım. Adam yarın evleniyor ama aklı fikri çalışmakta. Ruhu ölmüş bunun ruhu!" dedi.
Cahide ona ters ters bakıp, "O zaten evli değil mi?" diye cevap verdiğinde, Müzeyyen bakışlarını bu sefer de Nilda'ya çevirdi. "Bu evde ruhu ölen sadece kardeşim değil galiba."
Babaannesi onun alışık olmadığı alaycılığına sinirlenerek, "O ne biçim söz öyle!" dese de genç kadın umursamadı. Onun gündeminde daha önemli konular vardı. Nilda'nın gelinliğinin son provası gibi. Ama bu durum yaşlı kadının hiç hoşuna gitmiyordu. Çünkü Müzeyyen, Cahide'yle normalde bu üslupla asla konuşmazdı. Ta ki küçük cadı evlerine gelene kadar!
Evde Cahide ve Nilda, istemedikleri düğünün hazırlıkları yüzünden zor anlar yaşarken, Mehmet ise ofisinde sinirden çıldırmak üzereydi. Son on gündür, bir kere bile gülümsediğini görmediği karısı, gece yarısı Oktay'la birlikte mutfakta katıla katıla gülüyorlardı. O gülücüklerin sebebinin başka bir adam olduğunu bilmek, canını o kadar sıkıyordu ki öfkeden yerinde duramıyordu. Sonra bir an babaannesinin uyarılarını hatırlayıp odanın ortasında durdu. "Oğlum, kurttan kuzu doğmaz. O kız da anası gibi şeytan!" Kendi çatısı altında, karısı kardeşini baştan çıkartmaya çalışıyor olabilir miydi? Belki kızı da annesine çekmişti. Düşündükçe dişlerini sıkmaktan çenesinin sızladığını hissetti. "Bu kadarına da cesaret edemez!" dedi kendi kendine. Sabaha kadar gözünü kırpmadığı için uykusuzluktan saçmalıyor olabilir miydi? Bir süre daha içini kemiren varsayımlarla saatine baktı. Öğleden sonra üç olmuştu. Aslında normalde cumartesileri öğlene kadar çalışırdı ancak bugün eve gitmek hiç içinden gelmiyordu.
Müzeyyen'le modaevinden çıktıktan sonra eve dönen Nilda, yatağında son günlerde yaşadıklarını düşündü. Hayatı bilinmezlikler içinde mutsuzluk ve korkularla geçerken sanki başka derdi yokmuş gibi bir de başına düğün çıkmıştı. Gelecek günlerde onu nelerin beklediğini bilmeden yaşamaya çalışmak, her geçen gün daha da zorlaşıyordu. Ne kadar kırgın olsa da ailesiyle yaşadığı günleri arıyordu. Annesine sarılmayı, babasıyla eski günlerde olduğu gibi satranç oynarken iki arkadaş gibi sohbet etmeyi özlüyordu. Anne ve babasının boşanmasından daha kötü bir şey olmayacağını düşünmekle ne kadar aptallık ettiğini ilk kez o an anladı. "Meğer daima kötünün daha da kötüsü varmış," dedi kendi kendine.Aklından geçenler yüzünden iyice bunalınca, çareyi tıkılıp kaldığı odasından çıkmakta buldu. Yağmur hazır durmuşken, bahçede toprağın kokusunu soluyarak nefes aldığını hissedebilirdi. Odasından çıkıp, aşağı kata indiğinde Müzeyyen'in antrede genç bir kadınla konuştuğunu gördü. Onlara yaklaştığında Müzeyyen'in kadına, "Derslere bir süre ara mı versek? Bu aralar iyice içine kapandı," dediğini duydu. Nilda onların konuşmalarını bölmemek için sadece başıyla selam verdi. Bu sırada içeriden piyano sesi duyuldu. Hazal çalmaktan ziyade, piyanonun tuşlarına rastgele dokunuyordu. Müzeyyen'in yanındaki öğretmen, başını olumsuz anlamda sağa sola sallayarak, "Bu duruma gelebildiğine inanamıyorum. Oysaki çok yetenekli bir çocuktu," dedi.
Nilda bahçeye çıkmaktan vazgeçerek, salona gittiğinde Hazal piyanodan nefret eder gibi hırsını çıkartıyordu. Genç kızı görünce tuşlara dokunan parmaklarını kucağına indirdi. Sanki utanmış gibi başı yerde, boş boş önüne bakıyordu. Çocuğun hâline daha çok üzüldü. Yanına yaklaşarak kızın yanındaki boş taburenin önünde durdu. "İzin verirsen oturabilir miyim?"
Hazal konuşmak yerine başıyla onay verdiğinde yanına oturdu. "Piyanonu kullanabilir miyim?" diye sordu bu kez. Bir kez daha aynı şekilde cevap aldı.
Çocuk, yanındaki kızın ne yaptığını anlamaya çalışarak beklerken, Nilda gözlerini kapatıp tuşlara dokunmaya başladı. İlkokul yıllarından beri enstrümanlara karşı hep ilgisi olmuş, hatta lise yıllarında piyano dersi almış, o günden beri çalma tutkusundan vazgeçmemişti. Salonu dolduran müzik sesini duyan Müzeyyen, müzik öğretmeniyle vedalaşıp, salona döndüğünde Nilda'yı hayranlıkla izleyen kızını görmeyi beklemiyordu. Nilda çaldığı parçayı bitirdiğinde, Hazal'a bakarak, çaldığı şarkıyı sevip sevmediğini sordu. Lakin küçük kız cevap vermedi. Onunla kolay iletişim kuramayacağını bildiği için şimdilik üzerine gitmemeye karar verdi. "Hazalcığım, madem konuşmayı sevmiyorsun, o zaman seninle anlaşabilecek başka bir yol bulmalıyız. Mesela; evet demek istediğinde, gözlerini bir kere, hayır demek istediğinde iki kere kapatıp açmanı istesem kabul eder misin?"
Hazal'ın cevabını Nilda kadar, onları izleyen Müzeyyen de umutla bekliyordu. Küçük kız, önünde birleştirdiği elinin parmaklarıyla oynarken her zamanki gibi soğuk ve durgun görünüyordu. Kısa bir süre bekledikten sonra başını kaldırmadan, yerinden kalkıp odasına gitmek için çıkış kapısına yöneldi. Nilda, onun arkasından bakarken duyguları altüst oldu. O, daha oyun çağında küçücük bir çocuktu. Ama Hazal akranları gibi koşup oynamak yerine kendi dünyasına hapsolmuş, çevresindekilere kendini tamamen kapatmıştı. Annesi dışında, zaman zaman sadece Oktay'a tepki veriyordu. Tabii ona da tepki denirse... Nilda'nın gözlerindeki üzüntüyü gören Müzeyyen, ona yaklaşıp yüzene bakması için parmağının ucuyla çenesini yukarı kaldırdı. "Lütfen üzülme. Hazal aylardır hepimize karşı böyle."
Akşam yemeğinde Mehmet dışarıda, Oktay ise Kıbrıs'ta olduğu için sadece kızıyla birlikte Müzeyyen, Cahide ve Nilda vardı. Yemek sonrası genç kız, Cahide'nin sinir bozucu bakışlarına dayanamayarak yorgun olduğu gerekçesiyle odasına çıktı. Son günlerde, Mehmet'in ortalarda fazla görünmemesinin sebebinin kendi olup olamayacağını düşünürken göz kapakları yavaş yavaş ağırlaşmaya başladı. Tekrar kendine geldiğinde saatler gece yarısını göstermek üzereydi. Yataktan çıkmadan, başucundaki telefonuna uzanıp ailesinin ve Behiye'nin birkaç gün önce gönderdiği fotoğraflara bakmaya başladı. Mezuniyet gününde, doğum günlerinde, Behiye'nin pastanesinde çekilen fotoğraflara bakarken akmakta direten gözyaşlarına inat gülümsemeye çalıştı. Sevimli, bir o kadar da yaramaz olan köpeğinin fotoğrafına bakarken aklına Mehmet'le karşılaştığı o gün geldi. Her şey telefonun ekranından kendine bakan şirin köpeğiyle başlamamış mıydı? Belki de yaşadıkları baştan sona genç adamın kurgusuydu, kim bilir?
O bunları düşünürken, koridorda duyduğu ayak sesiyle cep telefonunu hızla başucundaki komodinin üzerine bırakıp yatak örtüsünü başına kadar çekti. Duyduğu ses Mehmet'ten başkasına ait olamazdı. Cahide'nin topuklu ayakkabılarının aksine bu ses daha tok geliyordu. Kendinden emin, yere sağlam basan bir adamınki gibi. Tahminlerinde yanılmadı. Birkaç saniye sonra odanın kapısı açıldı ve odaya giren kişi tam yatağının önünde durdu.
Mehmet, yatakta yatan Nilda'ya baktıkça daha da sinirlendi. Onu gördüğü ilk günden beri, kendini her an patlamaya hazır volkan gibi hissediyordu. Bu kız, bu evde olduğu sürece içindeki kasırga hiç dinmeyecekti, biliyordu. Yumruklarını sıkarak, onu izlerken aklına bir önceki gece yarısı Oktay'la mutfaktaki görüntüleri geldi. Sonra Müzeyyen'in telefonda, Nilda'nın çok güzel piyano çaldığını, hatta Hazal'ın ondan çok etkilendiğini söylediğini hatırladı. Bu kız ne yapmaya çalışıyordu? Amacı evdekilerin kalbini kazanıp onları kafaya almaksa bunu başaramayacaktı. Hele de Oktay'ı baştan çıkarmasına asla izin veremezdi. Gerçi kardeşi, ağabeyinin karısına bu fırsatı verecek bir alçak değildi. Siniri her geçen an daha da büyüyerek, öfkeye dönüşürken, "Uyumadığını biliyorum, kalk!" dedi.
Nilda, derin bir uykudaymış izlenimi vererek onu duymuyormuş gibi yapsa da Mehmet odaya girdiğinde başucuna bıraktığı cep telefonunun ekran ışığını görmüştü, uyumadığını biliyordu. "Sana kalk dedim!" diyerek, kolundan tutup çekiştirdi. Nilda, bu adamın kaba ve kötü olduğunu bilmesine rağmen, her çirkin davranışına ilk kez yapıyormuş gibi şaşırıyordu.
Ona karşı koymak için, "Bırak beni!" diyerek çırpınsa da Mehmet sayesinde yataktan çıkmak zorunda kaldı. Şimdi tam karşı karşıyaydılar. Aralarında sadece birkaç santim vardı.
Genç adam öfkeli anlarında olduğu gibi karanlık ve ürkütücü görünüyordu. Nilda, o an onu bir canavara benzetirken kendisini de o canavarın karşısında o kadar küçük hissetti ki...
Korkuya kapılmaya başladığında, Mehmet üzerine yürüyerek, "Sen ne yapmaya çalışıyorsun?" dedi.
Nilda, onun ne demek istediğini anlamadı. "Ne yapıyormuşum ki?"
Onun yeni bir numara yaptığını düşünen genç adam, Nilda'nın kolundan tutup sürükler gibi balkon kapısına götürdü. Kapıyı açıp dışarıya çıkarttı. "Soğukta dışarıda biraz kalırsan belki aklın başına gelir!" diyerek kapıyı üzerine kilitledi. Sonbahar bitmek üzereydi ve geceleri hava artık daha soğuktu. Nilda, incecik pijamasının içinde titreyerek kollarıyla kendi vücudunu sardı. Kızaran gözleriyle camın diğer tarafındaki adamla göz göze bakarken bir karar verdi. Bir daha onun karşısında bu kadar âciz görünmeyecek, bir damla gözyaşı dökmeyecekti.
Mehmet, Nilda'nın bakışlarından rahatsız olarak hemen arkasını döndü. Onu dışarıda bıraktığı için az da olsa hıncını almıştı. Aldırmıyormuş gibi görünerek, genç kızın yatağına gidip uzandı. Saatine baktığında vakit gece bir buçuğu gösteriyordu. İçinden Nilda'ya hitaben "Sana bir on beş dakika yeter," dedi. İşte tam bu sırada odanın kapısı çaldı. Ardından Müzeyyen'in telaşlı çıkan sesi duyuldu. "Mehmet bir bakar mısın? Çok önemli!"
Hemen ayağa kalkıp ablası görmesin diye balkon camının perdesini kapattı. Sonra vakit kaybetmeden kapıyı açtı. "Hayırdır abla, bu saatte?"
Müzeyyen panik hâlinde, "Babaannemin tansiyonu çok yüksek. İlaçlarla düşüremediğimiz için hastaneye gidiyoruz," dedi ve içeriye baktı. "Nilda yok mu?"
Mehmet, konuyu değiştirmek için ablasının kolunu tutarak dışarıya yönlendirdi. "Nilda banyoda. Ben ona yolda haber veririm. Hadi gidelim," diyerek Müzeyyen'le birlikte babaannesini hastaneye götürmek için evden çıktılar.