Akşam yatağına uzanan Nilda, ertesi günü düşündükçe sabah olmasını istemedi. Kimdi bu adam, hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Karşı evde yaşayan, en fazla otuz yaşların]da, kilolu olmasa da çok zayıf da olmayan, siyaha yakın kısa saçlarıyla, esmer uzun boylu bir adamdı. Kadınların nutkunu tutabilecek öyle bir yakışıklılığa sahip de değildi. Sadece kara gözleri... Gözleri çok başka bakıyordu. İnsanı ne kadar huzursuz etse de içine çeken bakışları, tuhaf bir havası vardı, o kadar. Ve kesinlikle akıl sağlığıyla ilgili tereddütleri vardı. Kim, iki üç tane erik için bir kızı tehditle rehberlik etmeye zorlardı ki? Acaba Behiye teyzesine ondan bahsetmeli miydi? Karşı komşusu olduğuna göre belki de tanışıyorlardı. O, aklından bunları geçirirken, yatakta yanında yatan Barbaros aşağıya inip odanın kapısına koştu. Tam bu sırada Behiye odanın girişinde belirdi. "Tatlım, yarın planın yoksa pastanede bana yardımcı olabilir misin? Az önce personellerden birisi arayıp sabah hastanede işi olduğunu söyledi. Öğlene kadar desteğine ihtiyacım olabilir." İlk kez bir konuda kendisinden yardım isteyen Behiye teyzesini kıramazdı. En zor zamanlarında yanında olan kadına yapamazdı. Gülümseyerek, "Tamam," dedi.
Ertesi sabah aynanın karşısında saçlarını toplarken Barbaros ilgiyle onu izliyordu. Gün içinde iki zorlu görevi vardı ve bunların içinde en çekilmezi şüphesiz, Mehmet ile yapacağı geziydi. Adam sapığa falan benzemese de kesin kaçığın tekiydi. Onu düşünmek içini bunalttı. İşaret parmağını kendisini izleyen sevimli köpeğine doğru salladı. "Hepsi senin yüzünden biliyorsun, değil mi?" Zavallı köpek, suçunu bilirmiş gibi başını patilerinin üzerine eğip, yüzünü saklarken çok sevimli görünüyordu. "Seni şebek, gel buraya!"
Bir süre Barbaros'la vakit geçirdikten sonra saatine baktı. Sekiz olmak üzereydi. Behiye ondan önce evden çıktığı için tek başına hızlıca kahvaltısını yapıp köpeğiyle vedalaştı. Evden çıkıp gezi planını öğleden sonraya ertelemek için Mehmet'in evine yöneldi. Acaba kapısını çalmak için çok mu erken bir saatti? Tereddüt ederek, karşı evin bahçesine girdiğinde gördüğü hummalı çalışmaya şaşırdı. Adamların kimisi kamelyayı onarıyor, kimisi bahçedeki yabani otları temizliyordu. Onlara bakarak, evin giriş kapısına doğru ilerlerken arkasından Mehmet'in sesini duydu. "Randevumuzun saat onda olduğunu sanıyordum."
Olduğu yerde birkaç saniye bekledikten sonra sol topuğunun üzerinde hareket ederek Mehmet'e doğru döndü. "Evet, randevumuz onda ama küçük bir işim çıktı. Sakıncası yoksa şu rehberlik işini, öğleden sonraya erteleyebilir miyiz?"
Genç adam, düşünüyormuş gibi yaparken sağ eliyle yeni çıkmakta olan kirli sakalını kaşıdı. Sonra da umursamıyormuş gibi ellerini ceplerine sokup, arkasını dönerken, "Tamam, öğleden sonra olsun. Saat ikide görüşürüz," dedi.
Onun ukalaca davranışı, kibirli yüz ifadesi ve karanlık bakışıyla sırtını dönmesi, az daha çığlık atmasına neden olacaktı. Bu nasıl bir öz güven, nasıl bir kendini beğenmişlikti, deli olacaktı. Ama şimdi, Mehmet'in sinir bozucu davranışlarını eleştirecek vakit değildi.
Pastaneye gittiğinde Behiye ile masada karşılıklı oturan adam dikkatini çekti. Onlara selam vererek, yanlarından geçerken adamın sözlerini duydu. "Doğum gününde palyaço geleceğine dair söz vermiştim. Şansa bak ki adamın ayağı kırılmış. Annesinin ölümünden sonra ilk kez heyecanlanan oğluma, şimdi ben ne diyeceğim?"
Adamın sesinin çatallaşarak söyledikleri, Nilda'yı çok etkiledi. Mutfağa gitmek yerine geri döndü. Müsaade isteyerek o da masaya oturdu. "Demek bir palyaçoya ihtiyacınız var?"
Behiye, onun sorusunu anlamadığı için yanında oturan adamla birbirlerine baktıktan sonra genç kıza döndü. "Evet, bir palyaçoya ihtiyacımız var da şehirdeki tek palyaçomuz halı saha maçında kaval kemiğini kırmış."
Nilda, annesiz kalan küçücük bir çocuğun mutluluğu için her şeyi yapabilirdi. Çünkü çocuklar onun bu hayattaki en hassas olduğu konuydu. Hiç düşünmeden, "İşte o aradığınız palyaço, tam karşınızda duruyor," dedi. Elini uzatıp, "Ben Nilda," diyerek kendini tanıttı. Adam tokalaşırken, "Kadir," diyerek karşılık verdi. Kızın söylediğine şaşırdığı yüzündeki ifadeden belli oluyordu, sözleri de bunu destekler gibiydi. "Siz ciddi misiniz?"
"Hem de çok! Bana sadece kostüm bulmanız yeterli."
Behiye, Nilda'ya gururlanarak bakarken, Kadir'in sevinçten gözlerinin içi güldü. Minnetle teşekkür ederek, "Yarım saate kadar kostümü getiririm," dedi.
Kadir'in gidişinin ardından genç kız, hatırladığıyla birden ciddileşti. "Ama bugün ben sana yardım edecektim."
Behiye elini Nilda'nın omzuna atarken tebessüm etti. "Sen beni merak etme. Üstesinden gelirim."
Kadir tam da söylediği gibi eski palyaçoya gidip gerekli kostümü aldıktan sonra pastaneye geri döndü. Nilda, pastane çalışanlarının kullandığı soyunma odasına gidip üzerini giyindi, koyu mavi kıvırcık peruğu başına taktı. Palyaçoların olmazsa olmazı kırmızı burun, kostüm çantasından çıkmamıştı ama bunu pek dert etmedi. Geriye sadece yüzünü boyaması kalmıştı ki zaten staj döneminde yaptığı çalışmalarda, bu konuda usta hâline gelmişti. Pastanenin bahçesindeki masada meraklı bakışlar altında, Behiye'nin getirdiği aynaya bakarak, hazırlığını tamamladığında çok şirin görünüyordu. Yapmak istediği son bir şey daha vardı.
Kadir ile birlikte doğum günü pastasını da alıp, yola çıktıklarında Nilda son derece heyecanlıydı. Gidecekleri adrese ulaşmadan önce önünden geçmek üzere oldukları dükkânı işaret etti. "Burada beş dakika durabilir misiniz?"
Arabadan aceleyle inen genç kız, dediği gibi dükkâna girdikten beş dakika sonra elinde bir kafesle geri döndü. "Devam edebiliriz."
Birkaç dakika sonra geniş bahçeli bir evin önünde durdular. Onlar daha kapıya yaklaşmadan süslenmiş bahçede oyun oynayan bir grup çocuk tarafından fark edildiler. "İşte geldiler!"
Çocuklar onları sevinç çığlıklarıyla kapının girişinde karşıladığında Kadir'in gözleri oğlu Emre'yi aradı. İşte oradaydı. Bir ağacın altına oturmuş, kollarını dolayıp kendine çektiği dizlerine boş gözlerle bakıyordu. Aynı anda Nilda da o yöne baktığında doğum günü çocuğunun hangisi olduğunu hemen anladı. Kadir'e "İzin verir misiniz?" dedi. Genç adam gözleriyle onu onayladığında, diğer çocuklara az sonra döneceğini söyleyerek Emre'ye doğru ilerledi. Hayatında gördüğü en mutsuz çocuğun yanı başında durdu. "İzin verirsen yanına oturabilir miyim?"
Emre ne konuştu ne de başını kaldırıp Nilda'ya baktı. Genç kız, elinde tuttuğu, üzerinde kırmızı örtü olan kafesi aralarına bırakıp, yanına oturduğunda kafes çocuğun dikkatini çekti. Buna rağmen konuşmadı. Bir süre sessizce oturdular. Sonunda daha fazla dayanamayan Emre, merakına yenik düştü. "Onun içinde ne var?"
Çocuğun yavaş yavaş çözülmeye başlaması, Nilda'ya cesaret verdi. "Sence?"
Emre ilk kez o an Nilda'nın yüzüne baktı ve gülümsedi. "Ama senin burnun insan burnu. Palyaçoların burnu böyle olmaz ki! Top gibi yuvarlak ve kırmızı olur."
Nilda da onun gibi gülmeye başladı. "Neden olmasın ki? Hem sonuçta biz palyaçolar da insanız. Azıcık kusurumuz olabilir, öyle değil mi?"
Emre'nin yüzü gülerken bir anda ciddileşti. "O örtünün altında ne olduğunu söyleyecek misin?"
Çocuğun aynı soruyu tekrarlaması, genç kızı mutlu etti. Hazır onun ilgisini çekmişken biraz daha meraklanmasını istiyordu. "Tamam, söyleyeceğim ama önce sana bazı ipuçları vereceğim. Bakalım görmeden ne olduğunu tahmin edebilecek misin?"
Nilda'nın söyledikleri, düşündüğü gibi çocuğu daha da heyecanlandırırken ilk ipucunu verdi. "Mesela, iki tane kulağı var."
Emre aldığı ipucuyla tekrar kıkırdamaya başladı. "Ama bütün hayvanların iki kulağı vardır ki!"
"O zaman başka bir ipucu vereyim sana. Rengi beyaz."
Çocuk düşünürken bir yandan da gülümsemeye devam ediyordu. "İyi de birçok hayvanın rengi beyaz olabilir."
Emre'yi daha fazla uğraştırmak istemeyen Nilda, sonunda onun tahminini kuvvetlendirecek ipucunu verdi. "En sevdikleri besin havuçtur."
İşte son duyduğuyla çocuk yerinden kalktı ve heyecanla, "Tavşan!" dedi.
"Doğru tahmin!"
Kafesin örtüsünü kaldıran Nilda, Emre'ye aldığı doğum günü armağanını verip, bir süre daha onunla sohbet ettikten sonra elini tuttu. "Bak, bu bahçede gördüğün herkes senin doğum günün için burada. Artık seni çok seven arkadaşlarının yanına gidelim mi?"
Nilda ve Emre arasındaki iletişimi izleyen Kadir, oğlunun verdiği tepkilere inanamıyordu. Annesinin ölümünden sonra ilk kez bu kadar uzun süreli birisiyle konuşuyordu. Hatta konuşurken arada gülümseyebiliyordu.
Doğum günü partisi başladığında, genç kız günler sonra çocukların arasına karışıp tıpkı onlarla akranmış gibi doyasıya eğlendi; oyunlar oynadı.
Saat bir buçuk olduğunda ise zor olsa da veda vakti gelmişti. Nilda, çocuklarla geçirdiği doğum günü partisinden sonra hemen eve gidip yüzünü temizledi, üzerini değiştirdi. Saat tam ikiyi otuz beş geçe Mehmet'in evinin bahçesine girdiğinde onu bekleyen genç adamla yüz yüze geldi. "Geciktiğim için özür dilerim ama işim biraz uzun sürdü."
Eve, Nilda'dan yirmi dakika önce gelen Mehmet, gün boyunca onu uzaktan izlemişti. Pastanenin bahçesindeki masada palyaço kostümüyle yüzünü boyarken, tavşanı alırken, evin bahçesinde mutsuz bir çocuğu gülümsetirken ve etrafındaki en az yirmi çocukla şarkılar eşliğinde kahkahalar atarak, dans ederken gözünü üzerinden ayırmamıştı. Bütün bunlara rağmen sanki onun söylediklerini önemsememiş gibi, "Özrünü kabul ediyorum. Hadi gün bitmeden bir an önce çıkalım," dedi. Nilda bir kere daha sinirlense de öfkesini belli etmek yerine kapıya doğru yürüdü.
Güne önce, şehrin otuz kilometre kadar dışında kalan tarihî kaleyi gezerek başladılar. Nilda, Behiye'den öğrendikleri kadarıyla kalenin tarihini anlatırken, Mehmet'in kendisine olan bakışlarından rahatsızlık duyarak yüzünü başka yöne çevirdi. Adam kaleden çok onunla ilgileniyor gibiydi. Bir yanı bu ilgiden hoşlansa da diğer yanı rahatsız oldu.
Onlar kale ziyaretlerini tamamlarken Behiye aradı. "Tatlım, Kadir ile konuştum. Emre için olağanüstü bir gün olmuş. Ama ben olanları bir de senden dinlemek istiyorum. Buraya gelecek misin?"
Telefonun ucundaki kadının sorusuyla yanındaki adamdan uzaklaşarak, "Akşamüzeri uğrayacağım," dedi. Şimdi ona, yeni tanıştığı adamdan ve mecburi rehberlik yaptığından bahsetmek istemiyordu. Telefonu kapatırken Mehmet yanına yaklaştı. "Yemek için önereceğin bir yer var mı? Ben çok acıktım."
Yarım saat sonra, birlikte yemek için sahildeki restoranlardan birisine girdiler. Masaya karşılıklı oturduklarında genç adam, "Bana kendinden bahseder misin?" diye sordu.
Nilda elindeki menüyü incelerken, başını kaldırmadan, "Ben daha çok şehri merak ettiğinizi düşünmüştüm," diye cevap verdi.
Adam ciddiyetini bozmasa da içinden dalga geçerek güldü. İşi tahmininden daha zor olacaktı. Ve o, zor olanı almayı daha çok severdi. "Sadece rehberimi tanımak istedim, yanlış anladın. Seni kızdırdıysam özür dilerim."
Mehmet'in sözlerinden sonra sert çıkıştığını düşünerek mahcup oldu. "Özür dilenecek bir şey yok. Sadece kendimden bahsetmekten hoşlanmıyorum," diye açıklama yaptı. Bir taraftan da onun gibi kibirli bir adamın kendisinden özür dilemesi gururunu okşamıştı.
"Madem kendinden bahsetmekten hoşlanmıyorsun, o zaman bana isminin anlamını söyler misin? Tabii sır değilse."
Bu, genç kızın çok sık duyduğu bir soru olduğu için tebessüm etti. "Savaşa hazır, savaşçı demek."
Mehmet bunu zaten biliyordu. Sadece bunu da değil, ona dair her şeyi, karşılaşmalarından çok daha önce öğrenmişti. Karşısındaki kıza bakarken içinden, "Bakalım gerçekten güçlü bir savaşçı mısın, göreceğiz!" diye geçirdi.