Bayılmadım. Yani bayılmak beni kurtarmaya yetmeyecekti sonuçta.
Emir’ in elini tuttuğumda, bir yandan da içimde bir gerilim yükseliyordu. Onunla birlikte adımlarımı atarken her şey daha da ağırlaşıyor gibiydi. Kalbim, her geçen saniye hızla çarpmaya devam etti. Onun yanındayken her şey normalmiş gibi davranmak, güçlüymüş gibi durmak zorundaydım, ama içimdeki huzursuzluk büyüyordu.
Emir ’in odasına doğru ilerlerken, her adımda evin sessizliği biraz daha derinleşiyordu. Koridorda yürürken her şey sanki bana yabancıydı. Kollarımda bir sertlik vardı, sanki sadece izliyordum ama bedenim hiçbir şekilde istemediği bir yere doğru ilerliyordu. Yavaşça, her şeyin üzerimdeki etkisini hissetmeye başladım. Beni bir oyunun parçası gibi hissettiren bir geceydi.
Emir, elimi bırakmadan ilerledi. Kapalı kapının önüne geldik. İçimden bir his, buraya adım atmamın ne kadar zor olacağını fısıldıyordu. Ama bir şey diyemedim. Kapı açıldı, içeri girdik.
Emir' in odasına adım attığımda, ilk şey fark ettiğim, ışığın neredeyse hiç olmadığıydı. Kapı kapandığında, odanın içine giren tek ışık, küçük bir gece lambasının zayıf ışığıydı. Odanın köşelerine kadar uzanan karanlık, her şeyi silip süpürüyordu. Sanki odada herhangi bir hayat izine rastlayamayacak kadar her şey kasvetli ve terkedilmişti. Karanlık, bana sadece bir şey hatırlatıyordu: Yalnızlık.
Yatak, odanın tam ortasında yer alıyordu, ama çok dikkat çekici değildi. Üstü basit, koyu renkli bir örtüyle örtülmüştü. Yanlarında birkaç yastık var ama hepsi de ihtişamlı değil, sadece işlevsel. Odanın genel havası soğuktu; yatak etrafındaki alan boş ve sade, herhangi bir süs ya da dikkat çeken eşya yoktu. Sanki burada hiçbir kişisel şey yoktu, hiçbir şey bana Emir ’in ruhunu anlatmıyordu. Sanki adamın ruhu yoktu.
Köşeye yerleştirilmiş birkaç raf vardı ama hiçbiri kitaplarla dolu değildi. Raflarda yalnızca birkaç dekoratif obje ve eski saatler vardı. Bir tür zaman hapsi gibi... Saatlerin tik takları, odanın sessizliğinde duyulabiliyordu ve her tıkırtı, içimdeki huzursuzluğu bir kat daha artırıyordu.
Duvarlarda, birkaç büyük tablo vardı ama çoğu karanlık tonlarla yapılmış resimlerdi. Koyu mavi, siyah ve gri tonlarındaki manzaralar, sanki birer gerçeklikten kaçıştı. Hava karardığında, odadaki duvarlar ve tavan bir bütün gibi görünüyordu; hiçbir ışık, hiçbir renk onları birbirinden ayırt etmiyordu. Tablolar, bir şekilde insanı içine çekiyor, ama aynı zamanda bir çıkış yolu bırakmıyordu.
Odanın her köşesinde bir tür soğukluk vardı, sanki içinde kimse yaşamıyormuş gibi. Birdenbire arkamda bir ses duydum ve Emir ’in beni gözleriyle süzdüğünü fark ettim. Odaya girerken vücudum, bu karanlık içinde kayboluyordu. Hatta bazı yerlerde, hiç ışık yokmuş gibi hissediyordum.
Odanın ortasında, bir halı vardı ama o da koyu renklerdeydi, neredeyse karanlıkla birleşmiş gibi. Odanın geri kalan her şeyi, karanlıkla dolu ve sanki dış dünyadan izole olmuş bir hapsin içinde buluyordum. Odanın yalnızca bir köşesinde, düşük ışıklı bir lamba vardı; sarımsı, zayıf bir ışık yayarak odayı aydınlatıyordu. Her şey, bir tür gizemli ama kasvetli bir atmosferle sarılmış gibiydi.
Köşede bir masa vardı, ama üzerine bir şey konmamıştı. Sadece bir kaç sayfa ve eski bir defter vardı, o kadar. Masa, karanlık odada çok belirgin olmayan ama yine de dikkat çeken bir detaydı. Sanki burada hiç kişisel bir şey olmamış gibi, her şey bir tür boşluk içinde tutulmuştu.
Bu oda, bir bakıma her şeyden kaçmış gibiydi. Karanlık, bir yandan sıcacık bir kucak gibi seni sarıp sarmalarken, diğer yandan seni içine çekip geri bırakıyordu. Hava boğucuydu. Burası Emir’ in dünyasıydı ve her şey bana yabancıydı.
Bir süre sessizlik hakimdi. Emir bir adım geri çekildi, gözleri hala üzerimdeydi. Kafamda her şey bir araya gelmeye çalışıyordu. Herhangi bir şey söylemek, belki içimdeki çığlığı dışarıya bırakmak istedim ama dilim tutuldu. Odaya daha yakından bakmak, her şeyin daha da fazla gerçek olduğunu görmek zorlayıcıydı.
Bir süre ne yapacağımı bilemedim. Çevremdeki her şey bir tuzak, üzerimdeki her şey pranga gibi hissediyordum. Odaya bir adım daha attım, ama bir şey beni geri çekiyordu. Her adımım, sadece kendi içimdeki gerginliği artırıyordu. Neredeyse yavaşça, sessizliğin içinde ilerledim. Sanki Emir ’le aramda bir duvar vardı, her şeyden çok daha güçlü bir duvar. Asla yıkılmayacak bir duvar. Bu adamla evlenmek zorundaydım ama bu oda bana ne kadar farklı olduğumuzu anlatıyordu. Bu nedenle her detayına dikkat ettim.
Emir, bana doğru döndü ve odanın ortasında bir sandalyeye işaret etti. “Otursan iyi olur.” dedi. Ancak, oturmak bir an için bile olsa kendimi rahatlatmamı sağlamaz gibiydi. Ama emir aldığımdan, düşünmeden oturdum. Adamın böyle bir etkisi vardı. Sözleri emir gibiydi.
Beni gözleriyle süzmeye devam etti. O bakışlarında bir şey vardı; bir tür karanlık mı, yoksa bir güç gösterisi mi bilmiyorum. Ama ben buna hiç karşılık vermedim. Sadece ellerimi kollarımın üzerinde birleştirip, olduğum yerde durmaya çalıştım. Yabancıydım bu odada, bu gecede, bu hayatta. Her şey ne kadar yanlış geliyordu. Bin tane resim çizsem, bir tanesi bile bu odadaki gibi mavi, gri, siyah tonların hakimiyetinde olmazdı. Ruhumu karartan bir atmosfer vardı burada.
Bir dolabı açtı. Gözleri dolaptaki kristal şişelere kayarken yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Adamın dünyası buydu. Ona bu oda karanlık gelmiyordu. Karanlığın oğlu bile olabilirdi. Karanlık onun doğasıydı.
"Viski içer misin?" diye sordu, dolabı kapatırken.
"Hayır." dedim, hızlıca. Sesim biraz sert çıkmış olmalı, çünkü başını çevirip bana baktı.
"Alkol mü kullanmıyorsun?"
"Sadece şarap."
Cevabımı duyunca gözleriyle hafifçe güldü. Ama bu bir sıcaklık belirtisi değil, daha çok küçümseme gibiydi. “Ah evet, sanat vs.” dedi, sesi alaycı bir tınıyla doluydu. Telefonunu çıkarıp bir numara çevirdi. “Odaya şampanya gönderin.” dedi kısa ve net bir şekilde.
Ev o kadar büyüktü ki, telefonla iletişim kurması garip gelmedi. Ama şarap ve sanat bağlantısını nasıl kurduğunu anlayamadım. Küçümseyen bir tonu vardı ve bunu saklama gereği bile duymamıştı. Burada neden bulunduğum düşünüldüğünde, onun tavrını yadırgamak belki de saçma olurdu. Ama yine de, bu durum içimdeki rahatsızlığı artırıyordu.
Her şeyi o kadar yanlış hissediyordum ki. Daha önce kimseyle olmamış biri olduğumu biliyordu. Ama bu adama güvenmek mümkün müydü? Eğer her şey bittiğinde bana inanmaz ve “Sen kesin bir şeyler yaşamışsındır.” derse, o an ne yapacağımı hiç bilmiyordum.
Ailemin hayatı için buradaydım. Her an biraz daha geriliyordum. Bu odanın karanlığı, bu adamın alaycılığı ve üzerimde hissettiğim baskı, beni bir sarmalın içine çekiyordu. Ama başka bir seçeneğim yoktu. Kollarımı sıkıca kendime sardım ve içimdeki huzursuzluğu bastırmaya çalıştım. Bu gecenin ne kadar süreceğini bilmiyordum ama bir an önce bitmesini diliyordum. Kapı tıklatıldı. Açıldı. Emir tepsiyi aldı. Herhalde Emir dememde sakınca yoktu.
" Sen nezaket seviyorsun verdiğin puanları göz önüne alırsak. Böyle bir geceyi kutlayarak başlamak seni rahatlatabilir. " dedi ve kadehin birini elime tutuşturduktan sonra şampanyayı resmen patlattı. Sanki kutlama yapıyorduk. Ama gerçekten iyi gelebilirdi. Yani o kadar gergindim ki biraz rahatlamaya ihtiyacım vardı. Bir yudum aldım.
" Artık sabahlığı çıkarsan mı? Burada biz bizeyiz. " dedi. Kadehi masaya koydum. Usulca kalktım. Ellerim titriyordu. Yaklaştı. Sabahlığın kurdelesini tek eliyle çözdü. Önce bir omzumu açtı. Sonra diğerini ve sabahlığın yumuşak kumaşı üzerimden akıp gitti. Sanırım başlıyorduk. Parmağının tersini omzumda gezdirdi.
" Korkma. Canın acımayacak. Sen acımasını istemediğin sürece. "
Canımın acımasını istemek mi? Oradan manyak gibi mi görünüyordum acaba? Kadehi tekrar bana uzattı.
" Yatağa otur. " dedi. Yine dediğini yaptım. Geldi yanıma oturdu. Sessizce içkileri içtik.
" Bir kadeh daha?"
" Hayır. Teşekkürler. "
Boş bardağı elimden aldı. Ayağa kalktı. Bardakları masaya koydu. Tekrar gelip elini uzattı. Elini tuttum. Beni ayağa kaldırdı. Tepeden tırnağa süzdü.
" Dön kendi etrafında. " dediğinde döndüm.
" Fiziğin güzel. " dedi. Sanki pazardan mal alıyordu. Teşekkür etmedim.
" Yatağa geçte gecemiz başlasın. " dedi.