Menekşe Gözler 1. Bölüm
SİMYA'DAN...
Ebru teknesine elleri ile yaptığı toprak kök kırmızı boyayı biz yardımı ile daldırdı Mehmet Dede. Bu akşam canı şöyle alev yanan kırmızı laleler yapmak çekiyordu.
Evinin bir odasını Klasik Osmanlı sanatı için ayırmıştı. Kâh Ebru ile hemhal oluyordu, kâh Hat ile Hilye-i Şerifler yazıyordu, kâh tezhip ile hatayi çiçekler boyuyordu.
Oda aynı zamanda eşsiz bir kütüphaneydi. Bu akşamda canı Türk lalesi yapmak çekmişti. Biz tekneye ne zaman değse kırmızı nokta büyüyor, katlanıyor irileşiyordu. Altına yine elleri ile yaptığı toprak boyanın yeşilinden iki iri damla bıraktı. Sonra teknenin tek bir noktasından kırmızıyı aşağı doğru çekti. Biz önce kırmızı boyayı yardı sonra yeşilleri. Ve ortaya görenlerde hayranlık uyandıracak bir lale deseni çıktı. Sonra gerekli düzeltmeleri yaptı. Bizin ucunu bez parçasına silerek fazla kısımları aldı.
Ebruda sevdiği noktalardan biri de hatayı kaldıran bir sanat olmasıydı. Ola ki fazla döktüğünüz boyayı damla damla geri alabilirdiniz. O sırada arkasında ki CD çalardan “Göksel Baktagir’in Kar Tanem” adlı eserinin biten tınısının yerini Sevda adlı eser aldı.
Mehmet Dede büyük bir dikkatle Ebru kağıdını tekneye serdi. Hava kalmaması için pür dikkat çalışıyordu. Desenin kâğıda işlediğine kani olunca büyük bir dikkatle kaldırdı. Zemininde Ebru damlalarının mor menevişler oluşturduğu kırmızı lalesi gülümsemesine neden oldu.
Simya kapıya dayanmış kollarını bağlamış büyük bir aşkla çalışan dedesini izliyordu. Onun için hayatının en özel hediyelerinden biriydi dedesini izlemek. Çocukluğunda da saatlerce sesini çıkarmadan izlerdi. Bazen izlerken uyuyakalır sabah uyandığında ilk işi yaptığı eseri sormak olurdu.
Artık kocaman bir kız olmasına rağmen yine de şu aldığı doyumsuz seyir lezzetinden kendini mahrum bırakmamıştı. Mehmet Dede kapıda Simya’ yı fark edince gülümsedi.
“Bak zemin gözlerinin renginde Menekşe rengi. Özellikle yaptım ki İstanbul’da duvarına asasın.”
Simya kocaman gülümsedi dedesine. Gülümsemek iri menekşe gözlerini belirginleştirirken sağ alt dudağının kenarındaki ben de olanca güzelliği ile kenara kıvrıldı.
“Sadece bir Ebru ile kanmam kusura bakma dedeciğim. Artık kışları yanımda yaşamanız da gerekecek.”
O sırada içerden Zahide Ebe’nin serzenişi duyuldu.
“Birini çağırmaya ötekini gönderiyorum birlikte ortadan kayboluyorlar. Dede torun sohbetiniz bittiyse sofra hazır.”
Simya dedesine baktı.
“Hadi daha fazla kızdırmayalım ay yüzlünü.”
Mehmet Dede elindeki Ebruyu kuruması için bırakırken üzerine boya sıçramasın diye giydiği önlüğü de çıkardı. CD çaları kapattı. Ellerini yıkadı. Geldi. Sofraya oturdu.
Bileciğin merkeze bağlı Gülümbe köyünde ormanın içinde dere kenarında köydeki evlerden ırak bahçe içinde iki katlı cumbalı beyaz boyalı bir Osmanlı mimarisinde Dede, Nene ve torun akşam yemeği yiyeceklerdi.
“Neneciğim dizlerim ağrıyor diyorsun yine yer sofrası kurmuşsun.”
“Karışma sen en sağlıklısı yer sofrasında yemek.”
“Masayı niye aldık?”
“Bana eziyet olsun diye. Mutfakta üzerine soğan küfesi koydum bende” dedi Zahide Ebe.
“Hadi söylenme de otur. Ankara’da yüzün kaşık kadar kalmış.”
Simya Nenesine şefkatle gülümsedi.
“Görende kendime bakamadım zannedecek.”
“Bakmamışsın tabi. Otur hadi. Sende bir şey desene bey”.
Mehmet Dede Simya’ ya baktı.
“Otur kızım. Bak İstanbul’a gidince nenenin tarhanasından bulamazsın. Hem sana özel kınalı tavuklarından birini de kesti. Suyuna bulgur pilavı yaptı. Pestilide ıslatmış. Hadi soğutmayalım.”
“Bismillahirrahmanirrahim” dedi ekmeğe uzandı. Önce Simya’ya uzattı sonra karısına.
“Afiyet ola, sofralar bereket dola, günler Hayrola” dedi başlamadan.
“Âmin”.
Yer sofrasının etrafında toplandı üçlü. Yerken bir yandan da sohbet ediyorlardı.
Kendi kendine söylendi Zahide Ebe.
“Durduk yere birde İstanbul çıkardın. Ne güzel Ankara hasreti bitiyor derken.”
“Neneciğim defalarca konuştuk ya. İstemiyorsun diye Erasmusa gitmedim. İstanbul’da Master yapacağım”.
“Ay aman istemem Erasmus falan. Giden gelmiyor zaten “dedi hüzünle.
Zahide ile Mehmet’in üç çocukları vardı. En büyüğü Simya’ nın babası Kemal. Yıllardır Almanya’da yaşardı Simya ’nın annesi Sevim ile. Beş yılda bir ancak gelirlerdi, ay başlarında da kızlarının bakımı için düzenli para gönderirlerdi. Simya anne ve babasının neden kendisini almadan Almanya’da yaşadıklarını anlamıyordu. Zaten sormayı da bırakmıştı. Ne zaman gelseler bir hafta sonra bir kavga koparır apar topar dönerlerdi Almanya’ya.
Babasının küçüğü Cemal amcası asker dönüşü bir cinayete kurban gitmişti. Amcasını hayal meyal hatırlıyordu Simya. Köy meydanında omzunda gezdirdiğini, saklambaç oynadıklarını. Kimse neden öldürüldüğüne dair bir açıklama bulamamıştı.
En küçükleri doktor bir halası vardı Simya’nın İsviçre’de yaşardı. Zeynep. İki yılda bir gelir bir ay kalır ama düzenli olarak arardı. Hem annesini babasını hem de Simyayı. Kırklı yaşlarının ortasında olmasına rağmen güzel bir kadındı. Evlenmemişti. Konuşulanlardan anladığı üzere kalbi kırık bir kadındı. Çok severdi halasını Simya.
Mehmet Dede ormancıymış zamanında, emekli olunca köye yakın o zamanlar Anadolu Üniversitesine bağlı şimdiki adı İle Şeyh Edebali Üniversitesinde kampüs içindeki kız yurdunda gece bekçiliği yapması için adeta kampüs müdürü ve köy halkı yalvarmıştı.
10 yıl kadar bekçilikten sonra bıraktı kızların ve müdürün üzgün bakışlarıyla. Sağlığı elvermiyordu artık. 77 yaşında yüzüne nur yağmış bir adamdı. Beyaz saçları ve sakalları ile Bilecik eşrafı da çok severdi Mehmet Dede’yi. Kız yurdunda kızların sevgilisiydi resmen. Köyde başı dara düşen olsa soluğu onda alırlardı. Aydın bir adamdı. İleri derecede Osmanlıca bilir, Arapça okur, Farsça tercümeler yapardı. Bu küçük Osmanlı mimarisindeki köy evi minyatür bir kütüphane gibiydi. Okurdu Mehmet Dede. Soranlara da “İlk emri oku olan bir kitaba inanıyorum neden okumayayım” derdi. Ney üfler, hat, ebru tezhiple uğraşır ağaçlarla konuşurdu.
Orman sanki onu tanır hayvanlar bile etrafında toplanırdı. Zahide Ebenin de ondan aşağı kalır yanı yoktu. Ebeliği köyde çocuk doğumlarına yardım etmesinden kalmaydı. Şifacıydı aynı zamanda. Otlarla köklerle ilaç yapar, kurşun döker, göbek düşmesini iyi ederdi. Kendi yemeğini kendi yapardı. İsimleri belli üç koyunu iki ineği yedi tavuğu vardı. Kazlarının ve ördeklerinin bile isimleri vardı. Birde Duman adında köpekleri.
Önünden deresi akan ahırlarında sütün, peynirin elde edildiği bahçesinde sebzesini yetiştirdiği bu köy evi onun limanıydı. Simya bu iki dehanın arasında büyüyünce onlara benzemekte gecikmemişti elbette. Ankara’da Hacettepe Kimya Öğretmenliğinden mezun olmuştu. Şimdi de İTÜ’ye Master yapmaya gidiyordu. Master hayallerini hayata geçirmenin ilk adımıydı sadece.
Modern Bilim ile Anadolu Bilgeliğini birleştirip bir Şifa köyü kurmayı planlıyordu. Ve buradan yeni mezunlar vermeyi. Bunun için önce akademik kariyer yapmaya karar verdi. Tabi İTÜ iyi bir başlangıçtı ama tek neden değildi. Altı yıldır görmediği ve şimdi İTÜ de doçent olduğunu bildiği Platonik aşkı Ömer’i görme şansını elde etmişti.
“Ama gitmeliyim Neneciğim. Hem Yanık Tepedeki arazinin diğer sahibi ile bir uzlaşmaya varmalıyım. Biliyorsunuz. Arazinin yarısı bize ait olsa da diğer yarısı o kişinin. Ve benim hayallerime giden yer orada. O kişiyi bulup araziyi satmaya ikna etsem iyi olacak.”
Derin bir nefes çekti Mehmet Dede.
“Dedesi gibi inatçıysa zor alırsın” dedi.
“Dedesini tanıyor muydun dedeciğim?”
Sohbet Zahide’nin gerilmesine neden oldu.
“Şimdi eskilerin sırası değil hadi soğutmadan buyurun.”
Aynı zamanda Mehmet’e kesif bir bakış attı. Simya bu konu ne zaman açılsa daha ne olduğunu anlamadan kapandığının farkındaydı. Köyde kimse Mehmet Dede ya da Zahide Ebe’nin sırrına ihanet etmiyor Simya ‘ya bilgi vermiyordu. Köyün sevgilisi olan bu Menekşe gözlü kız öğrenmeyi becerememişti.
Sohbet ederek yemeklerini yediler. Zahide sofrayı toplamasını söyledi Simya ’ya. Akşam namazını kaçırmak üzereyim diye alelacele kalktı. Mehmet Dede de camiye yol alınca Simya bulaşıkları yıkadı gizli küçük dünyasına gitti. Çıkarken bağırdı;
“Neneciğim bu akşam ağaç evde kalacağım beni merak etme.”
“Özledin dimi?”
“Burnumda tüttü.”
“Hem ateş böceği mevsimi ateş böcekleri en iyi benim kulübemden görünür” dedi gülerek. Gülünce Menekşe gözleri dudağının kenarındaki beni belli oluyordu.
İç çekti Zahide. Aynı kendisine benziyordu Simya. Beline kadar uzanan iri telli siyah saçları güneşte siyah mavi arası kuzguni bir renk alıyordu. Bütün köy bu şekilde düşünürdü. Simya nenesine benziyor. 1.68 boyunda bakanların bir kere daha bakmak için döndüğü o gözler nefes kesiyordu Simya.
“İnşallah bahtı benzemez” diye dua etti.
Kulübe, anne ve babası gelip bir hafta sonra kıyametlerin koptuğu nadir ziyaretlerden birinde çok üzülünce dedesinin kıyamayıp mutlu olsun diye yaptığı bir hediyeydi. Bahçedeki en büyük ve en ücra ağacın üzerinde iyice bakanın anca görebildiği çam dalları arasında yerden 10 metre yüksekte çıkması için özel düzeneği olan bir yer.
İçine Simya’ dan başka giren olmamıştı. Bilen de yoktu zira. Eve çıktı yatağına yattı ve yakında başlayacağı yeni hayatının hayallerine daldı. Kendisini nelerin beklediğini bilmeden ağaç evin içinde uçuşan ateş böceklerine bakarken uyuyakaldı.
TOPRAK'TAN...
Toprak şiddetli bir boşalma yaşadıktan sonra üzerinde olduğu kadından uzağa attı kendini. Son 10 gündür garip bir duygu içindeydi. Sanki hayatı kökten değişecekmişte kontrol edemiyormuş gibi huzursuzdu.
IQ su 180 zeki bir adamdı. Bazıları için ülkedeki en zeki adamdı. Sosyopat sayılırdı. Hatta Materyalist. Tanrıya inanmazdı. Mantığına oturmayan şeylerle uğraşmazdı. Ailesinden kimse yoktu onun için.
Anne ve babası bir kazada ölünce önce bakımı dayısı ve teyzesi tarafından yapılmış sonra zekasına ve bilmişliğine dayanamayıp yetiştirme yurduna verilmişti. Daha doğrusu bakmaya değecek bir mal varlığı olmadığı için başlarından savmışlardı Toprağı. İyi bir hacker olarak ilk önce kaldığı yurdun IT sistemini hacklemiş kendi ile ilgili okuduklarından sonra yemin etmişti kimseye güvenmeyeceğine.
Akrabaları ile iletişime geçmemiş ona ulaşmalarına engel olmak içinde bildiği bütün yolları denemişti. Yurt kayıtlarını silmek gibi. Sıfırdan başlamış ve 180 IQ ile ülkenin en zenginlerinin arasına girmişti kısa zamanda.
Esmer güzeli diye tabir edilebilirdi. Sakalları, saçları, bıyıkları 1.92’lik kocaman cüssesi ve daima spor yapan adaleli vücuduyla İstanbul’un gözde bekarlarındandı.
Bu kadar zenginlik katlar yatlar, maden ocakları eczacılık şirketi, para piyasaları derken her alanda söz sahibiydi. Tabi İstanbullu kadınlarında gözdesi. Matematik dehasıydı. İTÜ ‘den mezundu. IQ yüksek olunca İTÜ de kimsenin vermeye cesaret edemediği bir dersi senelerdir o verirdi.
Bu kadar zenginliğin içinde ders veriyor olmak garip bir haz meselesiydi. Tabi birde zekasına laf eden doçentler silsilesine had bildirmek te cabası.
Yanında zevkten dört köşe olmuş kadına baktı. Bakirelerle sevişmezdi. Seviştiği kadınlarla duygusal bağ kurmaz olaya bir alışveriş diye bakardı. Kadınların ilgisinden boğulunca da koşarak uzaklaşırdı. Ta ki ihtiyaç duyana kadar. Şimdi yanındaki kadın yılışık bir gülümseme ile kadınlığını kullanarak ağına takılması için hamleler yapacaktı. Son zamanlarda rüyalarındaki değişimden sonra bu davranış mide bulantısı yaratıyordu.
Rüyalarında tekrar tekrar aynı anı görüyordu. 10 sene kadar evvel bir köy meydanında yaşını 15 olarak tahmin ettiği bir kızın gözleri. Köpeğinin peşinden koşarken arabasına yanaşmış 10 saniyelik bir bakış atmış ve gözden kaybolmuştu.
Güneş gözlüklerinin altında bile Toprak hayatında gördüğü en ilginç göz rengi diye düşünmüştü. Mavi ile mor arası iri gözler ve etrafını saran kara kirpikler. İyide aradan o kadar zaman geçtikten sonra şimdi şu anda bu gözler niye aklına geliyordu ki.
Yeniden yanındaki kadına baktı. Daha fazla dayanamadı. Jet hızı ile giyindi çıktı. Kontrol edemediği şeyleri sevmezdi. Kendisini bekleyen yeni hayattan habersiz siyah Ferrari’sine bindi gazı kökledi.