?3.BÖLÜM: TEHDİTKÂR KIVILCIMLAR

3160 Words
Bir şeyleri tamir ederken kendimi yorup uyuyakalmak o kadar alışkın olduğum bir şeydi ki, yine olması beni hiç şaşırtmadı. Jennie'nin bebeğini tamir ettikten sonra başımı masaya yaslamış, kollarımı başımın etrafına dolamış ve uyumuştum; oysa amacım sadece gözlerimi dinlendirmek, son rötuşları yaptıktan sonra da güzel bir uyku çekmek için yatak odama gitmekti. Abraham haklıydı galiba. İşimi çok sevmem bir yana, kendimi gerçekten de çok fazla yıpratıyordum. Bu gidişle hasta falan olacaktım. Esneyerek başımı masadan kaldırdım ve kuş yuvasına dönmüş olan saçlarımı parmaklarımla tarayıp düzeltmeye çalışırken de esnemeye devam ettim. Bir yandan da 'Kendime daha fazla dikkat etmeliyim.' diye düşündüm. Belki de bir yatma saati belirlemeliydim? Böyle bir şey uyku düzenimi ayarlar mı emin değildim ama denemekten zarar gelmezdi. Yine de yatma saatine uymak konusunda ne kadar disiplinli olacağım tartışılırdı. Bazen bedenimi, zihnimi, her şeyimi üzerinde çalıştığım makineye odaklamam o kadar kolay oluyordu ki... Gözlerim balkonumdan limanın olduğu tarafa kayarken ellerimi saçlarımdan çektim. Martıların ve limana yanaşan büyük balıkçı gemilerinin sesleri birbirine karışmıştı. Okyanus ise masmavi bir örtü şeklinde gökyüzünün ötesine kadar uzanıyor, hafif dalgalarla kıpraşıyordu. Bu yüzden burayı çalışma odam yapmıştım. En çok vakit geçirdiğim yerin güzel bir manzarası olması fikri hoşuma gitmişti. Üstelik okyanus esintisi odamın her zaman, sıcak yaz günlerinde bile, ferah olmasını sağlıyordu. Bir ara kapımın açıldığını duydum. Sırtım kapıya dönük olmasına rağmen gelenin Abraham olduğundan emindim. Başka kim olacaktı ki zaten? Burada uyuyakaldığım için kendimi en iyisinden bir azara hazırlarken endişeyle alt dudağımı ısırdım. Abraham'a biraz çalışıp odama gideceğime dair söz verdiğime pişmandım şimdi. Her ne kadar isteyerek yaptığım bir şey olmasa da kendimi ona yalan söylemiş gibi hissediyordum. Rahatlamak için derin bir nefes aldım. Ardından sandalyemden yavaşça, çok yavaşça kalktım ve kapıya dönerken masum, özür dileyen bir sesle konuşmaya çalıştım; "Dinle Abraham, ben yalnızca..." diyordum ki, kelimeler ağzımda takılı kaldı. Gelen Abraham değildi. Kaldı ki, tanıdık biri bile değildi. Biri esmer, ikisi sarışın üç adamdı ve hepsi de yüzlerinin yarısını örten bir peçe takmalarına rağmen bu üç adamı daha önce hiç görmediğimden çok emindim. Daha iri yarı olan sarışınlardan biri en önde duruyordu. Galiba patron oydu. Adamın ayağında parlak tokalı kocaman çizmeler vardı ve öyle iri yarıydı ki bedenini örten koyu, özensiz kumaşlar gerilmiş ve adamın geniş göğsü ile kasla kaplı kollarını daha da açığa çıkarmıştı, ilk ilgimi çeken bunlardı. Ardından adam peçesini indirdi. Gözlerim yüzünü tararken adamın yüzünde pembeye dönmüş, uzun bir yara izinin olduğunu gördüm. Ya kavgaya karışmıştı ya da biri yeni bıçağını bu adam üzerinde denemeye kalkmıştı. Darmadağınık olan sarı saçlarıyla bu yara izi birleşince adam tam bir eşkıyaya benziyordu ama birini dış görünüşe göre yargılayarak acele etmek istemiyordum. Yine de bu adamların burada ne işi vardı? Kimse onları durdurmamış mıydı? Abraham dışında kimsenin buraya girmesine müsaade yoktu, ki bu evdeki her çalışan bunu bilirdi. Biri mutlaka bu adamlara 'buraya' girmemeleri gerektiğini söylemiş olmalıydı. Gülümsemeye çalıştım, ki bu çok zordu. Kendimi hiç rahat hissetmiyordum. Ellerimi hafifçe çırpıp "Size nasıl yardımcı olabilirim beyler?" derken sesimdeki gerginliği odadaki herkes fark etmiş olmalıydı. Esmer adam tek kaşını kaldırırken iri yarı sarışın ilgisiz, kalın bir sesle "Merhaba. Biz Theodore'un çocuğuna bakmıştık. Burada yaşadığını söylediler." dediğinde uzun süredir bu ismi duymadığım için kaşlarımı çatmadan edemedim. Uzun süredir kimse babamın ismini kullanmamıştı. Abraham bile. "Neden beni arıyorsunuz?" diye sorduğumda sarışın da dahil olmak üzere adamların yüzünde hafif bir şaşkınlık belirdi. Birbirlerine baktılar. Sonra yine bana baktılar. Bir tanesi "Ama sen... Bir kadınsın." derken hepsi de beni rahatsız olacağım kadar dikkatli bir şekilde süzüyordular. "Yani?" dedim anlamayarak. "Affedersin. Bize çocuğunun onun gibi bir mucit olduğunu söylemişlerdi. Biz de sandık ki..." "Erkek olduğumu mu? Evet. İlk kez başıma gelmiyor. Erkek değilim ama bir mucit arıyorsanız, o muhtemelen benim." Otuzlu yaşlarının başında görünen ve o ana kadar hiç konuşmayan sarışın, "Gerçekten bir mucit misin?" diye sordu. Emin olamayarak beni baştan aşağı süzerken çenesini ovuşturdu. "Bir mucide benzemiyorsun." "Babamın adı Theodore ve ben bir mucidim. Yani aradığınız kişi benim." Lider olduğunu düşündüğüm iri yarı sarışın şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra sahte bir kahkahayla bana doğru bir adım attı. Ben de yerimden kıpırdamadan onu süzdüm. Sonra da yüzünün sertliğini uymayacak kadar yumuşak bir sesle benimle konuşmaya başladı. "Şaşkınlığımızı mazur görün küçük hanım. Daha önce hiç kadın bir mucit görmemiştik. Yaptığınız şeyi taktir ediyoruz, gerçekten ediyoruz. Zaten bu yüzden buradayız. Bizler senin yeni müşterileriniziz. Değil mi çocuklar?" İki adam da aynı anda homurdanarak "Evet!" dediler. Güvenme, güvenme, güvenme... Nedenini anlamasam da bu adamlara güvenmemek için içimde çok yoğun bir arzu vardı, galiba bakışları yüzündendi, bana olan bakışlarından hiç hoşlanmamıştım. Bir de bellerindeki kemerden sarkan barutlu, ateşlemeli silahlardan... Ama onlara yalan söylersem bu sefer de evdeki çalışanları rahatsız edeceklerdi, biliyordum. Benim yüzümden kimsenin huzursuz olmasını, rahatsız edilmesini istemiyordum. En iyisi sakin olmaktı. Konuşmaya devam etmeliydim. Belki onları bir şekilde buradan gönderebilirdim. "Ne iş yapıyorsunuz?" diye sordum şüpheyle. "Benim de daha önce hiç sizin gibi müşterilerim olmamıştı." Adam bocaladı, gülümsemesi titredi. "Biz... Hayvan ticareti yapıyoruz." "Yani tüccarsınız." "Sayılır." diye geveledi ağzında. Etrafına bakındı. Bu konuşmadan bıkmış gibi bir hâli vardı ve bir an önce sadede gelmek istediği belli oluyordu. "Sayılır kısmından pek emin değilim." dedim huysuzlanarak. "Bir sürü tüccarla çalıştım ve hiçbiri de buraya silahla gelme cüretini göstermediler." Sarışın adam bu dediğime iyice bozularak kaşlarını çatarken ellerinden biri beline, silahının olduğu yere gitti. Bir an bana silah çekecek falan sanarak korkuyla yutkundum ama sadece beni bile şaşırtan bir tutkuyla silahın kabzasını okşadı. Herif belli ki silahını çok seviyordu. "Biz şehir dışında çalışıyoruz. Orada tehlikeli yaratıklar var, kendimizi korumak için silah taşımak zorundayız. Hepsi bu. Bu kadar şüpheci olma. Buraya kötü bir amaçla gelmedik." diyerek kendini bana açıklamaya çalışırken arkasında bekleyen diğer iki adam da giderek huysuzlanıyordu. "Şehir dışında ödül avcılarından ve o tehlikeli yaratıklardan başka kimse yaşamaz." dedim. "Hayvan ticareti yapıyoruz derken..." Sustum birden. Gerçeklik bana bir dalga gibi çarptı. Farkındalıkla yüzüm kararırken yüzümü ifadesiz kalmaya çalıştım ama hissettiğim tedirginlik yüzünden bu mümkün değildi, kaşlarımı daha da çattım. "Tamam, tamam. Bizi yakaladın." dedi sarışın adam cılız ama son derece keyifli bir gülümsemeyle. Teslim olurcasına avuçlarını havaya kaldırdı. "Ticaret yapıyoruz derken ölü yaratıkların boynuzlarını ve kürklerini kara borsada satmayı kast ediyorduk." Ah, hayır... Bunlar hayvan kaçakçılarıydı, daha doğrusu, yaratık kaçakçıları. Bir an 'Kaçsam mı acaba?' diye düşünmedim değil ama diğer iki adam kapının önünü tıkıyorken bunu denemek bile durumu daha da kötüleştirirdi. "Tamam." dedim yavaşça. "Peki. İlginç bir tanışma oldu. İşten bahsetmeye başlamadan önce adını öğrenebilir miyim, hanımefendi?" Adımı öğrenmelerine gerek yoktu, zaten bilmelerini de istemiyordum. Soğuk bir sesle "Benden ne istiyorsunuz?" diye sordum. Sarışın lider tepkim karşısında kaşlarını çatınca 'Seni korkutmasına izin verme,' dedim kendi kendime. Cesaretimi toplamaya gayret ettim ve yüzümü ifadesiz tutarak, "Bakın, beyler. Ben meşgul bir kadınım. Fazla zamanım yok. Benden ne istediğinizi söylemezseniz size yardımcı olamam." dedim ama bu adamlar yavaş yavaş sinirlerime dokunmaya başlıyordu ve ifademden de bu belli oluyordu. "Bugün biraz aceleci miyiz?" "Evet." dedim sabırsız bir halde. Sarışın Lider, gözlerini devirdi. Bu muhabbetten ve benden iyice sıkılmış görünüyordu. Belki de bu yüzden söylemeye razı oldu. "Benim adım Garry, hanımefendi. Basitçe anlatmak gerekirse, silahlarımız oldukça eskidi ve bizim de yeni birkaç silaha ihtiyacımız var. Merak etme, ödemeni alacaksın, ne kadar istiyorsan fazlasıyla vereceğiz." dedi sanki benden çok normal bir şey istiyormuş gibi. Neredeyse gülecektim ama öksürerek kendimi tuttum, çok uygunsuz bir tepki olurdu bu. Üstelik onları sinirlendirirdi de. Kendimden emin bir sesle karşılık verdim. "Bir yanlışlık olmalı. Size kim ne söyledi bilmiyorum ama ben silah üretmiyorum." "Üretemiyorum değil, üretmiyorum ha?" diye mırıldanan Garry isimli sarışın liderin gözleri benden masanın üzerine, Jennie'nin bebeğine kaydı ve gittikçe belirgin bir hâle gelen bir öfkeyle homurdandı. "Doğru anlamış mıyım, oyuncak bebeklerle vakit harcayabilirsin ama bizim için silah üretemez misin?" Çok doğru anlamışsın, dostum. "Ben şiddete karşıyım, özellikle hayvanlara karşı olanlara. Neden sizin için silah üreteyim?" "Çünkü başına bela almak istemiyorsun." Garry'nin dediği şeyi sindirmeye çalışırken duraksadım. Beni kendi evimde, kendi odamda tehdit etmeye cüret mi ediyordu cidden? Ne densizlik! Ama bir o kadar şaşkındım da, hayatımda ilk kez biri tarafından tehdit ediliyordum. Yine de öylece boyun eğecek biri değildim ben. Daha güçlü görünmek için çenemi dikleştirdim. "Beni tehdit etmeye devam ederseniz seni de arkadaşlarını da buradan kovmak zorunda kalırım." dedim iğneleyici bir ses tonuyla. "Bunu yapmak istemiyorum, kendi isteğinizle gitmenizi tercih ederim ama zorunda kalırsam yaparım." "Sen zeki bir kadınsın." diyerek bana yaklaşmaya başladı Garry. "Uyarımı dikkate alsan iyi edersin." Kaşlarımı kaldırdım. "Almazsam ne olur? Bana zarar mı verirsiniz?" Bu dediğim adamın sadece kıkır kıkır gülmesine neden oldu. Artık o kadar yakınımdaydı ki, kıyafetlerinden yayılan barut ve tütün kokusunu alabiliyordum. Aldığı nefesleri bile duyabiliyordum. "Onu bilmem ama sana bir tavsiye. Düşman edineceğine dost edin. İnan bana, ihtiyacın olacak." Onda absürt duran bir kibarlıkla bunları söyledikten sonra belki de yapabileceği en kibar olmayan şeyi yaptı. Silahını belindeki kayıştan çekip aldı ve ben ne olduğunu bile anlamadan ucunu çenemin altına yasladı. Soğuk metal hafifçe yerimden sıçramama neden olurken çenem kaskatı kesildi, gözlerim iri iri açıldı. Tamam. Bunu beklemiyordum işte. Silahı ateşlemesinden korktuğum için kıpırdamaya cesaret edemedim. Garry yüzünü yüzüme yaklaştırırken dudaklarında sinsi bir tebessüm yeşermişti, ifademdeki korkuyu o da fark etmiş olmalıydı. "Hem beni karşına alarak hayatının hatasını yapmış olursun. İstediğimi bana vermezsen eğer o sevimli suratını bir kurşunla dağıtırım. Yazık olur sana." Ah, hayır... Şaşkın bir sersemlikle "Bir kadına silah çekmek," diye mırıldandım. "Ne centilmence bir şey." "Hiçbir zaman centilmen olmadım." "Evet. Orası anlaşılıyor." Garry'nin arkasında duran ve olur da kaçarım diye kapının önünde nöbet tutan iki adam bu dediğime güldü. Eh. Hiç değilse aramızdan birileri eğleniyordu. Garry ise keyiflenmişti. İnce dudağının altındaki dişleri ortaya çıktı. "Şimdi şöyle yapıyoruz," diyerek silahı biraz daha yüzüme ittirince başım hafifçe geri düştü. O da başını yana eğdi. "Birkaç gün sonra seni tekrar ziyaret edeceğiz. O zaman bizim için birkaç silah üretmiş olsan hiç fena olmaz. Ayrıca bugünkü tutumundan sonra bizim paramızı kabul etmeyeceğini farz ederek, yaptığın silahları bir hediye olarak kabul edeceğim. Anlaşıldı mı?" Tanrım, ne berbat biri. Cevap vermek istemiyordum, bu yüzden sessizliğimi inatla koruyarak Garry'e kötü kötü baktım. Bakışlarımı hiç umursamadan, çok daha vurgulu bir sesle, "Anlaşıldı mı?" diye sordu. "Cevap ver. Cevabını duymak istiyorum." Başımla onayladım. "Anlaşıldı." "Güzel." Şükürler olsun, bunu dedikten sonra silahı çenemin altından çekip beline geri yerleştirdi. Dizlerimin üzerine yığılacak gibi hissetmem bir yana, bana doğrultulmuş bir silah olmadan çok daha iyiydim. Şaşkın gözlerimi adamların üzerinde dolaştırırken kapım bir kere daha açıldı ve bu defa gelen gerçekten Abraham'dı. Tanıdık birini, hele ki onun gibi güvendiğim birini görmek öyle rahatlatıcıydı ki... "Günaydın, Vanessa. Bu sabah kahvaltını-" Abraham ifademden bir sorun olduğunu anlayarak sustu ve şüpheli gözlerle teker teker odamdaki adamlara bakarak "Ne oluyor burada?" diye sordu. Her şeyden önce Abraham yaşlı bir adamdı ama bir o kadar da bana sadıktı. Ona bu adamların beni tehdit ettiğini söylesem çok öfkelenir, olay çıkarırdı. Bu adamların ise şakası yoktu. Abraham'a ciddi bir şekilde zarar verebilirlerdi ve ben de ona bir şey olmasına izin veremezdim. "Hiçbir şey." dedim o yüzden. "Bu beyefendiler yeni müşterilerim. Görüşmek için gelmişler. Sadece konuşuyorduk." "Pek iyi görünmüyorsun." "Sadece yorgunum, hepsi bu." Ve az önce çeneme silah dayandı, ve tehdit edildim, ve... "Biraz dinlenmeye ihtiyacım var." Garry, imalı bir sesle "O halde seni daha fazla meşgul etmeyelim." dedi. "Zaten işimiz de bitmişti." Abraham gözlerini Garry'e çevirdi. Sonra da kaşlarından birini kaldırdı ve soğuk bir sesle "Bu odaya girmek yasak." diye belirtti. "Kimsenin sizi buraya yönlendirdiğini de sanmıyorum. İzinsiz girmeniz ise büyük kabalık." "Sen biraz fazla mı konuşuyorsun, bunak?" Eyvah! Aceleyle araya girdim. "Hayır. Sorun yok. Zaten şimdi gidiyorlardı." dedim hemen, kendimi gülümsemeye zorladım ama gülümsemekten daha ziyade dişlerimi gösteriyordum. Garry, midemi bulandıracak kadar neşeli bir halde "Evet. Gidiyorduk. Hadi çocuklar. İşimiz bitti." diyerek odadan ayrılırken Abraham'ın ifadesinden bu adamlardan hiç hoşlanmadığını anlamıştım. O kadar hoşlanmamıştı ki, onlar gidene kadar arkalarından kötü kötü bakmaya devam etti. Sonra bana geri baktı ve şüphesi çatlayıp un ufak olurken ifadesini derin bir endişe kapladı. Betim benzim atmış olmalıydı ve hâlâ tam olarak kendimde değildim. Titreyerek masanın kenarına tutunurken saçlarım yanaklarımdan sarktı ve ben de gözlerimi kapatarak hızlı nefeslerimi sakinleştirmeye çalıştım. Az önce olan her şey zihnime kazınmıştı ve daha bitmemişti bile. Başım ciddi anlamda beladaydı. Böyle insanlar için silah üretmek bir yana, hiçbir şey yapmak istemiyordum. Ama istediği gibi silah yapmazsam onlar geri geldiğinde ne yapacaktım? Çünkü Garry bana zarar vereceğini söylediğinde oldukça ciddi görünüyordu. Bundan kurtulmanın bir yolunu bulamazsam bu adamlar beni gerçekten incitirlerdi. "Vanessa?" Abraham'ın varlığını unutmuştum bile. "Evet?" dedim onu dinlediğimi göstermek için. "Kötü görünüyorsun." Öyleyim zaten. "İyi olacağım, Abraham. Endişelenme." "Ama endişeleniyorum. Ne oluyor? O adamlar kim? Seni tehdit mi ediyorlardı?" Ah, evet. Kesinlikle beni tehdit ediyorlardı. Yine de başımı hayır anlamında iki yana salladım. Ne yapacağımı düşünmek için biraz zamana ihtiyacım vardı. Abraham'a söyleyecektim ama sonra. Önce sakinleşmem gerekiyordu. "Hayır, dedim ya, yorgunum sadece. İyi olacağım. Benim için endişelenme." Üzerimize bir sessizlik çöktü ve gözlerim masamın üzerinde duran oyuncak bebeğe kilitlendi. Belki de biraz malikaneden, bu odadan uzaklaşmalıydım. Bebeği elime aldım ve yanından geçip giderken Abraham'a "Ben çıkıyorum! Akşam olmadan dönerim!" dedim. Zaten akşama doğru başkanla buluşacaktım, beni almaya gelecek ve bana hiç merak etmediğim hediyemi gösterecekti. Abraham hiçbir şey söylemedi; Sadece gözlerinde beliren şüpheyle odadan çıkmamı izleyip başını tamam anlamında salladı. Malikanenin çift kanatlı, dövme demirlerle şekil verilmiş dev bahçe kapısından çıkıp arnavut kaldırıma ayak bastığımda ciğerlerime çektiğim temiz hava benim için bir şifa gibiydi. Elimde sadece bir bebekle şehir merkezine doğru yürürken yanımdan insanlar geçip gidiyor, bense sadece bu sabah olanları düşünüyordum. Normal biri olsaydım bu tür bir tehditle karşılaşmayacağımı bilmeme rağmen normal biri olmadığım için pişmanlık hissetmiyordum. Ben buydum ama ne olursa olsun, bu durum için bir çözüm bulmam gerekiyordu. Tehlikede olan sadece ben değildim, evimde çalışan herkes tehlikedeydi; Abraham, Juno, Juno'nun kocası Bill, temizlikçiler... Bir iş veren olarak onların güvenliği benim sorumluluğumdu. Bu düşünce beni daha da tetikliyor, daha da endişelendiriyordu. Bir şeyler düşünmek zorundaydım, hem de hemen! Ama düşünebildiğim tek şey Başkan Eugine'ne haber vermekti, ki bu da düşünebileceğim en salakça şeydi. O adam delinin tekiydi ve bana yardım etmek istese bile bulacağı çözümün beni rahatlatmayacağından çok emindim. Bu düşünceler eşliğinde şehre indiğimde Jennie'yi tam da birbirimize söz verdiğimiz yerde beni beklerken buldum. Her zamanki gibi çok tatlıydı. Bu defa sarı saçlarını iki yandan örmüştü ve dizlerinin altında biten mavi bir tulum ile küçük, kahverengi botlar giyiyordu. Beni fark etmesi sadece birkaç saniye sürdü; muhtemelen çocuğun tüm algısı beni bulmak üzerine kuruluydu. Yerinde zıplayıp neşeyle bana el sallayınca içimden kızın yanaklarını sıkmak geldi. Onun yerine "Merhaba, ufaklık." dedim, boyumuzu eşitlemek için dizlerimin üzerine çökerken. Jennie neşesini bir an olsun azaltmadan "Merhaba, Vanessa." dedi. "Oyuncağımı tamir edebildin mi?" Sonra konuşmama izin vermeden ellerini havada salladı, gözleri hafifçe irileşti ve yanakları al al oldu. "Edemediysen de sorun değil! Gerçekten! Denediğin için teşekkür ederim!" Ah, çok şirin! "Neden kendin bakmıyorsun?" diyerek oyuncağı ona uzattım. Jennie tereddütle oyuncağı eline aldı. Düğmesine basarken yüzünde hâlâ tereddüt vardı. Galiba oyuncağı tamir edeceğime olan inancı düşündüğüm kadar sağlam değildi. Oyuncağın düğmesine bastığı anda oyuncak gözlerini araladı. Teklemeden "Merhaba! Yeni en iyi arkadaşım olur musun? Oyna benimle!" dedi. Tamir ederken oyuncağa birkaç detay da eklemiştim. Eklemsiz olan oyuncağın artık birkaç eklemi vardı. İçindeki çarklar hareket ettikçe el sallıyor, sarılmak için kollarını açıyor, göz kırpıyor, hatta gülümsüyordu bile... Jennie çocuksu bir heyecanla nefesini tuttu ve oyuncağa sıkı sıkı sarılarak iki yana sallandı. "Vay canına! İnanılmaz! Sen cidden bir oyuncak tamircisisin, Vanessa! Çok teşekkür ederim!" "Rica ederim." İçten bir şekilde gülümseyerek kızın saç örgülerine dokundum. "Neden gidip arkadaşlarınla oynamıyorsun?" "Evet, evet!" Yerinde birkaç kere zıpladı, gerçekten de çok mutlu olmuştu. Onu mutlu görmek beni de mutlu ediyordu. "Diğer çocuklar çok kıskanacak! Onlara senden bahsedeceğim!" Jennie koşarak yanımdan ayrılırken çocukları mutlu etmenin ne kadar kolay olduğunu düşünüyordum. Yerden kalkarken sabah olan her şeyi nispeten unutmuştum. Akşam Başkan Eugine ile buluşmak dışında bugün yapacak başka bir işim de yoktu. Biraz şehri, belki pazar alanını dolaşmayı düşünerek etrafımda döndüğüm sırada bir kadın ismimi söyledi. Ses öyle tanıdıktı ki anında suratım düştü. Saklanabileceğim bir yer var mı diye bakarak etrafıma bakındım ama ismimi söylediğine göre beni fark etmiş olmalıydı. Mecburen topuklarımın üzerinde geri döndüm ve kuzenim Elizabeth'e hafifçe gülümsedim. Elizabeth ve ben küçüklükten beri anlaşamazdık. Çok sık kavga ettiğimizi hatırlıyordum. En kötüsü ise ben sekiz yaşındayken olmuştu. Babam diğer çocuklarla oyun oynamam için beni Elizabeth'in doğum gününe götürmüştü. Amcam ve o oturma odasında sohbet ederken ben de bahçedeydim ve kendime itiraf etmekte zorlansam da diğer çocuklarla oynamak için sabırsızlanıyordum. Doğum günü çocuğu olduğu için tüm çocuklar Elizabeth'in yanındaydı fakat yanına gittiğimde Elizabeth beni tanımıyormuş gibi davranmış, beni kimin doğum gününe davet ettiğini bilmediğini söylemişti. O kadar şaşırmıştım ki itiraz bile edememiştim. Daha sonra Elizabeth'e neden beni tanımamazlıktan geldiğini sorduğumda bana tuhaf bir çocuk olduğumu ve benimle takılırsa arkadaşlarının onunla takılmak istemeyeceğini söylemişti. O zaman sekiz yaşındaydım. Ağlayarak eve gitmiştim ve babam beni tuhaf olmanın o kadar da kötü bir şey olmadığına ikna edene kadar da üzülmeye devam etmiştim. Biz büyüdükçe Elizabeth ile aramızdaki anlaşmazlık soğuk bir rekabete dönmüştü. Arada sırada laf sokması haricinde pek bana bulaşmıyordu artık. Elizabeth ve ben birbirimize pek benzemezdik. Yani, evet, ikimiz de koyu gözlere ve koyu saçlara sahiptik ama tek benzerliğimiz buydu. Onun haricinde Elizabeth benden çok daha kadınsı bir görünüşe sahipti. Kirpikleri benimkinden daha gürdü, dudakları benimkinden daha dolgundu, yüz hatları benimkinden daha keskindi... Karakteri de öyle. Ben Elizabeth'in yanında dikkat çekmeyen bir kadındım. Belki de ondan iki yaş küçük olduğum içindir. "Merhaba, Elizabeth. Seni görmek ne güzel!" dedim elimden geldiği kadar samimi olmaya çalışarak. Sarılmak için bir adım attım ama Elizabeth hemen geri çekildi ve ellerinden birini kaldırırken soğuk bir şekilde gülümsedi. "Üzgünüm, Vanessa. Yine makine yağı kokmak istemiyorum. Ben seni sarılmış sayıyorum. Merak etme." Karakterinin keskin olduğunu söylemiştim. "Ah, tamam." dedim ondan uzaklaşmak için geri çekilerek. "Bu kadar kaba olma Elizabeth," diyerek Elizabeth'in yanındaki genç kadın bana elini uzattı. Sıcacık bir şekilde gülümseyerek, müzik gibi bir sesle, "Merhaba, Vanessa." dedi. Bu, valinin kızıydı. Diana. Arada sırada karşılaşırdık çünkü Diana kuzenimin en yakın arkadaşlarından biriydi. Her şeyden önce Diana hakkında dolanan söylentilerin doğru olduğunu kabul etmeliyim. Diana o kadar güzeldi ki, insan ona bakarken kendini bir tabloya bakıyormuş gibi hissediyordu. Güneş rengi saçlar, okyanus rengi gözler, kuğu gibi bir ten... Seçilmiş ırk falandı herhalde. Üstelik kibardı da. Bana karşı hiçbir zaman Elizabeth gibi davranmamıştı. Bu kadar meşgul olmasaydım ve o da valinin kızı olmasaydı arkadaş olabilirdik. Şimdi ise birbirlerini gördüklerinde selam veren iki insandık. "Merhaba," diyerek Diana'nın parmaklarını hafifçe sıktım, aynı samimiyetle gülümsedim. "Nasılsınız?" "İyiyim ama lütfen benimle 'siz' diye konuşma. Aramızda bir samimiyet var, değil mi? Neredeyse arkadaş sayılırız." Güldüm. Gerçekten de çok kibardı. Nasıl kuzenim gibi kalbinin bile olduğundan şüphe ettiğim bir kadınla arkadaş olabiliyordu anlamıyordum. "Pekâlâ, Diana." dediğimde Elizabeth iç çekerek nişan alyansıyla oynamaya başladı. Her zamanki gibi benden çabucak sıkılmıştı. Bir an önce yanımdan gitmek için "Diana, geç kalıyoruz!" dediğinde Diana "Ah, doğru ya!" diyerek zarif bileziklerle kaplı elini alnına vurdu. Sonra bana bir kere daha gülümsedi. "Üzgünüm, Vanessa. Bizim gitmemiz gerekiyor. Bir ara sohbet edelim, olur mu? Bir mucit olduğunu duymuştum. Senin gibi bir kadınla sohbet etmek için sabırsızlanıyorum!" diyerek çoktan benden uzaklaşmaya başlamış olan Elizabeth'in peşinden giderken bana el salladı. Yeniden yalnız kalırken kuzenimin sinir bozucu tavırlarını takmamaya çalıştım. O her zaman böyleydi. Aksini beklemek aptallık olurdu. Zaten umurumda da değildi. Nispeten sakinleştiğimde saatin kaç olduğunu öğrenmek için saat kulesine baktım ve başkanla buluşmadan önce biraz şehri gezmenin iyi bir fikir olduğuna karar vererek pazar alanına uğramak için caddeden döndüm.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD