?2.BÖLÜM: ŞEHİR BAŞKANI

3292 Words
Başkan Eugine gibi komiteye üye olan, Elit Meclisini yöneten ve tüm şehir tarafından tanınıp saygı gören bir adamın karşısına üzerime birkaç beden büyük gelen bir gömlekle, dağınık saçlarla ve asık bir suratla çıkamayacağımı biliyordum... Ama Abraham haklıydı, başkan bekletilmekten hiç mi hiç hoşlanmazdı. Ben de kimseyi bekletmekten hoşlanmazdım zaten. Yine de üzerimi değiştirmek için yeterince vaktim olmasını isterdim. Bu düşünceler yüksek sesle iç çekmeme neden oldu. Neyse ki gömleğim temiz ve düzgündü, üstelik dizlerimin üzerine kadar geldiği için de bol bir elbise gibi görünüyordu. Hem paltolarımdan biriyle bu paspal görüntümü kapatabilirdim. Saçlarımı salıp yanıma toplayarak ellerimle taradım ve yüzüme minik bir tebessüm kondurduktan sonra yeşil, kemerli bir palto alıp çalışma odamdan çıktım. Her yerinde bir cep olan paltomun küçük, altın rengi düğmelerini iliklerken Abraham beni kapının hemen önünde bekliyordu. Saçlarımı toplamam için bana en az saçlarım kadar siyah, lastik bir toka uzattı. Bazen işine bu kadar takıntılı olmasını seviyordum. Her zaman neye ihtiyacım olduğunu biliyordu. Tokayı reddetmedim ve dalgalar halinde dökülen gece rengi saçlarımı daha toplu görünmeleri için sıkı bir at kuyruğu yaptım. "Beyefendi seni bahçedeki çardakta bekliyor." Abraham bunu dedikten sonra bana eşlik etmek için zarif adımlarıyla hızlı ve sık olan adımlarıma ayak uydurdu. Belli ki gergin olduğumu fark etmişti ve beni yalnız bırakmak istemiyordu. Ne kadar da düşünceliydi, bunun için ona ne kadar minnettar olduğumu bilmesi gerekiyordu. "Çok tatlısın." dedim samimi bir gülümsemeyle. "Ne?" "Çok tatlısın." diye tekrar ettim. Merdivenlerin son basamağından inmeme yardım etmek için elini uzatırken Abraham'ın yüzünde bir şefkat vardı. O şefkati görmek bana kendi babamı hatırlattı, bir an yere yığılacak gibi oldum. Oysa babamı yüzünü unutacak kadar uzun süredir görmemiştim. Galiba unutmak üzere olduğum adamın bana hissettirdiği o şey kalbime işlenmişti; O şey koşulsuz sevgiydi. Abraham'da da hissettiğim şey buydu, bir babanın şefkati. Belki de oğlu Peter ile birlikte büyüdüğümüz ve şimdi Peter çok uzaklarda olduğu içindi, bana karşı her zamankinden çok daha babacandı. Abraham ne düşündüğümü anlamıştı. Tıpkı bir baba gibi konuşarak, imayla, "Neden bahsettiğini bilmiyorum, kızım." dedi. Zarif jestine karşılık onun ipek, beyaz eldivenli elini tutarken derin bir nefes aldığımda burnuma deterjan, misk ve yapay bir oda parfümü kokusu doldu. İtiraf edeyim, Abraham'ın evi temizlemek için tuttuğu hizmetkârlar işlerini çok iyi yapıyordu. Başta kızlar çok genç oldukları için çekinsem de şimdi kirletmeye korkacağım kadar temiz görünüyordu her yer. "Beni yalnız bırakmak istememeni taktir ediyorum, gerçekten. Bunu bil, tamam mı?" "Biliyorum. Başkan biraz... Eksantrik biri, değil mi?" Değerli tablolarla ve daha çok süs için kullanılan duvar lambalarıyla dolu holden geçerken kıkır kıkır gülerek kafamı iki yana salladım. "Öyledir," diye kabul ettim ve gülüşüm solarken biraz bıkkın bir ses tonuyla ekledim. "Ama ben kesinlikle daha farklı sıfatlar kullanırdım, daha farklı ve daha kötü sıfatlar." "Bu kulağa onu pek sevmiyormuşsun gibi geliyor." "Onu pek sevmiyorum." Duygusuz itirafım karşısında merakla "Neden?" diye sordu, bir yandan da benim için dış kapıyı araladı. Tamamen granitten oyulmuş verandaya adım atarken uzun, ince parmaklarımı kolumda gezdirdim. Ben kısmen herkesi severdim. Bu yüzden birini sevmediğimi duymak Abraham'ı meraklandırmış olmalıydı. Hmm... Ne desem ki buna? "Tam bir görgüsüz. Huysuz. Ayrıca aşırı kuralcı ve geri kafalı." "Senin kimse hakkında böyle konuştuğunu duymamıştım. Yani, hadi ama, başkan olmak onu biraz kibirli yapıyor olabilir ama o kadar da kötü olamaz." "Sen onunla hiç tanışmadın ve bunun için kendini şanslı saymalısın." Onunla ilk karşılaşmamız bir yıl kadar önceydi ve bir çeşit mühendis, matematikçi, mucit ve makinist olduğumu görünce bana söylediği ilk şey de bir 'kadının' benim kadar başarılı olmasını asla beklemediğiydi. Yine bir yıl kadar önce, üç yıllık bir çalışmanın sonucunda, hayatımın en gösterişli makinelerinden birini icat etmiştim. Ülkelerin surlarının dışında kalan vadilerde tehlikeli ve vahşi yaratıkların yaşadığı bir dünya vardı ve benim makinem bir çeşit kovucu frekans ile çalıştığı için o yaratıkları şehrin sınırlarından birkaç kilometre uzakta tutuyordu. Pratikte bu sadece bilimdi. Birkaç Ödül Avcısına para verip yaratıklardan bir tanesini yakaladıktan sonra yapılarını ve DNA'larını çözmek için zoolog bir arkadaşımdan yardım almıştım. Yaratıklar - ki bence onlar bir çeşit hayvandı - çok gürültücü de olsalar kendi aralarında düşük frekansta bir ses dalgası yayarak haberleşiyorlardı. Sürü ve hiyerarşik bir sistem halinde yaşadıkları için makinemin yaydığı frekans sayesinde burada büyük, bulaşılmaması gereken bir sürü ve alfa olduğunu düşünüyorlardı. Bu makineyi icat etmiştim çünkü hem halka dayatılan vergiler yüksekti hem de devlet hazinesinin yarısı o büyük, korkunç yaratıkları şehirden uzak tutmak için sur yapmaya harcanıyordu. Yaptığım o makine sayesinde bu harcama oranı neredeyse sıfıra, vergiler de yarı yarıya inmişti. Başkanla da bu sayede tanışmıştık. Bana insanın ağzını açık bırakacak kadar büyük miktarda fon sağlamaya başlaması bir yana çok nadiren de olsa malikaneme gelip beni ziyaret ederdi. Yine de bir sorun olmadıkça pek uğradığını görmemiştim. Acaba makine bir sorun mu çıkarmıştı? Bu düşünce kaşlarımı sertçe çatmama neden olurken tüm kalbimle öyle olmadığını umut ettim. Gerçi bu pek mümkün değildi. O makineyi Elit Meclisine teslim etmeden önce en az yüz kez kontrol etmiştim. Hiçbir sorun çıkmaması gerektiğinden yüzde yüz emin olmadan makinelerimi kimseye kullandırmazdım. Okyanusa bakan bahçe kısmına çıkarken Abraham ne kadar dalgın olduğumu fark etmişti. O sırada bahçedeki yaprakları temizleyen bahçıvana hafif bir baş selamı verdi, sonra da bana endişeli bir bakış fırlatmadan edemedi. Taş patikadan ilerlerken ve yeni budanmış gül bahçesinden geçerken tahta çardakta bekleyen, şık giyinimli orta yaşlı adamı gördüm. Sakinleşmek için derin bir nefesle doldurdum ciğerlerimi. Bunu yapabilirdim. Kendimi bunu yapabileceğime yüzde yüz inandırdıktan sonra Başkan Eugine'e doğru yürüdüm. Abraham, "Bu sabah çok keyifli." diyerek başkanın ruh hali hakkında bir durum tespiti yaptı. Başkanı şöyle bir süzdüm. Gülüyordu. Her zamankinin aksine kibirli değil, keyifli bir gülümsemeydi bu ve bunun neden olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Tahmin etmek de istemiyordum. Belki Abraham biliyordur, diye düşünerek "Nedeni hakkında bir fikrin var mı?" diye sordum. "En ufak bir fikrim bile yok. Bu arada, o güzel yüzüne bir gülümseme kondurmaya ne dersin? Sanki cenazeye gidiyormuş gibi görünüyorsun." Dediğini yapıp yüzüme kocaman bir gülümseme kondurduğum anda Başkan Eugine beni fark etti. Ardından hiç acele etmeden yerinden kalktı ve zarif bir hareketle oldukça pahalı olduğu tahmin ettiğim ceketinin düğmelerini ilikledi. Selam verircesine "Vanessa?" derken uzun, ince dudakları yavaşça kıvrılmıştı. "Seni yeniden görmek ne güzel." "Üzgünüm. Beklettim mi? Çok önemli bir müşterimin işleriyle ilgileniyordum." Şey... Küçük bir çocuktan bahsettiğimi bilmese de olurdu. Abraham kimden bahsettiğimi tahmin ettiği için sessizce gülümsedi. Yanımda zarif bir duruşla bekliyor, saygılı bir ifadeyle başkan ile olan konuşmamızı dinliyordu. Konuşmaya dahil olmayacağını anlamak için o kadar da kafa yormaya gerek yoktu. "Anlıyorum. Yine çalışmaktan uyumayı unutma da. En son ki buluşmamızda karşımda esneyip duruyordun." Başkan Eugine'nin bu zarif esprisine gözlerimi devirmek istedim ama muhtemelen çok kaba ve yersiz bir tepki olurdu bu. Soğuk bir şekilde gülmek çok daha uygundu. Çardağın tentesinin altına geçtiğimde Başkan Eugine elini uzattı. Elini tutmak için uzanarak bu jeste karşılık verdim. Pek kibar bir sesle "Nasıl gidiyor, Vanessa?" derken parmak uçlarımı hafifçe sıktı. Beni kendine denk görmeye başlaması ne hoştu! Başka elimi bile sıkmadığını düşünürsek... "Her şey bıraktığın gibi. Ne eksik ne fazla." diyerek geçiştirdim. Başkanın hayatımla ilgili detaylarla o kadar da ilgilenmediğini biliyordum. "Makine konusunda sorun mu var? Düzgün çalışıyor değil mi?" "Tıkır tıkır. Merak etme. Buraya makinende bir sorun olduğu için gelmedim. Sadece ufak bir ziyaret yapmak istedim, bir de sana bir şey söylemek." Seçenekler o kadar çoktu ki, bunu düşünmek bile başımı ağrıttı. Biraz gevşemeye ihtiyacım vardı, aslında doğru tabir bu değildi, çok çok çok fazla gevşemeye ihtiyacım vardı. Çardaktaki koyu kahverengi, ahşap sandalyelerden birine geçip otururken parmaklarımı kalın bir camla örtülü olan ahşap masanın üzerinde birleştirdim. Dört sandalyeli bu masayı yazları kahvaltı etmek ve akşam yemeği yemek için kullanıyordum. Başkan Eugine'nin varlığı yüzünden mi yoksa sonbaharın kuru havası yüzünden mi bilmem ama boğazım kurulmuştu. Soğuk bir şeyler içmek istiyordum. Abraham'dan bana içecek bir şeyler getirmesini rica edecektim ama bunu söylemeden önce kibarlık ederek Başkan Eugine'ne "İçecek bir şeyler ikram edebilir miyim? Ne içersiniz?" diye sordum. Sonuçta ne kadar sinir bozucu bir adam olursa olsun, o benim misafirimdi. Ama Başkan Eugine yine yaptı yapacağını... "Sen!" Başta benimle konuşuyor sandım ve sert ses tonu yüzünden biraz şaşırdım ama hayır, bana değil Abraham'a bakıyordu. Neyin geldiğini bilirken karnıma kramplar girdiğini hissettim. "Bana limonata getir. İçinde buz olmasın. Fazla şekerli de olmasın." Abraham bu kaba ve açıkça emreden konuşma tarzı yüzünden şaşkınlıkla tek kaşını kaldırdı, dudakları düz bir çizgi halini almıştı. Bense hissettiğim yoğun huzursuzlukla yerimde kıpırdanıp duruyordum. Aldırmamak ne güzel olurdu, keşke göründüğü kadar kolay olsaydı. Derin bir nefes alıp yavaşça bıraktığımda Abraham 'Ne sanıyor bu herif kendini?' dercesine bana baktı. "Galiba şimdi ne demek istediğini anlıyorum." dediğinde mahcupça gülümsedim; Ama Abraham iyi bir kahyaydı. Ne olursa olsun yapması gereken şeyi yapardı. Başkana geri bakarken soğuk bir şekilde gülümseyerek başını öne eğdi. "Elbette, efendim." dedi zorlama olduğu her halinden belli olan bir saygıyla. Sonra bana baktı ve saygısı gerçek bir saygıya dönüştü. "Ya siz hanımefendi? Siz bir şeyler ister misiniz?" Bir demlik papatya çayı. Beni ancak gevşetir. "Bana biraz su getirebilir misin? Soğuk olursa çok mutlu olurum. Teşekkürler, Abraham." "Rica ederim." Keyfi yerine gelsin diye "Kendine de bir şeyler alsana." diye önerdim. "Galiba Juno dün akşam meyveli kek yapmıştı. Sen çok seversin." Abraham, "Ben galiba birazcık papatya çayı alacağım." diye iç geçirdi. Onu anlıyordum, kesinlikle anlıyordum. Abraham yanımızdan ayrılırken Başkan Eugine imalı, garip ve rahatsız edici bir gülümsemeyle arkasına yaslanmış, beni seyrediyordu. İsteksizce "Ne?" diye mırıldandığımda onaylamaz bir ifadeyle başını iki yana salladı. "Bunlara fazla yüz veriyorsun, Vanessa." derken çenesiyle malikaneye giren Abraham'ı işaret ediyordu. Bunlar derken çalışanlarımı kast ettiğini anladığımda içimdeki huzursuzluk daha da büyüdü. İşte, yine canımı sıkacak bir şey söyleyecekti! Başkan Eugine cebinden oldukça pahalı olduğunu tahmin ettiğim bir puro kutusu çıkarıp içinden bir dal aldı. Puroyu ince dudaklarının arasına yerleştirmeden önce de "Fark etmediğini söyleme. Çalışanların seni patron olarak değil de arkadaşları olarak görüyorlar." diye ekledi, bir kibritle purosunu yaktı. Yanında asla çakmak taşımaz, her zaman bir kibrit kutusu bulundurdu. "Ben de onları arkadaşım olarak görüyorum." dedim. "Bence bir sorun yok." "Bence herkes yerini bilmeli." "Bu kadar kibirli olma. Bu hiç sağlıklı bir huy değil." Olayı şakaya vurmaya çalışırken istemsizce başkanı süzdüm. Kıvırcık kahverengi saçlara, yuvarlak hatlı bir yüze sahip, kilolu bir adamdı. Her zaman çok şık giyinirdi ama Abraham'ın asilliğinin ve iş disiplinin aksine bu adamdan katıksız bir kibir akıyordu. Bugün de en az onu gördüğüm diğer günlerdeki kadar şıktı. Yaka cebinden son altından yapılma bir cep saati sarkıyordu. Şehrin her yerinden görülebilen dev bir saat kulesine sahipken kim yanında cep saati taşırdı ki? Belki de saat bir aile yadigarıydı. Başkan purosundan bir nefes alırken başını çevirdi ve soğuk bir ilgiyle ahşapla ve pencerelerle kaplı dört katlı malikaneyi süzdü. "Ne zaman taşınacaksın bu eski malikaneden? Lüks bir yerde yaşayacak kadar para kazanmıyor musun?" diye sorarken ne kadar para kazandığımı bildiğini biliyordum. "Burayı seviyorum." dedim dürüstçe. "Neden?" Bana baktı ve ardından büyük bir densizlikle "Babana ait olduğu için mi?" diye sordu. "Anıları yaşatmak önemlidir." "Ölü bir adamın anılarını yaşatmak zorunda değilsin, hem de seni terk etmiş bir adamın." Çocuk gibi itiraz etmek, 'O beni terk etmedi!' demek istiyordum ama o zaman da neden yıllardır onu görmediğimi sorardı. Anlamı neydi ki zaten? Babam beni terk ettiğinde bir çocuk sayılırdım. Şimdi büyümüştüm. Hayatıma devam etmiş, bir sürü şey yaşamış, zamanla da babamı hayatım boyunca bir daha asla göremeyeceğimi kabullenmiştim. Başkanın saçma sapan imaları canımı bundan daha çok sıkamazdı. Üstelik son bir yılda bu adamın konuşma biçimini umursamamayı öğrenmiştim. "Yani... Babam hakkında konuşmak için mi geldin buraya?" "Neden olmasın? Baban zeki bir adamdı," diyerek gereksiz yere övdü onu. Beni süzerken yarısı bitmemiş olan puroyu masanın üzerinde söndürdü ve bahçıvanın onu temizleyeceğini düşünerek yeni biçilmiş çimlerin içine attı. "Sen de öylesin. Sanırım bu ailenizin soygunda var ama sen... Açıkça, babandan daha zeki olduğunu düşünüyorum. O da iyi bir mucitti ama senin yapabildiklerin insanda hayranlık uyandırıyor. Bu şehirde vahşi yaratıkları uzak tutan bir makine yapacak tek bir insan tanıyorum." Birden iltifat yağmuruna tutulmak olmasını beklediğim bir şey değildi, zaten Başkan Eugine'de sık sık iltifat eden biri değildi. "Ben sadece elimden geleni yapmaya çalışıyorum." "Biliyorum Vanessa, biliyorum." Merak ederek "Babamı tanıyor muydun?" diye sordum. "Sadece bir defa gördüm." O sırada Abraham bir tepsiyle limonata ve su getirip önümüze bıraktı. Sabah kahvaltı etmeden malikaneden ayrıldığım için biraz meyveli kek de getirmişti. İki çatalı önümüze bıraktıktan sonra kaçarcasına adımlarla uzaklaştı yanımızdan. Başkanın Abraham gibi kontrollü ve disiplinli bir adamın üzerinde böyle bir etki bıraktığını görmek biraz komikti aslında... Başkanın sesi yeniden dikkatimi çekene kadar aradan birkaç dakika geçti. "Bu arada, yaptığın makine bir yıldır kusursuz bir şekilde çalışıyor. Kızım bunun için sana bir hediye vermem gerektiğini düşünüyor, aslına bakarsan ben de öyle düşünüyorum." Bunun için mi buraya gelmişti yani? Bana hediye vermek için? Başkan Eugine'nden gelecek bir hediyenin düşüncesiyle yüzümü buruşturdum ve çatalımı sert bir şekilde tabağımdaki meyveli kekime bastırırken "Mücevhere ihtiyacım yok." dedim. "Altına da. Takılara da." "Böyle şeylerden etkilenmediğini biliyorum." "Yeni bir malikane de istemiyorum ve bir arsa da istemiyorum." Başkan bu halimi komik bulmuş olmalı ki, usulca güldü ve ben de dayanamayıp iç çekerek çatalımı tabağımın kenarına bıraktım. Boğazımı temizlemek için suyumdan bir yudum aldıktan sonra yumuşak bir sesle "Bak." dedim. "Buna gerek yok, gerçekten. Hediyelerden hoşlanmam. Hem bana zaten alamayacağım hiçbir şey veremezsin." "Bence bir tane verebilirim." "Ne?" dedim dediğinden hiçbir halt anlamayarak. Bana çok, çok, çok pahalı bir şey verecekse bunu kesinlikle kabul etmeyeceğimi bilmesi gerekirdi. Başkan şaşkınlığımı hiç umursamadan düşünceli bir şekilde çenesini kaşıdı. "Gerçi biraz hırçın ama... O meseleyi halledeceğim ben." "Hırçın mı? Bana bir hayvan mı vereceksin?" Başkan Eugine, "Öyle sayılır." diye yanıt verirken sanki bunda benim anlamadığım komik bir şey varmış gibi kıkır kıkır gülüyordu. Gerçekten de bugün keyfi yerindeydi. Limonatayla dolu olan bardağını kadeh kaldırır gibi bana uzattı. "Ah, Vanessa! Beni gülüyorsun. Biliyor musun, ben de hediyen için tam olarak bu kelimeleri kullanabilirdim." Bu cümlenin altında her şey olabilirdi, ciddiyim, her şey. Bir dinozor, uzaylı bir evcil hayvan, bir gezegen, şehrin anahtarı, dünyanın varoluşunun sırrı... Ve Başkan Eugine öyle mutlu görünüyordu ki, ne verirse versin reddetme gibi bir lüksüm olduğunu zannetmiyordum. Neredeyse kırkına merdiven dayayacaktı ama her istediği olsun isteyen, şımarık, küstah bir çocuktan farksızdı. Halimden ne kadar keyif aldığına bakarsak beni de bir çeşit oyuncak olarak gördüğünden emindim. Ne kadar da can sıkıcı bir durum, diye içimden geçirirken yüzümde ne düşündüğümü belli eden tek bir ifadenin bile olmamasına dikkat ettim. Ben surat asarken Başkan Eugine hâlâ keyifli keyifli gülüyor, kendi kendine küçük bir kutlama yapıyormuş gibi görünüyordu. Yeniden, bir yudum su alarak boğazımı ıslattım ki su aynı zamanda da beni gevşetti ve bu anlamsız konuşmaya devam etme cesareti bulmama neden oldu. "Bu aralar her zamankinden daha bonkörsünüz," diye alay ettim. "Madem bu konu da bu kadar heveslisiniz, tamam, nerede bu hediye?" Lütfen vahşi bir hayvan olmasın! Lütfen vahşi bir hayvan olmasın! Lütfen vahşi bir hayvan olmasın! Lütfen vahşi bir hayvan olmasın... "Seni yarın hediyeni görmeye götürebilirim." Taşınmaz bir şey miydi? "Hmm... Şimdi daha da meraklandım işte." "Beklediğine değecek, inan bana." Elimde olmadan kaşlarımı çattım. "Umarım çok pahalı bir şey almamışsındır." "Aslında Vanessa, o şeye bir servet ödedim sayılır ama ederinin onun için harcadığım paraya değeceğini umuyorum." Aman da aman! "Tam olarak ne kadarlık bir hediye bu?" derken su bardağımı dudaklarıma götürdüm. "Elli milyon pell." Az kalsın ağzımdaki suyu püskürtecektim. Elli milyon pell mi? Bu neredeyse yüz ev parasıydı! O kadar pahalı bir şeyin ne olduğunu hayal etmekte cidden zorlanıyordum. Bu beni korkutuyordu da. Homur homur mırıldanırken gözlerimi uçsuz bucaksız, masmavi bir çarşafı andıran okyanusa diktim. "Ama ben o kadar pahalı bir şeyi..." "Bana pahalı olduğu için hediyeni kabul etmeyeceğini söylemeyeceksin, değil mi? Çünkü bu cidden büyük bir kabalık olur." "Bu bana doğru gelmiyor." "Vanessa, bu sadece bir hediye. Kabul etmezsen beni gerçekten çok kırarsın." Harika. Şimdi de duygu sömürüsü yapıyordu. Ah, boş versene! Uğraşmaya bile değmez. Parmak uçlarımı su bardağımın yüzeyinde gezdirirken zorlama bir tebessümle "Pekâlâ," dedim. "Madem bu kadar ısrar ediyorsunuz, tamam. Hediyemi görmek için sabırsızlanıyorum." Başkan Eugine bana beni huzursuz eden bir gülümsemeyle baktığında kaşlarımı daha da çattım. Gözlerim adamın keyifli bir imâyla dolu olan gözlerinde usul usul gezindi. Yoksa bir şey mi gizliyordu? İfadesi hiç hoşuma gitmemişti ve ciddi ciddi beni dehşete düşürecek bir şey vermesinden korkuyordum... "Harika." diyerek ellerini çırptı. "O zaman yarın, öğleden sonra seni almak için gelirim." "Sanırım o saatlerde müsait olurum." diye mırıldandım. "Anlaştığımıza göre bana müsaade." "Gidiyor musunuz?" Sakin gözlerle Başkan Eugine'nin ayağa kalkmasını seyrettim. "Evet. Meclis toplantısına yetişmem gerekiyor." dedi ceketinin yakalarını zarif bir şekilde düzelterek. Onu yolcu etmek için ayaklanacaktım ama elini kaldırdı. "Sen keyfine bak. Ben çıkarım. Yolu biliyorum nasılsa." Başkan yanımdan ayrılırken bir hediyenin bu kadar canımı sıkmasının ne kadar garip olduğunu düşünüyordum. Bu can sıkkınlığı kendimi çalışma odama kapatıp saatlerce çalıştığımda bile devam etti. Canım sıkkın olduğunda kendimi çalışmaya vermek içgüdüsel olarak yaptığım bir şeydi sanırım; Mutlu olduğumda da, üzgün olduğumda da, keyifli olduğumda da, kızgın olduğumda da. Her halükârda bir şeylerle uğraşmak dikkatimi dağıtıyordu. Bu bir oyuncak bebek bile olsa... Jennie'nin oyuncağının çarklarını kontrol ederken odamın kapısı üç kere tıklandı. Kendimi tamamen yaptığım işe odakladığım için dalgın bir şekilde "Gir!" dedim. Gelen tabii ki Abraham'dı. Kapıyı usulca araladı. Üzerinde bir bardak süt ile kurabiye dolu bir tabak olan bir tepsi tutuyordu. Tepsiyi masamın üzerine bırakırken bir minderin üzerinde uyuyan Iron'u rahatsız etmemek için çok yavaş bir şekilde hareket etti. Balkondan vuran ay ışığı Abraham'ın yüzünü daha da solgun ve yaşlı göstermişti. Ne düşündüğümden habersiz bir şekilde Abraham balkondan dışarıya, manzarama baktı. Ay iyice gökyüzünde yükselmişti, şimdi yansımasını okyanusun gece olunca siyah gibi görünen sularına vurarak bize eşsiz bir manzara oluşturuyordu. Buradan yedi yirmi dört açık olan limanın ışıklarını, iskeleye yanaşıp duran ticaret gemilerini ve yanıp sönen feneri görebiliyordum. Yeniden bana bakarken "Sen iyi misin?" diye sordu Abraham. "Başkan gittiğinden beri kendini buraya kapatıp şu oyuncakla uğraştın." Çarklardan birini elime alırken ve dişlerinin sağlamlığını kontrol ederken "Çalışmak beni rahatlatıyor, biliyorsun." diye cevap verdim. "Fazla rahatlatıyor herhalde. Saatin kaç olduğundan haberin var mı?" Parmaklarımın arasındaki çarkı havaya kaldırarak tek gözümü kıstım, ay ışığının temizlenmiş metali kendi gibi parlatmasını seyrettim. "Bilmem. On bir falan herhalde." "Üç, Vanessa. Aslında tam olarak üç on iki." Tüh. Yaklaşamamıştım bile. Demek ki bu yüzden esneyip duruyordum. Bebeğin içinden çıkarttığım bir sürü ıvır zıvırla kaplı olan masamın üzerine çarkı bırakırken iç geçirdim. "Zaman nasıl geçti anlamamışım." Abraham, "Evet. Fark ettim." diye alay etti. "Başkan bu kadar canını sıkacak ne söyledi merak ettim." "Bana çok pahalı bir hediye vermek istiyor." "Hediye hediyedir, değil mi?" "Ama çok, çok pahalı bir hediye. Bu yüzden bana vermek istediği şeyin ne olduğu konusunda tereddüt etmeden edemiyorum." "Muhtemelen bir ev falandır." Elli milyonluk bir ev... Bunu hayal etmekte zorlanıyordum ama öyle bir hediye bile olsa Başkan Eugine babama ait olan bu malikaneye asla terk etmeyeceğimi biliyor olmalıydı. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirirken başımı iki yana salladım, "Bir ev olduğunu sanmıyorum." diye homurdandım. "Bence her şeyi fazla sorguluyorsun." Ama sorgulamamak aptallık olmaz mıydı? Hem ben bir mucittim, her mucit meraklıdır ve hemen hemen hepsi de bilmedikleri şeylerden hoşlanmazlar. Meseleyi daha fazla uzatmamak için "Belki de haklısın." diye mırıldanırken yeniden bebeğe uzandım ama Abraham eldivenli eliyle bileğimi tuttu ve hevesli parmaklarımı bebekten uzaklaştırdı. "Bu kadarı yeterli. Artık uyuman gerek. Bu saatlere kadar çalışmak hiç sağlıklı bir şey değil." "Ama bu oyuncağı yarına kadar tamir etmem gerekiyor!" "Sabah halledersin." diye karşı çıktı. "Sadece bir saat daha. Lütfen?" Yalvarmam karşısında Abraham hoşnutsuz bir edayla yüzünü buruşturdu. Ardından pes ettiğini gösterircesine omuzları düştü. Zaten bana hiçbir zaman hayır diyemezdi. Bastıra bastıra "Sadece bir saat." diye belirtti ve elimi serbest bıraktı. "Ayrıca bu kurabiyeleri de yiyeceksin. Sabahtan beri doğru düzgün bir şey yemedin." Aslında midem bir şey alacak halde değildi ama itiraz edersem uyumam konusunda ısrar edeceği için uysal davranarak başımı tamam anlamında salladım. Abraham uyuklayan Iron'u daha rahat bir yere yatırmak için kucağına aldığında Iron iri, mavi gözlerini hafifçe araladı ve minik, sevimli ağzını açarak esnedi. Sonra da patilerini ve kafasını Abraham'ın kusursuz takımına sürttü. İkisi çalışma odamdan çıkarken ben de kurabiyelerden bir tanesine uzandım. Gözlerim sütle dolu bardağa kaydığı sırada dudaklarımda içten bir gülümseme belirdi. Abraham gerçekten de bir baba gibiydi. Sanki beş yaşındaymışım gibi bana süt ve kurabiye getirmesinin başka bir anlamı olamazdı. Oyuncak bebeği tamir etmeye geri dönerken kalbim kendi babama karşı duyduğum, artık eskimeye yüz tutmuş bir özlemle sızlıyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD