?8.BÖLÜM: UMUT VE UMUTSUZLUK

2672 Words
Bronz aynadan bana bakan gözler canlı ve parlaktı. Gece kadar siyah ve okyanus kadar dalgalı saçlarımın çevrelediği genç yüz ise heyecanla doluydu. Öyle heyecanlıydım ki, şafak sökerken uyanmıştım. Dünkü umutsuzluğumun aksine bugün umut doluydum. Ah, belki de bugün düşündüğüm kadar kötü olmazdı? Yatak odamdan çıkıp merdivenlerin ve koridorun olduğu kısma koşarken neredeyse neşelenmiştim bile. Etraf sessizdi, o yüzden henüz kimsenin güne başlamadığını düşünmüştüm ama Abraham her zamanki gibi erkenciydi. Oturma odasında oturmuş, herkes işe başlamadan önce malikanenin sessizliğinin tadını çıkararak kitabını okuyordu. "Günaydın, Abraham." dedim. Beni fark edince gülümseyerek oturmam için yan taraftaki ikili koltuğu işaret etti. Aslında çalışma odama geçecektim ama çalışmak için bile çok erkendi. O yüzden dediğini yaptım. İkili koltuğa geçip otururken Abraham'ın fincanının çok koyu, şekersiz bir kahveyle dolu olduğunu fark ettim; Her zamanki gibi. Hiç şaşmaz. Abraham o zehir gibi kahveye bayılır. Galiba daha zinde olmasını sağlıyor. Ardından bakışlarım yüzüne kaydı, daha doğrusu, gözünün etrafını çevreleyen o morluğa... Bana mı öyle geliyordu yoksa görmeyeli o morluk daha da mı kötüleşmişti? Onun için doktor getirmediğim için hissettiğim pişmanlık daha da artarken "Gerçekten inatçısın." diye homurdanmadan edemedim. "O iğrenç morluk için doktor getirmeme izin vermeliydin." Abraham parmak uçlarıyla morluğu yokladı ve gülerek gözlerinin kenarının kırışmasına neden oldu. "Merak etme. Göründüğü kadar acıtmıyor. Hatta sen söyleyene dek orada bir morluk olduğunu bile unutmuştum." derken onu şüpheyle süzmeden edemedim, doğruyu mu söylediğini yoksa sadece beni rahatlatmak için mi öyle dediğini anlayamamıştım. İç çektim. "Hâlâ doktor istemediğine emin misin?" "Ben iyiyim, Vanessa." "Ama kendimi bu konuda suçlu hissediyorum." "Neden?" Gerçekten şaşırmış görünüyordu. Ardından ifadesi yumuşadı. "Benim hatamdı, saçmalama." Bu konuda tartışmak istemediğim için susup parmaklarımı kucağımda birleştirirken Abraham okuduğu kitabı kapattı ve koltuğun yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. "İşler nasıl gidiyor?" diye sordu sohbet etmek için. "Bahsetmeye değmez." dedim, hep aynıydı nasıl olsa ve açıkçası şu an işimi düşünmüyordum. Vay. Bu bir ilkti. Abraham, "Heyecanlı mısın?" diye sordu. "Ne konuda?" "Ne konuda olduğunu biliyorsun." Damien. İtiraz etmek çok saçma olurdu çünkü gerçekten de heyecanlıydım. Onu günler sonra ilk defa görecektim. Bu heyecanın ana sebebi Damien'ın nasıl olduğunu bilmek istememdi. Onu son gördüğümde yaralıydı. Utanarak "Biraz," diye kabul ettim. "Bu rahatsız edici mi?" "Hayır, değil. Seni işin dışında bir şey hakkında bu kadar heyecanlı görmek beni mutlu ediyor. Nedeni Damien, değil mi? Hâlâ senden nefret edeceğini mi düşünüyorsun? Merak etme, her şey iyi olacak." Öyle mi? Çünkü onu kabul etmek şimdiye kadar verdiğim en kötü karar olabilirdi ama sanırım çalışıp çalışmayacağını birlikte görmemiz gerekecekti. Şu adamı düşünmeyi bırak, diye kendime kızarken Abraham'ın bana baktığını fark ettim. Konuşmaya başlamadan önce düşüncelerimi toparlamak için kendime bir dakika verdim. "Dürüst olmak gerekirse, heyecanlı olmaktan çok gerginim. Bu sana saçma gelebilir ama başkan öyle olduğunu söylese de Damien'ı bir hediye olarak görmüyorum. Aslında ben... Onunla gerçekten iyi anlaşmak istiyorum." derken Başkan Eugine'nin bundan ne kadar hoşlanmayacağını düşündüm ama zaten onun ne hissettiği o kadar da umurumda değildi. İyi bir başkan olabilirdi ama insanları küçük gören, kasıntı herifin tekiydi o. "Bu anlaşılır bir şey ama anlamıyorum, onun varlığının düşüncesi seni neden bu kadar ürkütüyor?" Şey... Çünkü eski sahibinin kolunu kırmış ve başkana bile yumruk atmaktan çekinmiyor. Öyle birini döverek bana iyi davranmaya ikna edemezler. Böyle düşünmeme rağmen cılız bir tebessüm dudaklarımın hareket etmesine neden oldu. "Bilmiyorum." diye yalan söyledim. "Dinle, Vanessa. Onu kabul etmeni söyleyenin ben olduğumu biliyorum ama seni huzursuz ediyorsa eğer onu almamalısın." "Hayır, hayır. Sorun değil. Gerçekten. Hem... Bu durum o kadar da kötü olmayabilir." Gözlerimi asla çalmadığım piyanonun üzerinde gezdirdim. Onu birilerine hediye edebilirdim aslında ama o piyano hiç tanıma fırsatımın olmadığı anneme aitti. Her ne kadar anne kavramı benim için hiçbir anlam ifade etmese de böyle bir şey yaparak onun hatırasına saygısızlık etmek istemiyordum. Gözlerimi oturma odasında gezdirirken içim nostaljik bir hisle doldu. Bu eski malikanede anne ve babama ait bir sürü anı vardı. Bana ait de bir sürü anı vardı. Yeterince param olmasına rağmen daha lüks bir yere taşınmamamın tek nedeni de buydu. Abraham, sehpanın üzerindeki kitabı alıp bir duvarı boydan boya kaplayan ahşap kitaplıktaki yerine geri koyarken -Kitaplığın bir kısmını süs sarmaşıkları sarmıştı ve orada en az yüz raf vardı- "Biraz çay ister misin? Rahatlamana yardımcı olur." diye sordu. "Şu an çaya hayır demem." Gerçekten de gevşemeye ihtiyacım vardı. "Ne çayı istersin?" Mutfağa pek sık girmediğim için "Neler var?" diye sordum. "Chaï, Blosroom, Yeşil, Papatya?" Galiba her yerden bir çayımız vardı. Komik. O kadar da çok çay içen biri değildim aslında. "Chaï, lütfen." dedim. "Ve teşekkürler." Abraham önemli değil dercesine parmaklarını salladıktan sonra mutfağa gitti ve bir süre sonra da bir fincana Chaï çayı doldurup bana doğru itti. Çayın egzotik ve baharatlı kokusunu içime çektikten sonra bir yudum aldım. Abraham ise kendine yeni bir kahve doldurmuştu. Onun da kahvesinden bir yudum aldığını görünce dayanamadım ve şakalaşarak "Nasıl içebiliyorsun anlamıyorum." diye homurdandım. "O şeyin tadı berbat," "Hiç de bile." "Cidden mi? Çünkü bence zehir içsen daha şekerli olurdu." "Biliyorsun ki benim-" Kapı zilinin sesi tüm malikanede yankılandığında ve sözünü kestiğinde Abraham susarak kaşlarından birini kaldırdı. "Kim olduğunu biliyor musun?" diye sorduğumda başını hayır anlamında iki yana salladı ve henüz çalışanlar gelmediğinden kapıya bakmak için koltuktan kalktı. Chaï çayımdan bir yudum alırken gözlerimi kapatıp uzun bir iç çektim. Saat sabahın yedisiydi. Bu saatte kim gelebilir ki, diye düşünüyordum ki, içeri giren adamları gördüğüm anda omuzlarım kaskatı kesildi. Gelenler Arthur Montgomery ile David'di. Eğer bu köle tacirleri buradaysa o zaman... Ah, hayır. Bu kadar erken mi? Aceleleri neydi ki? Arthur'u ve David'i karşılamak için koltuktan kalkarken şaşkınlığımın yerini başka bir duyguya bırakması uzun sürmedi, heyecandan düşüp bayılacaktım şimdi! Gözlerimin hedefi Arthur'du ancak David'in bakışları da üzerimdeydi. David çok daha sakin görünmesine rağmen işi yüzünden öfkemden payına düşeni almıştı, ona karşı da en ufak bir sempati beslemiyordum. Abraham ise adamların arkasında duruyordu. Onlardan ne kadar hoşlanmadığımı hissetmiş olmalı ki, bana anlayışlı bir tavırla gülümsedi. Arthur "Bayan Born," diye soyadımı söyleyerek David'e bu konuşmaya katılmamasını emreden bir bakış attı. Zorla gülümseyerek "Hoş geldiniz. Size İçecek bir şeyler ikram edebilir miyim? Biraz Chaï çayımız var." dedim. Bu adamlardan hiç hoşlanmıyor olabilirdim ama yine de iyi bir ev sahibi olmalıydım. En azından bir günlüğüne. Zaten bir daha onları görmem gerekmeyecekti. Arthur "Ben bir fincan alabilirim." dedi. "Abraham?" diye seslendim soru sorarcasına. "Bize bir tane daha çay getirir misin?" "Elbette hanımefendi, hemen getiriyorum." Arthur tekli koltuğa geçerken David'de benden en geniş ve en uzak olan koltuğa oturdu. Galiba ondan ne kadar hoşlanmadığımı hissetmişti. Rahatlamaya çalışarak derin bir nefes aldım. Chaï çayımın kokusu burnuma geldi ama çok gerildiğim için bir şeyler içecek halim kalmamıştı. Abraham bir süre sonra tek elinde taşıdığı bir tepsiyle içeri girdi. Arthur'un önüne bir fincan çay ve biraz da ikramlık yerleştirdi; Gözlerimi tuzlu kurabiyelerde, meyveli keklerde, böreklerde ve şekerlerde gezdirdim. Juno'nun bunları hangi ara yaptığını merak ederken Arthur ağzına bir kurabiye attı. "Mmm." dediğinde yüzümde hafif bir gülümseme belirdi. Belli ki yemeği çok seviyordu. Belki de sebebi Juno'dur? O kadın gerçekten de işini iyi yapıyordu. "Vay canına. Bunlar gerçekten çok lezzetli." Bütün ciddiyetimi takınırken bu konu hakkında herhangi bir yorum yapmadım. Herhangi bir şey de demedim. Ne diyeceğimi bilemediğim için önce Arthur'un konuşmasını bekleme kararı almıştım. "İlk karşılaşmamızdan bu yana oldukça zaman geçti, değil mi?" "O kadar olmadı. Sadece beş gün." "Evet, beş gün." diye onayladı. "Umarım iyisinizdir?" "İyiyim, teşekkürler." dedim ve sıkkın bir nefes aldım. Sözde sohbet ediyorduk ama Arthur'la konuşmak hiç içimden gelmiyordu. Damien'ı düşündüm. Söyle gitsin, dedim kendi kendime. Nasıl olsa korkunun ecele faydası yoktu. "Sanırım bana Damien'ı getirdiniz." Arthur beni açık bir şekilde duymazdan geldi. "Merak ediyordum da... Siz tam olarak ne iş yapıyorsunuz? Bir mucit olmak için bir sürü bilgi birikimi gerekiyor olmalı. Daha önce güzelliği dışında başka erdemleri olan bir kadın tanımadım." Şaşırarak "Cidden mi?" dedim çünkü açıkça beni kadın olduğum için aşağılamaya devam ediyordu. Hem de benim evimde, benim oturma odamda! Ne cüretle! Benim kabaran öfkeme nazaran Abraham ifademden müthiş bir zevk alarak kısık sesle güldü. Eh, aramızdan birinin eğleniyor olması güzeldi. Arthur'un aptal, aşağılayıcı sorusuna cevap vermek bile istemedim. Bu yüzden Abraham konuşmamıza katıldı ve beni överek "Hanımefendi matematikçi, fizikçi ve mühendistir." diye ekledi. "Biraz mimarlık becerisi de var." Aşağılayıcı bir şekilde şaşırarak "Çok etkileyici." dedi Arthur ve alay etmeye devam ederek tepemin tasını attırdı. "Pi sayısının kaç olduğunu biliyor musun?" "3.141..." dedim ve başımı hafifçe yana eğdim "Çemberin çevresinin çapına oranıdır ve durmaksızın devam eden bir matematik sabitidir. Üstelik biyolojiden de biraz anlarım. Çok ilginç bir bilim dalı." "Nesi ilginç ki?" "Birçok şeyi. Mesela biyolojik açıdan bitkilerle hayvanları ayırmak o kadar kolay değildir. Örneğin modern süngerler... Tüm yaşamlarını aynı yere yapışarak geçirirler. Gözleri, beyinleri ve atan bir kalpleri yok ama onlar yine de sperm üreten hayvanlardır." Ölümcül bir sessizlik odaya çöktü. Dediklerim kulağımda çınlarken bunun hiç de bana uygun bir şey olmadığını düşünmeden edemedim. Ben asla bu kadar kaba değilimdir! Surat asmam, laf sokmam ve kimseyi bu şekilde rencide etmem. Tam aksine, sinir bozacak kadar kibar olduğumu söylerler ama Arthur tepemin tasını attırmıştı! İlk tepki Abraham'dan geldi. Vereceği en garip tepkiyi vererek yüksek sesle kahkaha atmıştı, bu yüzden hepimiz ona bakmak için başımızı çevirdik. "Affedersiniz. Aklıma çok komik bir şey geldi de." diyerek bana keyif ve taktir dolu bir bakış attı. Arthur ise kaşlarını çatarak bana dik dik baktı. Oof! Tamam, kabul! Bu yaptığım korkunç bir kabalıktı ama onun yaptığı da kabalıktı. Burası benim evimdi ve evimde bana saygısızlık ettiği için ona geri zekalı muamelesi yapmakta sakınca görmüyordum. Aslında ima ettiğim şeyi anlayacak kadar zeki olduğunu da düşünmemiştim ama sandığım kadar aptal değildi demek ki. Arthur, "Bu hiç hoş değildi." dediğinde hoş olmayan şeyin ne olduğu hakkında en ufak bir fikri olmadığını anladım. Konuya yeniden girmek için "Damien," dedim. "Doğru, Damien." diyerek asıl meseleye odaklanmaya çalışırken koltukta arkasına yaslandı. Çene hattını düşünceli bir tavırla ovuşturdu. "Onu size teslim etmek için geldim ama söylemeliyim ki, David gerçekten haklı. O pislik bir savaşçı olarak yetiştirildi ve sizin gibi nazik bir hanımefendi için hiç de uygun bir hediye değil. Sana karşı nasıl davranması gerektiği konusunda gayet açıktım ama eğer canınızı sıkacak bir şey yaparsa, en ufak bir şey bile yaparsa, onu bana geri gönderin. Ben hak ettiği şekilde onunla ilgileneceğim. Hem sizden para da almam." Hak ettiği şekilde mi? Ve para mı? Damien'ı ona göndereceğimi, sonra da ona şiddet uygulaması için ona bir de para vereceğimi mi sanıyordu? Bu pislik... Düşüncelerimin aksine "Tabii." dedim yalandan bir gülümsemeyle. Şimdilik adamın suyuna gitmek en iyisiydi. Şirin görünüyor olmalıyım ki Arthur surat asmayı kesip hafifçe gülümsedi. "Anlaştığımızı düşünüyorum." "Tabii." dedim. "Canımı sıkarsa onu sana göndereceğim. Anladım." "Yüzünde bir morluk taşımaktan iyidir, değil mi?" Bunu demek zorunda mıydı gerçekten? Tiksintiyle ürperdim. Abraham bile bu düşünceyle kaşlarını çattı ve bana 'Neden bahsediyor bu?' dercesine baktı. Doğru ya Ona Damien'ın eski sahibinin kolunu kırdığını söylememiştim. Zaten bunu bilseydi onu kabul etmem konusunda beni asla cesaretlendirmezdi. "Morluk mu?" diye fısıldadım, bocaladım. "O... Bana vurur mu?" "Buna cesaret edemez." derken Arthur'un sesinin altında net bir eminlik vardı ama nedenini anlamadım. Gözleri benden Abraham'ın morarmış tenine kaydı ve dudağının köşesi keyifle kıvrıldı. "Ama bence kendin de idare edebilirsin." derken ona şaşkın şaşkın baktım. Sonra dayanamadım ve yüzümü hafifçe buruşturdum. Cidden Abraham'a vurduğumu mu düşünüyordu? Yine de o morluğun tamamen bir kaza eseri olduğunu ona söylemedim. O zaman Damien'ı kendisi gelip kontrol etmek isteyebilirdi fakat kalbim huzursuzlukla sızlıyordur. Abraham'a özür dileyen gözlerle baktım. Hafifçe tebessüm etti ve durumun ne olduğunu az çok anladığı için bana ayak uydurdu. Aslında üzülmem saçmaydı. Abraham beni tanıyordu ve bunun için bana alınmayacağını biliyordum. Yine de ona vurduğumun düşünülmesi bile benim için rahatsız ediciydi. Abraham, sanki ona gerçekten vurmuşum gibi, "Merak etmeyin. Hanımefendi son derece disiplinlidir." derken Arthur'un memnun gülümsemesi daha da genişledi. Bu herif ciddi ciddi midemi bulandırmaya başlamıştı. "David, git çocuklara haber ver. Küçük hanımın hediyesini getirsinler." Gerçekten. Hediyelerden. Nefret. Ediyorum. Bedenimde dolaşan gerginlikle ellerim titredi ve parmaklarımı sanki hayatım buna bağlıymış gibi oturduğum koltuğun kollarına gömdüm. Ona ne söyleyecektim? Ya kekelersem? Ya benden gerçekten nefret ediyorsa? Sakinleşmeye çalışıp gözlerimi kapatırken derin bir solukla göğsüm inip kalktı. Sadece kendin ol, bu işe yarar. Damien içeri girmeden önce oturduğum koltukta dikleşip güçlü görünmeye çalıştım ama muhtemelen ifademden ne kadar gergin olduğum okunuyordu. Bana saatler gibi gelen dakikalar sonra Damien yanında David ve başka bir adamla oturma odama girdi. Vay canına. Ayaktayken düşündüğümden bile daha uzun görünüyordu. Aşırı kaslı değildi ama bir bakışla bile ne kadar atletik ve güçlü olduğunu anlayabiliyordum. Ne yazık ki, yaralarının ne halde olduğunu göremiyordum çünkü bu defa yarı çıplak değildi; Giymesi için ona temiz ama eski, beyaz bir gömlek vermişlerdi. Fakat gömleğin ilk birkaç düğmesi koptuğu için göğsünün belli bir kısmı görünüyordu. Bakışlarımı zorlukla yukarı kaldırdım ve günler sonra Damien ile göz göze geldik. Maviye çalacak kadar siyah olan saçlarını ve cilalı bir taş gibi yoğun olan lacivert gözlerini hâlâ hatırlıyordum. Yakışıklı bir erkekti fakat insan sıcaklığından nasibini almamış, vahşi bir kaplan gibi amansız olan bakışları tüylerimi diken diken ediyordu ama hiç değilse geçen günkü kadar öfkeli görünmüyordu. Damien yüzünde beliren karanlık bir merakla bedenimi baştan aşağı süzdü. Derisinin altında yatan nefretin bana kadar ulaştığını hissedebiliyordum. İlk kez bana bu kadar uzun bakıyordu. Ardından gözlerini gözlerime dikti. Ne bakışlarını çekiyordu ne de bir şey söylüyordu. Öfkeli değildi ama kesinlikle nefret doluydu. Korktuğumu anlamasın diye gözlerimi ondan kaçırmadım. Ona karşı kızgın ya da önyargılı değildim ama benden hoşlanma ihtimalini düşünmeye devam edecek kadar saf da değildim. Kahretsin, bu adam gerçekten de nefret ediyordu benden! Sonunda pes eden taraf ben oldum. Bakışlarımı korkarak kaçırırken "Şey... Benden pek hoşlanmadı sanırım." diye mırıldandım müthiş bir hayal kırıklığı içinde. Ne sanıyordum acaba? Buraya geleceğini ve birden yeni en yakın arkadaşım olacağını falan mı? Ya çok aptaldım ya da çok hayalperesttim. Ne yazık ki Arthur beni duydu. Neredeyse sadistçe diyebileceğim bir keyifle "Hiç hoşlanmadı ama sorun değil, bu sadece bunu daha eğlenceli yapar." dediğinde suratımı astım. Elimde değildi, yüreğimdeki umut ve umutsuzluk savaşı bitmişti. Damien'ın haksız nefreti karşısında hissediyor olduğum umutsuzluk beni boğuyordu. Ne düşündüğünü anlamak için Abraham'a baktım ama o da en az benim kadar şoka uğramış görünüyordu. Bu durumda bana yardımı dokunmazdı. Gözlerimi yeniden Damien'a kilitlerken tüm cesaretimi topladım ve yumuşak bir sesle, ilk defa ona adıyla hitap ederek, selam verircesine, "Damien," dedim. Bana cevap vermedi ve bakışları sertleşirken beni korkutan bir ifadeyle gözlerime bakmaya devam etti. Belli ki adını benim ağzımdan duymaktan hoşlanmamıştı. Oysa tek amacım ona selam vermekti. Ne kabalık! Çok bozulmuştum. Dahası utanmıştım. Soran gözlerle Arthur'a baktım. Arthur bana bakan Damien'dan bakışlarını çekmeden koltukta öne eğilerek tek kaşını kaldırdı. "Ustana nasıl davranman gerektiği konusunda anlaştığımızı sanıyordum, sürüngen?" derken sesinde bariz bir aşağılama ve uyarı vardı. "Yanılıyor muyum yoksa?" Damien, bir an daha sessiz kaldıktan sonra -Bana cevap vermeyeceğinden son derece emindim,- dudaklarını araladı. Bana, "Evet, Usta?" dedi. Gözleri ifadesiz görünse de içlerinde hafif bir öfke kıpırdanıyordu. Kahretsin! Kahretsin! Kahretsin! Onu bana itaat etmeye mi zorlamışlardı? Bu düşünce öyle berbattı ki, ağzımı açıp tek kelime demeye cesaret edemedim. Sonunda da "Hepsi bu mu?" diye sorarak Arthur'u evimden açıkça kovdum. Arthur, "Evet, hepsi bu." deyince dalgın bir tavırla başımı salladım. "Hadi, David. Yeniden görüşene kadar elveda, Bayan Born. Kendinize iyi bakın." Abraham adamları uğurlamak için peşlerinden giderken beni yeni, asi kölem ile huzursuz bir anın içinde bırakmıştı fakat gitmeden önce beni yüreklendirmek için gülümsemişti. Sarardığımı hissedebiliyordum. Aşırı gergin ve mutsuzdum. Damien'la, kendi evimin oturma odasında bile olsa, baş başa kalma düşüncesi beni ürkütüyordu. Yine de cesaret bulup oturduğum koltuktan kalktım ve Damien'ın olduğu tarafa yürüdüm. Aramızda birkaç adım kala dururken olağan bir şekilde gladyatörün boyuna ve omuzlarının genişliğine şaşkınlıkla baktım. Fazla kısa bir kadın olmamama rağmen omuzlarına geliyordum. Konuşmaya çalıştım ama sesim boğazıma tıkanıp kaldı. Ağzımdan garip bir ses çıktı. Zırlayıp durmaktansa bir şey söylemeliydim, kahrolası bir şey! Dudaklarımı hafif ama içten bir gülümsemeyle süslerken siyah, dalgalı bir buketi kulağımın ardına ittirdim. "Şey... Kabul edeceğim, bu biraz rahatsız edici bir durumdu... Ama seni yeniden görmek güzel, Damien." Sesim onun güçlü ve tok sesine uyacak kadar berrak ve tatlıydı. Eh, iyi bir başlangıçtı. Benim için, Damien için değil. Kaşlarını çattı. Endişe verici, diye geçirdim içimden. Ama sakin olmalıydım, Damien beni ısırmayacaktı. Merakım beni ele geçirince ben de onu süzdüm. Dümdüz, sert bir karnı olan müthiş yakışıklı bir erkekti. Zincirleri yokken öyle güçlü görünüyordu ki, lakabının hakkını verdiğinden ve hiçbir dövüşü kaybetmediğinden emindim... Ama her zaman böyle sinirli bir hali mi vardı? Damien, sonunda -Nihayet!- düzgün bir biçimde benimle konuştu. "Daha ne kadar bana öyle bakacaksın?"
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD