Her şeyin yeniden sakinleşmesine imkân veren birkaç gün yaşadıktan sonra Abraham ve ben şehir merkezine indik. Hem Bay Alessandro'nun teleskobu için birkaç ıvır zıvır satın almam hem de kendimi adeta çalışma odama kilitlediğim için biraz nefes almam gerekiyordu. Küçük bir çocuk grubu ayaklarımın yanından koşarak ve gülüşerek geçerken tutuyor olduğum karton kutuyu daha da sıkı kavradım. Endişeyle alt dudağımı ısırdım. Kutunun içindeki şeyler kırılırsa hepsini yeni baştan satın almam gerekirdi. Bana ait olan siyah, uzun arabanın yanında durup kutunun içindeki mercekleri, tripodu ve netlik ayar tekerleğini hızlıca kontrol ettim. Bu şeyler adeta bir servet değerindeydi! Abraham'ın elinde daha da büyük bir kutu vardı. Kutuyu arabamın arka koltuğa nazikçe bıraktı ve elimdeki diğer kutuyu almak için döndü. "Teşekkürler!" diyerek kutuyu kahyamın ellerine bıraktım ve dikkatli olacağını zaten bilmeme rağmen yine de istemsiz bir biçimde endişelenerek "Dikkatli ol lütfen, içinde kırılacak eşyalar var." diye belirttim.
"Evet, anladım. Biraz gevşemeye ne dersin?"
"Sadece söyledim." Cılız ama içten bir gülümsemeyle Abraham'a baktım. Eşyaları taşımama yardım etmek için şehre gelmesi hoş bir jestti aslında.
"İşine bu kadar takıntılı olmayı bırakmalısın."
"Ben işime takıntılı değilim." Yani birazcık, azıcık o kadar...
Kimi kandırıyorum ben? Normal bir insan benim kadar çalışmaz. Zaten Abraham'da bana inanmamıştı. Bana 'Öyle mi, küçük hanım?' diyen bir bakış atınca pes ettim ve çekingen bir tavırla ona gülümsedim. Belki de haklıydı. Belki de bir tatile ihtiyacım vardı. Tüm bunlardan uzaklaşmak bana iyi gelebilirdi ama kendimi çalışma odamdan uzakta hayal etmekte zorlanıyordum. Dünyada ait olduğum bir yer varsa, o da orasıydı. Başka hiçbir yer değil.
Abraham eşyalarımı arabaya yerleştirmeyi bitirdikten sonra - Tam da istediğim gibi çok dikkat etti, - arabanın kapısını örttü ve yüzünde parlak bir gülümsemeyle bana geri döndü. Beyaz, zarif bir eldivenle kaplı parmaklarını birbirine çırptı. Bugün de çok şık bir takım giyiyordu. Dün olduğu gibi. Ondan önceki gün de olduğu gibi. Ve ondan önceki gün de olduğu gibi... Bence burada benden başka bir takıntılı daha vardı ama bunu asla kabul etmezdi.
Abraham, "Ee? Şimdi ne yapıyoruz? Malikaneye mi dönüyoruz?" diye sorduğunda aklımı kurcalayan şeyle birlikte düşünceli bir tavırla kaşlarımı çattım.
"Hayır. Tam olarak değil."
"Neden?" diye sordu ve cevap vermeni beklemeden hazırladığım listeyi yoklamak için elini ceketinin yaka cebine attı. "Alman gereken her şeyi aldığını zannediyordum. Yoksa unuttuğumuz bir şey mi var? Geri dönelim istersen."
"Yok, hayır. Her şey tam. Teşekkürler."
"Öyleyse sorun ne?"
"Almam gereken birkaç şey daha var ama bunun işimle bir ilgisi yok."
Abraham daha da şüphelenerek çenesini ovuşturdu. Beni çalışmalarımın dışında bir şey için alışveriş yaparken görmemişti. Bu da merakını uyandırmış olmalıydı. "Sen bir işler çeviriyorsun." diyerek durum değerlendirmesi yaptı ama kızgın ya da alınmış görünmüyordu. Aksine heyecanlı görünüyordu. Yumuşak ve ikna edici bir ses tonuyla "Aklından neler geçiyor, Vanessa?" diye sordu.
"Eh. Bekleyip görmen gerekecek." derken zarif bir el hareketiyle peşimden gelmesini işaret ettim.
Abraham güldü ve meraklı bir kedi gibi beni cadde boyunca takip ederken bakışlarım aradığım şeyi bulma umuduyla dükkanların üzerinde gezindi. Sonunda da onu buldum. Biraz ileride, soldaydı. Daha önce hiç girmediğim dükkânın içine girmek için tepesinde ufak bir zil olan kapıyı ittirirken Abraham neler çevirdiğimi anlamış olmalı ki söylene söylene ardımdan içeri girdi.
🔸🔸🔸
"Yani? Sence bu nasıl?"
Ünlü bir markanın logosunu taşıyan beyaz erkek gömleğini havaya kaldırırken biraz meraklı görünüyor olmalıydım. Abraham ise benim aksime oldukça sıkılmış görünüyordu. Kaşlarından birini 'Ciddi misin?' dercesine kaldırdı. Ardından elimdeki gömleği değerlendirircesine süzdü. Gösterdiğim son dört üründe de olduğu gibi "Fena değil," dediğinde hoşnutsuz bir edayla dudaklarımı büzdüm. Keşke daha farklı bir yorum yapsaydı, böyle hiç yardımcı olmuyordu. Gömleği paketlemesi için yanımızda bekleyen görevliye uzatırken Abraham başını iki yana sallayarak benimle birlikte şapkaların olduğu kısma doğru yürüdü. "Neden buradayım, Vanessa?"
"Damien'a bir şeyler almak istiyorum."
"Onu anlıyorum, bu durumla ne ilgimin olduğunu anlamıyorum. Ben neden buradayım?"
"Çünkü bir erkeğin bakış açısına ihtiyacım var."
Siyah, şık bir müzisyen şapkasını sadece başı ve omuzları olan bir maketin üzerinden kaldırdım. Hoşuma gitmişti. Hatta Damien'ın bunu takarken ne kadar şık görüneceğini bile düşündüm... Ama bir gladyatör şapka falan takmazdı herhalde. Bu düşünceyle hayal kırıklığı içinde dudaklarımı büzüp şapkayı yerine geri bıraktım. Bu konuda daha kontrollü davransam iyi olacaktı.
Damien'ın gözlerinin rengini taşıyan uzun kollu, ince bir triko dikkatimi çekince şapkaları boş verdim ve ilgili bir tavırla diğer tarafa yürüdüm. Kumaş her neden yapıldıysa, rengi çok hoştu ve oldukça da şık görünüyordu. Hafif bir biçimde gülümsedim ve hiç düşünmeden yanımızda bekleyen görevliye "Bunu da paketler misiniz lütfen?" diyerek lacivert trikoyu alıp uzattım. Aldığım şeyin fiyatına bakmak gibi bir alışkanlığım olmadığı için olsa gerek, görevli biraz şaşırmış görünüyordu ama şaşkınlığını üzerinden çabucak attı ve sessizce başını salladı. "T-Tabii hanımefendi. Hemen hallediyorum, merak etmeyin." Sonra da dediğimi yapmak için hızla tezgâhın arkasına döndü.
Nedenini gerçekten anlamadığım için "Neden bu kadar şaşırdı?" diye sordum Abraham'a.
"Farkındasın değil mi? O triko beş yüz pell."
Trikonun olduğu yerin altındaki fiyat etiketi ters duruyordu. Etiketin altın rengi, ince zincirini tutup çektim; Siyah bir kağıdın üzerine eğimli, gold harflerle '500 Pell' yazılmıştı. "Ah," dedim Abraham'a bir kere daha bakmak için dönerken. "Pahalı mı? Bunların fiyatlarının ne kadar olması gerektiğinden haberim yok."
"Burası oldukça şık bir yer, bunu söyleyebilirim."
Demek pahalıydı.
Abraham, "Önemli değil." diyerek etrafa bakındı. O ana kadar mağazanın ne kadar şık bir yer olduğunu fark etmemiştim. Pek müşteri yoktu ama olanların hepsi asildi ve tanıdık ailelerdendi. "Nasıl olsa ilk kez işin dışında bir şey için alışveriş yapıyorsun. Aslında bunun için memnunum, keşke biraz da kendin için yapsan."
Fazlasıyla ilgisiz bir tavırla cevap verdim. "Kıyafetlerim var. Hem de bir sürü."
"Onları sen almıyorsun, markalar düzenli olarak evine gönderiyorlar. Tanrım. Onları incelemekle uğraşmıyorsun bile."
"Ne olmuş yani? Ben meşgul bir kadınım. Kıyafet almakla vakit kaybedemem."
"Şu an kaybediyorsun ama."
Attığı taş hafif bir biçimde kaşlarımı çatmama neden oldu. İtiraz etmek için dudaklarımı araladım ama fark ettiğim şeyle birlikte sustum. Yani evet, şu an vakit kaybediyordum ama aynı şey değildi ki...
"Damien'ın benimleyken rahat etmesini istiyorum, anlıyor musun? Benden çekinmesini istemiyorum. Ya da..." Ben lanet olasıca bir hediye değilim! Öfkeli ses kulaklarımda çınlarken elimdeki fiyat etiketini dalgınca okşayıp "Benden nefret etmesini." diye devam ettim üzgün üzgün.
"Senden nefret ederse salağın teki demektir. Cidden. Sen bu dünyadaki en iyi insan falan olabilirsin."
Elimi kalbime bastırırken 'Aww!' diye bir nida döküldü dudaklarımdan. "Teşekkürler, Abraham! Özgüven takviyesi konusunda kimse senden daha iyi olamaz." derken içim yumuşacık olmuştu. Hakkımda böyle düşündüğünü duymak güzeldi, özellikle de bir şeyleri tamir edip kurcalama merakım yüzünden küçükken hem onun hem de oğlunun başını belaya sokup durmuşken. Büyüyüp patlamayan, uçamayan ya da kayıp merdivenlerden düşmesine neden olmayan icatlar yapmayı öğrenene kadar benden çok çekmişti.
Ne olursa olsun, bu gladyatör konusunda elimden geleni yapmaya hazırdım. Hem ilk tanıştığımızdaki tepkisi yüzünden ondan böyle korkmaya, çekinmeye devam edemezdim. Belki de yanlış anlamıştım? Belki de Başkan Eugine'ne ve Arthur'a kızgındı, bana değil? Belki de benden nefret etmiyordu? 'Tabii, kesin öyledir. Hayal kurmaya devam et. Bedava sonuçta.' diye alay etti içimden bir ses ama onu dinlemeye hiç niyetim yoktu. Öyle ya da böyle, Damien'ı kabul etmiştim. O gladyatör benden nefret ediyorsa bile bunu değiştirmek için elimden gelen her şeyi yapacaktım. Hem aynı evde yaşarken benden sonsuza kadar nefret etmeye devam edemezdi, değil mi?
Aklıma gelen şey yüzünden alt dudağımı ısırdım.
"Abraham?" diye seslendim.
"Evet, Vanessa?"
Abraham vikunyadan yapılmış bir atkının etiketine baktı ve gözlerini devirdi. Ben de görevliye listeye o atkıyı da eklemesi için çaktırmadan bir işaret yaptım. Ufak bir hediyeden zarar gelmezdi. Abraham yıllardır benim için çalışıyordu sonuçta.
"Malikanede Damien için bir oda hazırlatabilir misin?" diye sorduğumda Abraham bana çok garip bir bakış atmak için etrafında döndü. Tepkisi kendimi kötü hissetmeme neden oldu. Ensemi kaşırken "Ne?" dedim utanarak. "Bunda bu kadar şaşılacak ne var? Koltukta ya da yerde yatacak hâli yok. Çalışma odamda da uyumasına izin vermem. Bir odaya ihtiyacı var." Ve rahat etmesini istiyorum, diye ekledim içimden...
"Evet, elbette. Benim hatam. Affet beni, daha önce düşünmem gerekirdi. Çatı katındaki boş odaya ne dersin? Orayı onun için döşeyeyim mi?"
Çatı katının şehri, ormanı ve okyanusu birleştiren manzarasını düşündüm. Kesinlikle nefes kesiciydi. Üstelik Abraham'ın bahsettiği o oda yeterince genişti de. Bir yatak ve dolap alırsak harika bir yaşam alanı ortaya çıkabilirdi - Ama bir sorun vardı.
"Orası Peter'a aitti. Demek istediğim, orayı ona vermem senin için sorun olmaz mı?"
"Neden sorun olsun? O malikane senin evin; Benim değil. Hem Peter şu anki hayatından mutlu ve bir süre de geri döneceğini zannetmiyorum. Anladığım kadarıyla Damien uzun bir süre seninle olacak, değil mi?"
Bu düşünce dudaklarımı büzmeme neden olurken kendimi garip hissederek yavaşça omuzlarımı silktim. Uzun bir süre, ha? Ama muhtemelen haklıydı. Onunla ne yapacağıma henüz karar vermemiş olsam da dövüşmesi için Damien'ı piste geri yollamayacağımdan emindim. Kabul edeceğim, pratik bir çözüm oldurdu. Onu arenaya geri yollasam muhtemelen onu daha az görürdüm ama ne kadar iyi dövüştüğü umurumda bile değildi. O lanet olası arenanın nasıl bir yer olduğunu hayal edebiliyordum ve hayal etmek bile tüylerimi diken diken etmeye yetiyordu! Hem beni kan tutuyordu, her halükârda kan kokan bir adamı evime sokamazdım.
"Neyse. Yatak, dolap ve diğer eşyaları satın almak için kişisel hesabımı kullanabilirsin." derken Damien için birkaç parça daha seçtim ve alışverişi burada bitirmeye karar verdim. Kıyafetlerin parasını öderken Abraham onun için aldığım atkıyı fark etti. Şirin bir tebessümle "Beğendin, değil mi? Bu benim özür hediyem. Lütfen kabul et." dedim. Doğum günü birkaç hafta önceydi ve ben o zamanlar kendimi deli gibi çalışmalarıma verdiğim için ona hediye almayı unutmuştum. Ne büyük ayıp! Her ne kadar Abraham sorun olmadığını söylemiş olsa da kendimi mahcup hissediyordum. O atkıyı beğendiğini gördüğüm için şimdi hatamı telafi etmek bir fırsatım vardı.
Onlara bahşiş bıraktığım için olsa gerek, iki görevli eşyaları arabaya taşımamızda yardım etmek için ısrar ettiler. İşimizi bitirip malikaneye döndüğümüzde Abraham bizi karşılayan genç hizmetçi kızların kollarına içinde kıyafetlerin olduğu siyah, şık kutuları bıraktı. Sonra da otoriter bir şekilde "Bunları üst kata çıkarıp düzgünce bir kenara yerleştirin. Etrafta dağınıklık yapmasınlar." dedi. Kendisi de teleskop için aldığım ıvır zıvırların olduğu kutuları taşımak için döndü. Ona yardım etmek için diğer kutulardan birini almak istedim ama Abraham bana fırsat tanımadan kendini geri çekti. "Gerek yok, kızım. Ben hallederim." Her zamankinden daha inatçı görünüyordu. Bu yüzden itirazlarımın bir işe yaramayacağını tahmin ederek ısrar etmedim.
Kapıyı bize aşçımız Juno açtı.
Kadın, "Ah, hanımefendi! Nihayet geldiniz!" derken beni gördüğü için gerçekten de memnun olmuş gibiydi; Juno beni severdi ama daha önce hiç eve döndüğüm için bu kadar sevecen olmamıştı.
Pek de yoğun olmayan bir merakla "Neden?" diye sordum. "Bir sorun mu oldu?"
"Hayır, hayır! Endişelenmeyin! Sadece yeni müşterileriniz var. Bir beyefendi ile hanımefendi geldi. Sizinle görüşmek istiyorlar."
Abraham, taşıdığı kutularla birlikte bana döndü. "Hanımefendiden geçen gün bahsetmiştim. Bugün gelecekti. Babasının saati için? Hatırladın mı? Ama beyefendinin kim olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Bu arada, bu şeyleri nereye bırakayım?" derken çenesinin ucuyla kutuların içindeki ıvır zıvırları işaret etti. Kutular gerçekten ağır olmalı ki, kolları hafifçe titremeye başlamıştı. Eskiden kolaylıkla bu şeyleri taşırdı ama şimdi yaşlanmıştı ve yardım etmeme de izin vermemesi kendimi çok kötü hissetmeme neden oluyordu.
Hemen "Çalışma odama bırakabilirsin." dedim ve içim rahat etmediği için Juno'ya döndüm. "Bunun senin işin olmadığını biliyorum ama Abraham'a o şeyleri taşıması konusunda yardım eder misin? Oldukça ağırlar."
Juno cevap vermek için bile durmadan Abraham'ın elindeki kutulardan birini almak için uzandı. İkisi çalışma odama yönelirken ben de iki taraftan yukarı kata uzanan merdivenlerin arka tarafında kalan geniş oturma odasına yöneldim. Oturma odası bu evdeki en geniş odalardan biriydi. Kocaman pencereleri, bir sürü koltuğu, bitkilerle dolu saksıları, büyük bir kitaplığı ve hiç çalmadığım bir piyanosu olan genişçe bir yerdi. Burası her daim güneş alırdı ve pencereler bahçenin çiçeklerle dolu tarafıyla birleşip misafirlere ferah bir manzara sunuyordu. Abraham'ın en çok vakit geçirmeyi sevdiği yerdi burası. Ben ayda yılda bir, onunla Chaï çayı içip sohbet etmek için uğrardım o kadar.
İlk fark ettiğim tekli koltukta oturan hanımefendi oldu çünkü ilk bakışta dikkatleri üzerine çeken pırlanta takılar takıyordu.
Kadın ona baktığımı fark edince beni karşılamak için ayağa kalktı ve bana doğru yürümeden önce elindeki fincanı önündeki ahşap sehpanın üzerine bıraktı. Beyefendi ise çok daha mütevazi giyinmiş, sessiz, kendi halinde biriydi. Elimde olmadan onları süzdüm. Kadın kilolu, kısa ve sarışınken, adam zayıf, uzun ve esmerdi. Tek ortak noktaları ikisinin de beklemekten sıkılmış olmalarıydı. Neyse ki ben yokken evdeki çalışanlar bir sürü ikramlık vermişlerdi de kendimi onlara karşı mahcup hissetmekten kurtulmuştum.
Elimden geldiği kadar içten bir tavırla "Merhaba." derken orta yaşlı hanımefendinin elini nazikçe sıktım. Adam da az çok aynı yaşlardaydı ama kadının aksine onun çekingen bir gülümsemesi vardı. Nedenini merak ettim. Belki de bir asil olduğum için benden çekiniyordu çünkü adam kesinlikle bir asil değildi. Halktan biri gibi görünüyordu. İkisine de hitaben "Sizi mütevazi evime hangi rüzgar attı?" diye sordum.
"İş görüşmesi için gelmiştim." diye açıkladı kendini kadın, adam da aynı sebepten geldiği için sadece başını desteklercesine sallamakla yetindi.
"Evet, haberim var." dedim.
"Adım Juliette Geneviel. Ve siz de Vanessa Born olmalısınız. Doğrusu, adınızı çok duydum." Doğrusu, ben de bu soyadı bir yerlerden duymuştum ama o an çıkaramadım. "Hemen konuşalım mı yoksa başka bir işiniz var mıydı?"
"Başka bir işim yok ama ilk hanginiz geldiniz?" diye sordum adil olmak açısından, sonuçta ikisi de beni beklemişti ve etikete göre de ayrım yapacak biri değildim ben. Kadın huysuzca mırıldanarak cevap vermek için atıldı.
"Ben değil, ama benim kim olduğumu biliyor musunuz? Acelem var ve bu görüşmeyi erkene almak için size fazladan ücret..."
Ah, kahretsin! O kadar çok insanla çalışmıştım ki bu konuşmanın nereye gittiği çok açıktı!
Kadının sözünü kesmek için parmaklarımı zarifçe ona doğru kaldırdım. "O halde öncelik beyefendinin. Üzgünüm ama bu durumda biraz daha beklemeniz gerekecek." diyerek sessizce bana bakan adama döndüm, kibarca gülümsediğimde adam da bana ilk kez gülümsedi. "Daha rahat konuşmak için arka kısma geçelim mi? Orada bir kış bahçesi var. Bu arada, bir şeye ihtiyacınız olursa çalışanlarıma söyleyebilirsiniz Bayan Geneviel. Sizinle seve seve ilgilenirler."
Bayan Geneviel bundan pek hoşlanmamış olsa da evimde bir misafir olduğu için itiraz edemedi. Etrafı camlarla örtülü olan kış bahçesine geçtik, duvarlarında süs sarmaşıkları büyüdüğü için burası adeta küçük bir ormanı andırıyordu. Alanın ortasındaki büyük süs havuzuna doğru yürüdük ve üzerinde sardunyaların, lavantaların, hercai menekşelerinin olduğu ahşap bir rafın yanında durduk. Çiçeklerin güzel kokusu burnuma dolarken 'Daha sık buraya uğramalıyım." diye düşündüm kendi kendime...
Beyefendi, "Sanırım adımı size henüz söylemedim. İsmim Gulliver. Açıkçası, nereden başlayacağımı bilmiyorum." diyerek kendini tanıtıp bocalayınca heyecanı karşısında hafifçe gülümsedim.
"Buraya neden geldiğinizi anlatarak başlayabilirsiniz."
"Ah, tamam! Ben devlet tiyatrolarından geliyorum, Bayan Born. Sahne ve dekor tasarımı için görevlendirildim. Bu ay için şehirdeki tüm soylu ailelerin davet edildiği büyük bir gösteri planlanıyor. Yerel bir halk efsanesi canlandırılacak ve benden de sahne dekorlarını yapması için birini bulmam istendi. Sizin ne kadar başarılı bir kadın olduğunuzu duyunca sizi görmek için şehrin diğer ucundan buraya kadar geldim."
"Anlıyorum ama bir yanlışlık oldu herhalde, benim işim bu değil."
"Bir makinist, bir mucit olduğunuzu biliyorum fakat son çarem sizsiniz. Ona neredeyse şehirdeki tüm sanat ekiplerini sunmama rağmen patronumuz hiçbirini beğenmedi ve bunu doğru düzgün yapacak birini bulmazsam eğer beni kovacağını söyledi. İşimin geleceği size bağlı."
Tamam, durum cidden kötü görünüyordu.
Adam bana imzalı bir çek uzattı. "İşte, bu iş için ayırdığımız bütçe. İşi kabul ederseniz aynısından bir tane daha alacaksınız."
Çekteki on beş bin yazısına kısa bir bakış attım. Bu normal çalışmalarım için aldığımdan çok daha düşük bir bütçeydi. Özellikle de kocaman bir sahne dekoru istediklerini düşünülünce. Yine de adam için üzülmüştüm. Belli ki tek çaresi bendim çünkü başka koşullar altında dekor işleri için bir 'makinist' tutacağını zannetmiyordum. Başımı tamam anlamında sallarken buldum kendimi. Adam teklifini kabul ettiğimi görünce sevinçle gülümsedi. Bir an yerinde çocuk gibi zıplayacağını falan sandım. Onu mutlu etmek sahiden bu kadar kolay mıydı? "Teşekkür ederim! Gerçekten çok teşekkür ederim! Size en kısa zamanda oyunun bir kopyasını göndereceğim." diyerek veda eder gibi başını eğdi. Yanımdan ayrılan adamın arkasından bakarken çeki cebime sıkıştırdım. Aslında bu iş için biraz da olsa heyecanlıydım. Daha önce hiç sahne dekoruyla uğraşmamıştım. Yeni şeyler denemek her zaman beni mutlu ederdi.
Bayan Juliette ile görüşmem çok daha kolay geçti çünkü kadının tek amacı ölen babasının hatırası için bozulmuş guguklu saatini tamir ettirmekti. Saati düğün gününde kızına hediye edecekti ve bu konuda da oldukça cömert davranmaktan hiç çekinmiyordu... Ama biraz fazla konuşkandı sanki. Bu basit konuşma neredeyse birkaç saatime mâl oldu. Sonunda da guguklu saati malikaneme yollarsa eğer bir bakabileceğimi ama parayı ancak saati tamir ettikten sonra alabileceğimi söyleyerek uzattığı çeki kadına nazikçe geri ittirdim.
Çalışma odama çekildiğimde elimdeki en acil iş o olduğu için günümün büyük bir kısmı Bay Alessandro'nun teleskobunu kurcalamakla geçti. Gulliver'in dekor hazırlamamı istediği tiyatro metni ise umduğumdan çok daha hızlı bir şekilde, o akşam, saat dokuzda elime ulaştı. Sırf durum biraz ilgimi çektiği için oyunu baştan sona okudum. Gerçekten de yerel bir halk hikayesine ait olan eski bir oyundu. Ormana hapsolmuş bir peri kızına umutsuzca aşık olan bir adamla ilgili trajik bir aşk hikayesiydi. Bir oyun için dekor hazırlayacaksam eğer estetik görünmesi lazımdı. Kalem ile bir eskiz defteri çıkarıp bu 'büyük' gösteri için birkaç şey tasarlamaya çalışırken zaman su gibi akıp geçti. Gün ufukta doğarken zeminin çoğu hazırladığım ama beğenmediğim taslaklarla dolmuştu; Beğendiklerimi ise ayırmıştım, onları elime alıp ilgiyle inceledim. Başlamak için sabırsızlanıyordum çünkü kesinlikle umduğumdan daha eğlenceli bir iş olacaktı bu.
Gecenin yorgunluğu üzerime çökünce tembellik yapan bir kedi gibi gerindim ve esnedim.
Her şeyden önce biraz uyumam gerekiyordu.
🔸🔸🔸
Birkaç gün sonra, kendimi yine işime vermişken - Hiç şaşırtıcı değil, - Abraham çalışma odamın kapısını çaldı. "Gir." derken sabahtan beri uğraşıp durduğum çalışmamı bir kenara bırakabildim. Abraham düzgünce kesilmiş meyvelerle dolu olan bir servis tabağını masamın kenarına koydu. Tam da ihtiyacım olan şeydi bu! Enerji toplamak için biraz şekere ihtiyacım vardı. "Teşekkürler." derken ağzıma bir kivi parçası atmak için parmaklarımı uzattım. Ekşimsi tat dilime yayılırken ıvır zıvırları bir kenara ittirdim ve daha rahat yiyebilmek için meyve tabağını önüme çektim. Abraham hevesimi fark etti ve "Yavaş ye, boğulacaksın." diye güldü; Sonra gözleri masamın üzerinde duran, küp şeklinde tasarlanmış metal kutuya kaydırdı. İlgisini çekmiş olmalı ki kutuyu parmaklarının arasına alıp çevirirken "Bu da ne?" diye sorduğunu duydum.
"Önemli değil. Dekor için hazırladığım bir şey." Bir çileğe uzandım.
"Dekor mu?"
"Tiyatro için... Hatırladın mı?"
"Ne işe yarıyor ki bu?" derken kutunun altındaki düğmeyi fark etti. Merakına yenik düşüp düğmeye bastığını gördüğümde panikle sandalyemden kalktım. "Yapma! O bir protatif! Daha bitmedi!" Fakat çok geçti! Kutu hızla açıldı ve sırf ağırlık olsun diye -Çünkü kutunun kapanması için içinin bir şeyle dolu olması gerekiyordu!- içine yerleştirdiğim minik levha fırlayıp Abraham'ın yüzünün sol tarafına çarptı.
Eyvah!
"Kahretsin!" diye gürleyerek gözünü tuttu Abraham. Canı feci halde yanmış olmalıydı ki, beni "Vanessa!" diye azarlayıp acı içinde solundu.
"İzin ver de bir bakayım! Morardı mı? Çok mu kötü?"
"Galiba gözümü çıkardın!"
"Ne!" diye haykırdım. Hiç kan yoktu ama... "Dur, bakayım!"
Endişe göğsümü dağlarken Abraham elini indirdi ve rahatladığımı hissettim. Şükürler olsun! Sadece şaka yapıyordu. Etrafı kocaman, yuvarlak bir morlukla kaplı olsa da gözü sapasağlam bir şekilde orada duruyordu. "Otur sen. Ben sana bir buz torbası getireceğim." Koşarak mutfağa gittim ve geldiğimden daha hızlı bir şekilde geri koşarak çalışma odama geri döndüm. Abraham ona uzattığım buz torbasını alıp gözüne bastırırken acıyla homurdandı. Bu durum bana çocukluğumu hatırlatırken dudaklarımdan minik bir kıkırtı kaçtı. Abraham'ın gözünü ilk kez morartmıyordum.
"Bu gerçekten canımı çok yaktı."
"Evet, tahmin edebiliyorum. Eve hemen bir doktor çağırayım, bir baksın."
"Ah, gerek yok. Buz acısını dindirir şimdi. Olmazsa ben sonra giderim." diyerek elini havada 'Önemli değil!' dercesine salladı. Morluklar konusunda benden daha tecrübeli olduğu için onun sözünü dinlemek zorunda kaldım.
"Böyle fırlayan şeyler yapmayı bıraktığını zannediyordum!"
"O bir dekordu. Aslında metal bir levha fırlatmayacak, o şeyi kutunun fırlatma mekanizmasının çalışıp çalışmadığını kontrol etmek için içine yerleştirdim ama sen düğmeye bastın ve aktif hâle geldi ve... Oof. Affedersin. Seni bunun hakkında daha önce uyarmam gerekirdi."
Bu sözlerime karşılık olarak Abraham derin bir kahkaha attı. "Hayır, bu odada gördüğüm bir düğmeye basmamam gerektiğini çoktan öğrenmiş olmam gerekirdi."
Şey... Evet, öğrenmesi gerekirdi. Demek istediğim, buradaki çoğu şeyin patlama potansiyeli vardı.
"Yani," derken ellerimi yeni banyo ettiğim için nemli ve hafif, ferah bir kokuyla çevrelenmiş olan saçlarımdan geçirdim. Abraham'ın yüzündeki morluk yüzünden kendimi hâlâ biraz suçlu hissediyordum. "Sen ne için gelmiştin? Bir durum mu var?"
"Ah, doğru ya. Bu Damien'le ilgili. Arthur diye birini tanıyor musun?" Şaşkınlıkla ona baktım. Hemen cevap vermedim, önce sakinleşmek için derin bir nefes almam gerekiyordu. Arthur'u yeniden anımsarken başımı evet anlamında salladım. Neyin geldiğini biliyor olduğum için midem gerginlikle kasıldı. "Her neyse. Adam, Damien'ı yarın göndereceğini sana iletmemi istedi."
Aslında içten içe bu durumu daha fazla geciktiremeyeceğimi biliyordum ama yarın mı? Cidden mi? Bu kadar erken mi? O gladyatörle yeniden karşılaşma düşüncesi beni gerçekten ürkütüyordu. Keşke kendimi bu duruma, Damien'ın gelişine alıştırmak için biraz daha zamanım olsaydı çünkü kesinlikle hazır hissetmiyordum.