Yapmamı istediği ateşli oyuncağı elde edemeyen o yaramaz velet gibi söylenerek başladım güne.
"Sağlam bir madde lazım bana. Belki de abanoz denemeliyim? Ama abanoz doğal halindeyken bükülmez."
Mırıldanmak, söylenmek, kendi kendime durum analizi yapmak sadece canımı sıkan bir çalışma üzerine yoğunlaştığımda olan bir şeydi. Ya uykusuzluktan ya da fazla çalışmaktan olsa gerek, hem başım ağrıyordu hem de yorgundum. Üstelik daha kahvaltı bile etmemiştim... Damien'da etmemişti. Göz ucuyla yorum yapmadan yanımda duran genç gladyatöre baktım. Aslında o sabah ona kahvaltıyı benimle etmek isteyip istemediğini sormak istiyordum. Birkaç gündür sormak isteyip de soramadığım bir soruydu bu. Damien artık o kadar da kaba olmadığı için yemeği odasına göndermek kabalıkmış gibi geliyordu bana. Derin bir nefes aldım ve bir anda "Damien," dedim bir cesaretle. Sesim öylesine nazik ve öylesine yumuşaktı ki Damien bana baktı. Talihsizlik bu ki, tam da o sırada üzerinde çalıştığım küçük sis makinesi yüksek sesle homurdanmaya başladı. Ya içindeki kimyasallar ya da zorlanan motor yüzünden bir süre sonra ağzından gri dumanlar çıkmaya ve yavaş yavaş zemini kaplamaya başladı. Tek yapabildiğim bu olduğu için 'Eyvah!' diye geçirdim içimden. Haznenin basınç dayanıklılığı konusunda yanılmıştım demek. Şey... Bu iyi değildi. Hem de hiç.
"Ah, hayır! Bunun olmaması gerekiyordu!" derken sesimde de yüzümde de derin bir korku vardı çünkü taş çatlasa bir top büyüklüğünde olan bir makineden bu kadar duman ve ses çıkması hiçbir zaman hayra alamet olmamıştır. "Bir şeyler ters."
"Cidden mi?"
Bu, Damien'ın o sabah söylediği ilk şeydi. Zemini kaplayan koyu dumana sert bir biçimde bakarken ses tonunda huysuz bir alay vardı.
"Hayır," dedim ve bir kere daha yineledim. "Bir şeyler gerçekten ters."
Dumanlar iyiden iyiye arttı ve makine olduğu yerde zangır zangır titremeye, sallanmaya, soğuk terler dökmeye başladı.
Bu defa sesli bir biçimde "Eyvah!" dedim.
Eyvah ki ne eyvah.
Alet patlayacaktı, hapı yutmuştuk.
Ne yazık ki, gerçeklik bana acımasız davrandı ve ben bunu dile getirmeden önce düşündüğüm şey gerçekleşti.
Tepki verecek kadar bile zamanım olmamıştı ama Damien'ın olmuştu. Parmakları beni şaşkına uğratacak kadar sert bir biçimde dirseğimi kavradı. Beni sertçe geri çekti ve dengemi kaybedip zemine düşerken korkunç bir patlama sesi kulaklarımı çınlattı. Tam bir felaketti. Her yer birden birkaç derece ısınmıştı. Bir somunun tepemden geçip duvara bir ok gibi saplandığını bile gördüm. Duvarda küçük bir göçük oluştu. Sonra birkaç göçük daha onu takip etti. Neyse ki yerdeydim de o somunlardan biri bir yerime gelmemişti. Damien ise birkaç adım ilerime düşmüştü ama kara dumanlar öyle yoğundu ki olduğum yerden onu göremiyordum bile. Doğrusu görecek halde de değildim. Ellerimi çınlamayı azaltmak için kulaklarıma bastırdım ve pis duman yüzünden ciğerlerim alev alırken bu hissi azaltmak için birkaç kere öksürdüm. Hem kızgın hem de şaşkındım. Bu olanlara inanamıyordum. En son bir şeyler patlattığımda on beş yaşındaydım ve o bile kendi rızamla olmuştu. Şimdiyse çalışma odam dumandan ve yanmış yağ, motor ve lastik kayış kokusundan geçilmiyordu. İnsanın burnunu yakan, iğrenç bir kokuydu bu.
Çınlama hissi son bulduğunda "Damien?" dedim endişeyle. Dizlerimin üzerinde doğruldum ve ellerim kucağımda yumruk halini alırken bunun faydasız olacağını bilsem de siyah dumanın arkasını görmeye çalıştım. Faydasızdı. Yeniden ona seslenirken sesim duygu yoğunluğundan dolayı dalgalandı. "Damien? Bir şey söyle? İyi misin?"
"Bu şeyin patlama ihtimali olduğunu biliyordun değil mi? Ve yine de onu çalıştırdın." Yerden kalkmadan dumanların arasından bana doğru yaklaştığında Damien'ın yüzü yavaşça görüş alanıma girdi. Elmacık kemiklerinde ve alnında is lekelerinin oluştuğunu gördüm, giydiği gömlekte de vardı... Muhtemelen ben de ondan daha temiz bir halde değildim... Ama şükürler olsun, iyi görünüyordu. Ben endişeyle onu süzerken Damien kaşlarını sertçe çattı. "Delinin tekisin." derken sanki başını ağrıtıyormuşum gibi ellerinden biriyle alnını ovuşturdu.
"Aksi sıkıcı olurdu zaten."
"Bu daha önce de oldu mu?" diye sordu hoşnutsuzca.
"Arada sırada olur böyle aksilikler. Riski göze almazsan başarıya ulaşamazsın." O risk şimdiki gibi tam bir patlama olmasa da... Faydasız bir çaba olduğunu bilsem de elimi yelpaze gibi sallayarak dumanı dağıtmaya çalıştım. "Oof! Her yer battı! Temizlemek günler alacak!"
Damien 'Şu an en önemli sorun bu mu gerçekten?' dercesine gözlerini kıstı. Hiç zorlanmadan ayağa kalkınca ben de masanın kenarından destek alarak ayaklarımın üzerine bastım ama Damien ile aramda büyük bir bünye farkı vardı. Sendeler gibi olunca yine yere düşmemek için elime ilk gelen şeye, yani, Damien'ın koluna tutundum. İki elimle bileğinin üst kısmını sıktım. "Benim... Oturmam gerek..." derken Damien dokunuşumdan rahatsız olarak kaskatı kesildi. Tam kendimi geri çekmeye ve özür dilemeye hazırlanıyordum ki diğer elinin parmaklarını sırtıma bastırdı. Düz bir sesle "Burada olmaz, yoksa dumandan zehirleneceksin. Gel, dışarı çıkalım." dedi. Yürümeme destek olmak için elini belimin etrafına kaydırdı. Beni tutuş şekli bana beni yatağıma taşıdığı geceyi anımsatırken ondan destek almakta bir sakınca görmedim ve başımı tamam anlamında salladım. Birlikte çalışma odamın dışına doğru yürüdük. Duman odanın dışına kadar taşmış, koridorun zeminini tamamen kaplamıştı. Abraham'ın ve birkaç hizmetçi kızın endişeyle koridora girdiğini görünce yüzümü sertçe buruşturdum. Sese gelmiş olmalılardı. Dumanı fark edince Abraham'ın yüzündeki endişe ifadesi katlanarak arttı, bize doğru koşturdu. Onun kusursuz temizlikteki takımının aksine Damien ve ben is ve kir içindeydik. Sanki bu berbat halde olmamı düzeltecekmiş gibi parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim. "Vanessa! Tanrım, ne oldu? Siz ikiniz iyi misiniz?" diye sorarken Abraham'ın sesi hissettiği endişeden dolayı titriyordu.
"Endişelenme," Zor oldu ama gülümsemeyi başardım. "Sadece ufak bir patlama oldu. Biz iyiyiz. Siz de lütfen bir süre içeri girmeyin, tehlikeli olabilir."
"Patlama mı? Bu nasıl oldu?"
"Sanırım birkaç hesaplamayı yanlış yaptım." Böyle bir durum pek sık olmadığı için utana sıkıla mırıldandım. "Benim hatam, çok üzgünüm."
"Tanrım, olmalısın da. Ciddi bir şekilde yaralanabilirdin!"
"Ama yaralanmadım." diyerek savundum kendimi. Tereyağı gibi üste çıktığımı fark edince hemen geri adım attım. "Bir dahakine daha dikkatli olacağım, söz veriyorum."
Abraham yanıtımdan tatmin olmadı ve burun kemerini sıkarak duyamadığım bir şeyler homurdandı. Sonra da onaylamaz bir şekilde başını iki yana salladı ve sessizce yanımda duran Damien'a baktı. Konuştuğunda sesi de en az bakışları kadar hoşnutsuzdu. "Onu oturma odasına götür, Damien. Biraz dinlensin. Hizmetçilere sizin için giyecek bir şeyler ayarlamalarını söylerim. İkiniz de gerçekten berbat bir haldesiniz."
Damien normalde Abraham'a karşı sinir bozacak kadar ilgisiz davranırdı ama o an bunu yapmak yerine itaatkâr davrandı ve başını tamam anlamında salladı.
Daha sonra Abraham arkasında duran ve meraklı gözlerle etrafta uçuşan dumanlara bakan hizmetçilere döndü. Elini şöyle bir sallayıp "Ne duruyorsunuz? Odayı temizlemek için gerekli eşyaları getirin." diye emir verdiğinde hizmetçilerin hepsi çil yavrusu gibi dağıldılar. Odamın birkaç gün içinde eski haline döneceğinden emindim ama kendim için aynı şeyi söyleyemezdim, hâlâ patlama yüzünden kendimi bitkin hissediyordum. Damien beni oturma odasındaki koltuklardan birine götürdüğünde yorgunca arkama yaslandım ve onun varlığını umursamadan biraz dinlenmek için gözlerimi örttüm. Moralim hiç yoktu ama bir şeyi patlatmaktan çok başarısız olmak canımı sıkıyordu. Daha sonra bu durumu yeniden deneyecektim ve bu sefer gaz basıncına ekstra dayanıklı bir iç sistem yaptığımdan kesinlikle emin olacaktım.
Kısa bir süre sonra hizmetçi kızlardan bir tanesi yeni yıkanmış kıyafetlerle ve temiz havlularla oturma odasına girdi. Onları Abraham'ın gönderdiğini söyleyerek kumaşları koltuklardan birinin üzerine bırakırken ben de yüzümü buruşturarak ellerimi kaldırdım ve parmaklarıma bulaşan is lekelerine baktım, birden ne kadar pis bir halde olduğumu hatırlamıştım. Uzun bir banyoya ihtiyacım var, diye geçirdim içimden; Bir de iyi bir dinlenmeye...
Damien kir içindeki gömleğini hizmetçinin getirdiği uzun kollu tişört ile değiştirmek için gömleğinin düğmelerine uzanınca bütün dikkatim dağıldı. Kumaş omuzlarından düşerken çıplak tenini kaplayan yara izlerini görmek beni huzursuz etti. Elbette yaraları öyle hemen iyileşiverecek yaralar değildi, ilaçlara ve zamana ihtiyacı vardı ama çoğu zaman onun nasıl bir geçmişi olduğunu unutuyordum. Göğsünü, sırtını, omuzlarını, kollarını kaplayan bu pembe - kırmızı izler geçmişinin bir hatırasıydı; Asla değiştiremeyeceği geçmişinin ve asla değişmeyecek olan geleceğinin... Bir köle her zaman köledir, demişti Elizabeth... Keşke bu adam için dünyayı daha güzel hâle getirebilseydim. Ne yazık ki bazı şeyleri değiştirmek için istemekten daha fazlası gerekiyor ve bazen de istemek yetmiyor.
Merak ettiğim için "İlaçlarını kullanıyor musun, Damien?" diye sordum ona. "O izler gerçekten kötü görünüyor."
O sırada Damien onun için getirilen temiz kıyafeti koltuktan almak için uzanıyordu, parmakları havada duraksadı. "Arada sırada." diye cevap verdi ve bu cevap karşısında kaşlarımı çattığımı fark edince izleri gözlerimden saklamak için kıyafeti kabaca üzerine geçirdi. Hâlâ bedenine bakıyor olduğumu fark ettim ama bu daha çok endişedendi.
"Arada sırada mı? Yanlış hatırlamıyorsam doktor onları düzenli kullanmanı söylemişti."
"Evet, dikkat edeceğim."
Yüksek sesle iç çektim. Kocaman adamdı ama onu çocuk gibi azarlamak istiyordum resmen. "Damien," dedim uyarırcasına, sonra da merak içinde sordum. "Neden doktorun sözünü dinlemiyorsun? Bu senin iyiliğin için."
"Biliyorum, ben sadece ilaç kullanmaya alışkın değilim."
"Nasıl olur?" diye sorarken keyifsizce güldüm. Koltukta öne eğildim, bu cevap beni şaşkına uğratmıştı. "Arenada dövüştüğünü söylemiştin. Ya yaralandığında ne oluyordu? İllaki ilaç almak zorunda kalmışsındır."
"Kan içeride kaldığı sürece birçok yara kendi kendine iyileşir. Ölümcül bir yara olmadığı sürece morluklar ve çizikler o kadar da büyük bir sorun değil."
"N-ne? Ama... Bu..." Gözlerimi kapatıp başımı iki yana sallayarak düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. "Yaralarını görmesi için doktor getirmiyorlar mıydı?"
Yüzüm kağıt gibi bembeyaz kesilmesine karşın Damien hiç umurunda değilmiş gibi omuzlarını silkti. Bundan nasıl bu kadar kayıtsızca söz edebiliyordu anlamıyordum. Sonuçta çok ciddi bir durumdan bahsediyorduk. Önemsiz bir yara bile olsa enfeksiyon kapıp ölebilirdi. Eski sahipleri bunu hiç düşünmüyorlar mıydı? Ya da umursamıyorlar mıydı? Belki de hiç o kadar şiddet barındıran bir ortamda bulunmadığım içindi, tüm bunlar bana çok aptalca ve zalimce geliyordu.
Kendi kendime "Bu çok saçma!" diye homurdandım. Dayanamayıp "Ve gaddarca." diye ekledim. "Madem senden onlar için dövüşmeni istiyorlar o halde yaşamın için sana bir güvence vermeliler."
"Konuşmalarından arenaya hiç gitmediğin belli oluyor."
"Evet, gitmedim ama her hayat önemli değil midir?"
Damien'ın ağzı açılıp kapansa da ses çıkmadı. Bocalayarak "Sen..." dedi. Bana garip bir bakış attı ve sonra da verebileceği en garip tepkiyi verdi, başını hafifçe geriye atarak yüksek sesle güldü. Onu ilk defa böyle gülerken görüyordum. Gözlerinin içindeki o sert hatlar yumuşamış, beyaz dişleri açığa çıkmıştı ama istediğim kadar içten bir gülüş değildi bu. Daha çok şaşkınlık ve küçümseme dolu bir gülüştü. Gülüşü yavaş yavaş solarken parmaklarını koyu buklelerin arasından geçirmek için elini kaldırdı. "Hayır, her hayat önemli falan değil. Bazı insanların hayatları önemli, bazıların ölümünü ise kimse umursamaz."
"Belki de öyledir... Ama ölümünü umursayacak kimse yok mu gerçekten?" derken yumuşak sesimde öfke vardı. "Ya da ölümünü umursayabileceğin?"
Damien kaşlarını sertçe çatarak başını yana çevirdi, ifadesi ne hissettiğini gizliyor olsa da çene hatlarının gerginlikle kasıldığını fark ettim. Cevap vermedi. Ben de cevabını duymak istemiyordum zaten. Bir şey demedim ve gözlerimi pişmanlıkla yere indirdim. Bazen hissettiklerinizin dünyada bir tanımı yoktur, o an hissettiklerim de tam olarak öyleydi. Belli ki Damien yaşamı boyunca kimseyi sevmiş değildi. Korkarım kimseyi sevebilecek gibi de değildi. Bu duyguya bu kadar yabancı olan biriyle hiç karşılaşmamıştım daha önce... Ama onun için üzülüyordum. Dünyada sevebileceğin bir tek kişinin bile olmaması ne acı bir şey... Sevmeyeceksek ve sevilmeyeceksek yaşamın ne anlamı kalır?
Bunu ona söyleyecektim ki Abraham tüm zarafetiyle oturma odasına girdi. Damien onun gelişiyle eski soğuk hâline geri büründü. Konuşmamızı bitirerek müsaade ister gibi gözlerimin içine baktı ve ben de gidebileceğini göstermek için başımı öne salladım. O odadan çıkarken de dayanamadım ve dirseklerimi dizlerime, parmaklarımı da çenemin altına yaslayarak arkasından uzun uzun baktım. Damien çok karmaşık ve anlaşılmaz biriydi. Ona yaklaşmak, konuşmak şimdi bile çok zordu ve tepkilerinden hâlâ çekindiğim için konuşurken kelimelerimi özenle seçiyordum.
Ah, Damien... Ne yapacağım ben seninle?
Abraham gülümseyerek karşımdaki koltuğa oturmak için yürüdü. Yeni ütülenmiş takımının yakalarını düzeltirken gözlerim ensesinden topladığı beyaz saçlarına kaydı, yaşına rağmen çok gür saçları vardı, bu da onu olduğundan daha genç gösteriyordu. Hizmetçinin getirdiği havluyla yüzümdeki is lekelerini silerken Abraham'ın sırıtışı büyüyüp rahatsız edici bir boyuta ulaştı, ben de dayanamayıp sordum.
"Niye sırıtıyorsun?"
"O odada bir şey patlattığına inanamıyorum."
"Demek beceriksizliğim seni mutlu ediyor. Ne güzel. İstediğin kadar dalga geçebilirsin."
"Teşekkür ederim. Bir de Damien var..."
"Ne olmuş ona?"
Açıkçası şaşırmıştım.
Abraham'ın sırıtışı büyüdü ve resmen keyifli bir hâl aldı. "Bu aralar... Samimisiniz." derken bir süre ilişkimizi nasıl adlandıracağını düşünmek için duraksamıştı. Gerçi ben Damien ve kendim için samimi demezdim. Samimiyetin nasıl bir şey olduğunu çok iyi biliyordum ve biz samimi falan değildik; Daha çok aynı evin içinde yaşamaya mecbur olan iki yabancıydık. Ben hâlâ Damien'dan çekiniyordum ve o da hâlâ ona dokunmamdan rahatsız oluyordu.
Yine de umutlu bir şekilde "Öyle mi?" diye sordum, oturduğum koltuğun koluna yaslandım. "İtiraf etmem gerekirse başlarda bu durum tam bir cehennemdi ama şimdi... Daha iyi hâle gelmeye başladı. Hiç değilse artık o kadar da nefret etmiyor benden."
"O adamın senin doğal zarafetine yenik düşeceğini biliyordum."
Abraham'ın dedikleri o kadar tatlıydı ki ben de ona gülümsedim. Benim hakkımda böyle düşündüğünü duymak her zaman bir keyifti ve durumun içinde Damien olunca da ilgimi çekiyordu. Damien'ın benim doğal zarafetime yenik düşüp düşmediğinden emin değildim, bu büyük bir varsayımdı ama eskisi kadar kızgın olmadığı bir gerçekti. Onu ilk gördüğüm zamanı hatırlıyordum. Başlarda öyle çok ödümü koparıyordu ki...
Konuyu değiştirmek için "Neyse," dedim, sesim ilgisizden ziyade utangaçtı. Damien hakkında konuşmak beni anlam veremediğim bir şekilde geriyordu. "Her şey çok yeni. Zaman bize neler olduğunu gösterecek."
"Öyle," diyerek bana katıldı Abraham, sonra da parmaklarını çene hattında dolaştırdı. "Bu arada, bu akşam için başka bir plan yapsan iyi olur çünkü çalışma odana birkaç gün giremezsin. Berbat bir halde."
"Hmm... Aslında bir tane yaptım bile."
"Ne çabuk." diye güldü.
Yarım bir gülüşle omuzlarımı silktim. "Zaten gitmeyi düşünüyordum."
"Nereye?"
Düşünceli bir şekilde "Bir davet aldım." diye açıkladım. "Büyük bir bağış etkinliği... Yetim çocuklar için."
"Öyleyse keyfine bak."
"Öyle yapmaya çalışacağım, teşekkürler."
Ondan sonra davete hazırlanmak için yatak odama çıktım. İçinde rahat ettiğim bir şey giymek istiyordum ama çok salaş da giyinemezdim, bu büyük bir davetti. O yüzden bol eteği belimden dizlerime dökülen, kalın askılı, yeşil bir elbise giydim. Belime akan dalgalı saçlarımı düşünceli bir şekilde okşarken aynada kendime baktım. Tenim beyaz olduğu için saçlarımın siyahlığı çok yoğun görünüyordu ve bu yoğunluk siyah kirpiklerle çevrili olan siyah gözlerime de vurmuştu. Lekesiz yüz hatlarım yumuşak, neredeyse narindi. Kavisli kaşlar, iri gözler, düzgün bir burun, bir gamze ve ufak, toplu dudaklar... Elimi saçlarımdan indirirken gerçek elmaslarla süslü bileziğim bileğimin etrafında şangırdadı. Mücevher kutumun derinliklerinde bulduğum bu bileziği ne zaman aldığımı anımsamasam da o kadar güzeldi ki takmak istemiştim... Ama biraz daha oyalanırsam davete geç kalacaktım! Alt kata indiğimde Abraham beni dış kapının önünde hazır bir şekilde bekliyordu.
"Dışarısı soğuk. Bunu al." Kremsi beyaz rengindeki şalı bana giydirmek için uzattı. Minnettar olarak gülümsedim ve şalı çıplak omuzlarıma bırakmasına izin verdim. Pahalı kumaşın dokunuşu öyle hafifti ki, varlığını doğru düzgün hissedemiyordum bile. Üstelik yeni yıkandığını belli edercesine sabun kokuyordu.
"Teşekkür ederim, Abraham."
"Rica ederim. Umarım eğlenirsin."
"Ben de öyle umuyorum."
Boğazını temizleyerek bir adım geri çekildi ve geçmem için zarif bir şekilde kapıyı araladı. "Bu arada arabayı senin için hazırlattım."
Hiç şaşırmadım, her zamanki gibi her şeyi benden önce düşünmüştü.
Dışarı çıkınca yüzüme tokat gibi çarpan sonbahar soğuğu beni afallattı. Yağmur yağmıyordu ama insanın kemiklerini sızlayacak kadar soğuk olan bir rüzgar vardı. Titredim. Sonra da koşar adımlarla arabanın arka koltuğuna bindim ve şoför koltuğuna oturan Bill'e yola çıkabileceğimizi belli eden bir işaret yaptım. Davetin olduğu alan sandığımdan daha uzaktı, varmam neredeyse bir saat sürdü. Burası dışı sarmaşıklarla ve dev kayalarla kaplı olan tarihi bir anıt binaydı. Çok uygundu çünkü sergi de bir sanat sergisiydi. İçeri zengin insanlarla ve el yapımı çizimlerle kaplı kablolarla doluydu. Pratikte bir matematikçi ve makinist olduğum için tablolardan, sanattan pek anlamazdım ama bu bir bağış etkinliği olduğu için birkaç tane satın almam gerektiğini düşündüm. En büyük tablonun önünde durup resimdeki saat kulesine baktım. Bu şehrimizin bir çizimiydi. Kendi evimi görebiliyordum, yeraltı şehrinin girişini bile görebiliyordum. O yüzden teklif defteri ile dolma kalemi elime aldım, kalemin sırtını dudaklarıma bir kez vurduktan sonra pek düşünmeden hızlıca bir fiyat karaladım. Bunu yaparken de biraz bonkör davrandım. Ne kadar zengin olursanız olun bir tabloya bu kadar para ödemek delilikti ama serginin geliri yetim çocuklara gideceği için bunu o kadar da sorun etmiyordum. Hem harcamayacağım kadar param vardı hem de para benim paramdı.
Bayan Contessa'nın ismimi söylediğini duyduğumda ilgiyle satın aldığım resme bakıyordum. Yaşlı kadına doğru döndüm. Bayan Contessa, kocasını genç yaşta kaybetmiş dul bir kadındı. Şimdilerinde yetmişlerindeydi ve dudak uçuklatan bir servete sahipti. Ayrıca en çok sıfırlı çeki yazan müşterilerimden biriydi. Birkaç yıl önce kolunun bir tanesi olmayan torunu için mekanik bir el yapmıştım. Bayan Contessa'yı daha da önemli biri yapan bir şey varsa o da rütbesiydi. Kendisi Elit Meclisi'nin sayılı üyelerinden biriydi. Ağzından çıkan her bir cümle, her bir öneri bu ülkedeki insanların geleceğini belirliyordu... Ama şaşırtıcı bir şekilde sempatik bir kadındı da. Beyazlaşmaya başlamış kıvırcık saçları, inci küpeleri, kırışmış yüzüne rağmen hâlâ capcanlı olan elektrik mavisi gözleriyle bana hiçbir zaman tanımadığım büyükannemi hatırlatıyordu. Her zaman temiz ve şık giyinirdi, o gün de uzun kolları olan kırmızı bir elbise giymişti. Yaşına rağmen bu davetteki çoğu kadından daha güzeldi ve bence kendisi de bunun farkındaydı. Kendimi onun yanında çok sönük hissettim.
Bayan Contessa, "Seni yeniden görmek çok güzel!" diyerek elini koluma koyup bana hafifçe sarıldı. Kadın geri çekilirken kibar oldum ve kendimi gülümsemeye zorladım. Bir meclis üyesinin bana sarıldığına inanamıyordum. Onlar genelde... Şey... Böyle değillerdir. Başkan Eugine'den anlayabilirsiniz.
"Sizi de, Bayan Contessa. İyi bir gece geçiriyor musunuz?"
"Lütfen bana 'sen' diye hitap et, tatlım. Birbirimizi tanıyoruz. Bu kadar mesafeye gerek yok, değil mi? Ben iyiyim bu arada. Yani, her zamanki gibi evrak işleri dışında ki bu tam bir..." Bayan Contessa bu şık daveti veren asillerden bir tanesiydi. Mavi gözleri parmaklarımın arasında tuttuğum teklif defterine kayınca gülümsemesi yumuşadı. Gözleri gözlerime tırmanırken başını yana yatırdı. "Vay canına. Çok cömertsin, teşekkür ederim."
"Bu sadece yardım için, biliyorsunuz." diye açıklayarak defteri kapattım ve aceleyle yerine geri bıraktım.
"Evet, elbette. Biliyorum. Görüşmeyeli nasılsın? İşler nasıl gidiyor?"
"Aslında çok iyi gidiyor. Artık kendi işimin patronuyum ve uzun vadede böyle devam etmesini istiyorum."
Bayan Contessa beni bile şaşırtan bir neşeyle "Bu harika bir şey!" diyerek ellerini bir kere çırptı.
Bu kadın çok sempatikti.
Artık kendimi daha iyi hissetmeye başladığım için ona yeniden gülümsedim. "Evet, öyle. Teşekkür ederim."
Hazır şeytanı anmışken... Başkan Eugine, Arthur ve diğer meclis üyelerinden biri olan orta yaşlı, şişman, kumral bir kadının yanımıza doğru yürüdüğünü fark ettim. Onların varlığı beni huzursuz ederken Arthur ile kısa bir an göz göze geldik. Bir kurt gibi gülümsedi bana. Gıcık herif, diye düşündüm kendi kendime. Damien'a gösterdiği o korkunç tavrı unutmamıştım daha. Başkan Eugine içki kadehini selam verircesine bize doğru kaldırınca Bayan Contessa gülümseyerek elini uzattı. Başkan, kadının elini zarifçe yakalayıp öptükten sonra bana bakmak için başını çevirdi. En son karşılaşmamızdan bu yana epey zaman geçmişti; Şikayet yok.
"Merhaba," dedim kuru bir sesle.
"Vanessa," dedi o da. "Burada olacağını tahmin etmeliydim galiba. Onu tanıyor musunuz, Bayan Contessa?"
"Yakında tekrar birlikte çalışmayı umduğum biri. Bu genç hanım çok yetenekli. Üstelik işinin ehli."
Başkan Eugine "Öyledir," diyerek Bayan Contessa'ya katıldı. İçkisinden bir yudum almak için duraksadı. "Çok akıllı bir kadın. Önünde inanılmaz fırsatlar var."
Diğer meclis üyesi olan şişman, kumral kadın biraz alaycı bulduğum bir tavırla "Ve çok genç bir kadın." diye ekleyince gözlerimi devirdim. Benim yerime Bayan Contessa ona yanıt verdi.
"Vanessa, genç ve güzel olmanın ötesinde çok da iyi bir... Ah pardon, canım. Tam olarak ne yapıyordun sen?"
"Bir mucidim."
Başkan Eugine, "Güzel ve asil bir meslek." diye ekledi.
Bu kadar övülmek garipti doğrusu, hem de Elit Meclisi'ne üye olan bu insanlar tarafından...
Arthur sessizce orada duruyor, en ufak bir yorum yapmadan konuşmalarımızı dinliyordu.
"Ah, teşekkürler." Kendimi utangaç hissederek derin bir nefesle göğsümü şişirdim. "İşimi seviyorum." Fark yaratmayı seviyorum ve başka türlü nasıl yaşanır bilmiyorum.
Başkan Eugine imalı bir biçimde "Ben de potansiyelini seviyorum." diye ekleyince 'Ona ne şüphe!' dememek için kendimi çok zor tuttum. Bu adam galiba hiçbir zaman benimle alay etmeyi, beni huzursuz etmeyi bırakmayacaktı. Kumral kadın yine araya girdi. "Yine de buna inanmak hiç içimden gelmiyor." dediğinde isteksizce ona baktım. Gerçekten de tereddüt ediyor gibi bir hâli vardı. Aslında ilk defa böyle bir tavırla karşılaşmıyordum, o kadar da önemli değildi. Ne de olsa kimseyi inandırmak zorunda değildim ama...
Sakin bir sesle "Aracınızı bir kere daha tamire götürmelisiniz." diye belirttim. "Yoksa motor yanacak."
"Affedersin?"
"Demek istediğim, nasıl çalıştığını duydum. Tam bir işkenceydi." O sırada garsonlardan bir tanesi gümüş bir tepsinin üzerinde içki ve ikramlıklar uzattı. Elimi kaldırarak istemediğimi belli ettim. Kumral kadın anlamsızca yüzüme bakıyor, gözlerini olması gerekenden daha fazla kırpıyordu. "Netleştirmek için soruyorum, o şeyden memnun musunuz? Çünkü her kime tamir ettirdiyseniz motoru mahvetmiş. Birkaç gün içinde yeniden bozulacak ve bu defa tamir edilemeyecek kadar bozulacak."
Başkan Eugine sessizliği bozan kişi oldu, gür bir sesle kahkaha atınca böyle bir tepki beklemediğim için şaşkın şaşkın ona baktım. Bayan Contessa gülmemek için dudaklarını büzdü ve Arthur bile başını yana çevirip gülüşünü sakladı. Kumral kadına kaşlarımı kaldırarak baktım ama kadın bozulmak yerine sevecen bir biçimde bana sırıtmaya başladı. Çok daha yumuşak bir sesle "Tamam, haklı olabilirsiniz aslında." derken teslim olur gibi ellerini havaya kaldırdı.
Başkan Eugine gülüşünü zar zor bastırarak "Bu gerçekten eğlenceliydi." dedi, ben de karşılık olarak gözlerimi devirdim ama susmadı. "Bu bayık yardım etkinliğinden çıkıp hep birlikte bir şeyler yapalım mı? Golf oynamak isteyen var mı? Eğlenceli olur."
"Sürekli kazanan biri için elbette öyle olur."
Bayan Contessa ve Başkan Eugine'nin şakalaşacak kadar iyi anlaştığını görmek beni huzursuz ediyordu ama düşününce başkanın bu kadına bana gösterdiği yüzünü göstermediğinden emindim.
Herkes Başkan Eugine'nin teklifini onaylarken duvardaki saate bakıyormuş gibi yaptım ve çıkıntılık yaparak - Çünkü onunla ve Arthur'la vakit geçirip bundan keyif alıyormuş gibi yapmak tam bir işkence olurdu!- "Üzgünüm ama benim eve gitmem lazım." dedim. Zaten sadece bağış yapmak için buraya gelmiştim ve az önce de yapmıştım. Adresim belli olduğu için satın aldığım tabloyu evime gönderirlerdi. Ben yanlarından ayrılmak için dönerken kumral kadının alaycı bir gülüşle "Sevdim bu kızı." dediğini duydum. "Seni desteklemeyen birilerini bulmak bugünlerde çok zor, Eugine."
Buna kesinlikle itiraz etmeyecektim.
İnsanların arasından sıyrılıp davet alanından çıktığımda bana çarpan soğuk hava bu defa beni rahatsız etmedi. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim ve gözlerimi kapatarak rahatlamak için derin bir nefes alıp bıraktım. Arthur ve Başkan Eugine beni önceden olduğundan bile daha rahatsız ediyorlardı. Neyse ki konuyu Damien'a getirmeden önce yanlarından ayrılmayı başarmıştım. Onun hakkında bir şey sorarlarsa yalan söyleyebileceğimden emin değildim. O sırada 'ismim' bir kere daha söylendi. Oysa tek istediğim evime gitmekti. Yine ne var, diye düşünerek bana seslenen kişiye döndüm ve onu anında tanıdım. Bu adam tiyatro gösterisi için bana gelen adamdı. Neydi adı? Ah, hatırladım. Gulliver...
"Merhaba?" dedim onu bu davette gördüğüm için şaşırarak.
"Ben de size gelecektim. Burada karşılaşmamız ne hoş oldu."
"Ne için?"
"Aslında bunları size vermek istiyordum." diyerek elini ceketinin cebine attı ve önüme bir çift parlak kağıt parçası uzattı...
Kağıtları Gulliver'den aldım ve merakla ne olduklarını anlamaya çalıştım.
Tiyatro biletleri.
"Bunları birer hediye olarak düşünün lütfen. Dekorlarla siz ilgilendiğiniz için sizin de gelmenizin uygun olacağını düşündük. Bu büyük bir davet ve bizi varlığınızla şereflendirirseniz onur konuklarımızdan biri olacaksınız."
Dalgın ama bir o kadar da minnettar bir halde "Teşekkürler," dedim. "Gelmeye çalışacağım."
O sırada biri uzaktan Gulliver'in ismini seslendi. Gulliver veda edercesine başını eğip arkadaşının yanına gitmek için yanımdan ayrılırken gözlerimi yeniden biletlere çevirdim. Kıvrımlı yazılar düzgün bir şekilde sıralanmış, altın sarısı kağıdın üzerine basılmıştı. Sade ama şık bir bilet tasarımıydı. Aslında gösteriye gitmek istiyordum ama bunun tek sebebi yaptığım dekorların işe yarayıp yaramadığını görmek için can atmamdı. Dalgın bir şekilde yanımda kimi götürebileceğimi düşündüm. Cevap neredeyse aniden geldi. O akşam eve dönünce Abraham'a benimle birlikte gösteriye gelmesini söyledim. O sırada çalışma odamda yalnızdık ve biletlere bakarken Abraham'ın yüzünde hoşnut bir ifade vardı. O yüzden kabul edeceğinden emindim, böyle şeylere her zaman birlikte giderdik ama sonra, her ne düşünüyorsa artık, ifadesi değişti ve gözlerinde anlamlandıramadığım bir hissin parıltıları belirdi.
Bir hevesle sordum.
"Ee? Ne diyorsun? Geleceksin, değil mi?"
Biletleri çalışma masamın üzerine bırakırken "Üzgünüm, Vanessa." diyerek beni reddetti. "Gözlerim eskisi kadar iyi görmüyor artık. Ayrıca yüksek seslere de katlanamıyorum."
"Ama iki bilet var ve tek gitmek istemiyorum. Hem bu büyük bir davet. Tüm asiller, bilindik yüzler izlemek için orada olacak. Yanımda olursan kendimi çok daha rahat hissedeceğim. Lütfen, gel."
Onu ikna etmek için ne söylemem gerekiyorsa söylemeye hazırdım ama Abraham itirazlarımı görmezden gelerek sanki beş yaşındaymışım gibi saçlarımı birbirine karıştırdı. "O zaman neden Damien'a seninle gelmesini söylemiyorsun?" diye sorduğunda bu öneri karşısında koyu gözlerim dehşetle iri iri açıldı. Damien'la mı? Ciddi miydi bu? Hızla başımı kaldırdım ama Abraham kurnaz, hesaplı bir tebessümle yanımdan ayrılmadan önce bunu yapamadım. Ben de demek istediğim şeyleri yutarak arkasından dik dik baktım. Kahretsin, bilerek yapıyordu kesin! Neden Damien'la gitmemin onunla gitmemden daha iyi olacağını düşünüyordu ki? Bu delilikti! Yorgun düşmüş bir şekilde başımı masama yasladım ve üzgün üzgün soluğumu bıraktım. Yine de Abraham'ın dediği şey yüzünden içimde garip bir his filizlenmişti. Damien'la davete gitmekle bir sorunum yoktu, hatta bunu isterdim de. Sonuçta birlikte yaptığımız tek şey bu odada çalışmaktı. Sorun O'ydu. Benimle bir davete, bir gösteriye gelmek ister miydi emin olamıyordum. Beni açıkça reddederse ya da 'Ciddi misin sen? Nasıl böyle bir şeyi kabul edeceğimi düşünürsün?' derse aptal konumuna düşerdim ve çok utanırdım.
Bu düşüncelerle biletleri elime aldım ve üzerine yaldızlı harflerle işlenmiş olan yazılarda bakışlarımı gezdirdim.
Damien'ı davet etse miydim?
Bunun cevabını duymaya cesaretim var mıydı?