?6.BÖLÜM: HOŞ BİR DEĞİŞİM

2747 Words
Neredeyse unutulmuş bir yerden akşam karanlığını çöktüğü bir şehre dönüş yapmak tahmin ettiğimden çok daha gevşetici bir deneyim oldu. Arabayla sokak lambalarının altından hızla geçerken camdan dışarı baktım. Yağan yağmur yüzünden herkes evine çekildiği için şehir terk edilmiş gibi duruyordu. Bu da içimdeki kasveti daha da yoğunlaştırıyordu. Bugün olan her şey beni çok şaşırtmış, çok yormuştu. Sabah tehdit edilmem, kuzenimle karşılaşmam, Başkan Eugine'nin garip tavırları, sonra Damien... Düşündükçe kafayı yiyecek gibi oluyordum! Bu konu hakkında ne düşüneceğimi kestirememem bir yana Başkan Eugine'nin hediyesini düşünmek kendimi berbat hissetmeme neden oluyordu. Elbette şehirdeki asillerin çoğunun kölesi vardı ama benim köle olarak kullanmakta sakınca görmeyeceğim tek kişi Peter'dı. Peter'ın şu an çok uzaklarda hayatın tadını çıkarıyor olması bir yana arkadaşımı gerçekten özlemiştim. Eminim Abraham'da oğlunu özlemiştir. Ah, Abraham! Bu konuyu bir an önce onunla konuşmalıydım. O benden çok daha yaşlı olduğu için eminim yol göstermekte iyi bir seçenek olurdu. Şoför, arabayı malikanemin bahçe kapısının önünde durdururken Başkan Eugine bir puro çıkarıp ince dudaklarının arasına yerleştirdi. Adam ceplerini yoklayıp kibrit kutusunu ararken inmek için hareketlendim ama başkanın yeniden konuşması beni durdurdu. Ağzında puro olduğu için boğuk bir sesle konuşsa da ne dediğini anlamıştım. "Çok sessizsin. Tüm bu durum hakkında ne düşünüyorsun cidden?" Rezalet. "Beni gerçek anlamda hazırlıksız yakaladınız. Ben... Bu tür bir hediye beklemiyordum cidden." "Mmm..." Tek dediği buydu. Huzursuzluk beynimden kalbime yerleşirken oturduğum koltukta hafifçe kıpırdandım. "Ama bu kadar pahalı bir hediyeye gerek yoktu cidden. Hem o köle neden bu kadar pahalı ki?" Başkan Eugine müthiş bir kibirle gülümsedi. Kıvırcık saçlarıyla ve yuvarlak yüzüyle sevimli bir siması olsa da sevimli olmaktan kilometrelerce uzak bir karakteri vardı. "Ne var biliyor musun? Gerçekten de seni davet ettiğimde benimle birlikte arenaya gelmeliydin. O zaman o pisliğin neden bu kadar pahalı olduğunu anlardın." "Beni kan tutuyor." Puroyu dudaklarından ayırırken "Tüh," dedi ama dediği şeye rağmen ağzını keyifle büzmüştü. Bana göz ucuyla değerlendiren bir bakış attı. "Bu durumda Damien'ı arenada dövüştürmezsin, değil mi? Yine de bunu bir düşün. Hiçbir dövüşü kaybetmediği için o küçük pislikten oldukça iyi para kazanabilirsin." "Onu kabul ettiğimi söylemedim henüz." diye mırıldanarak konuşmasına itiraz ederken suratımı asmadan edemedim. "Kabul edeceğinden eminim." "Nereden biliyorsun?" "Çünkü senin nasıl biri olduğunu biliyorum." Aman ne güzel. Demek bu yüzden bana asla memnun olmayacağım bir hediye vermek istemişti. Başkan Eugine'ne hızlıca bir veda ettikten sonra arabadan indim ve yağmur saçlarıma damlayıp beni ıslatmaya başlarken kısık sesle bir lanet homurdanarak koşmaya başladım. Başkanın arabası evimin önünden ayrılırken çoktan verandaya gelmiştim. Yüzümdeki yağmur damlalarını paltomun koluyla sildikten sonra kapının ziline bastım. Bir süre sonra içeriden zarif adım sesleri geldi. Abraham kapıyı araladı ve ben içeri girerken "İzninle?" diyerek paltomu çıkarmama yardım etmek için ellerini uzattı. Her zamanki gibi tam bir beyefendiydi. "Hoş geldin, Vanessa. Ben de seni bekliyordum." Gevşediğimi hissettim çünkü Abraham şömineyi yaktığı için içerisi dışarının aksine sıcacıktı. Derin bir nefes aldığımda burnuma ızgara ve çorba kokusu geldi. Bunun üzerine karnım tüm gün bir şey yemediğimi hatırlatmak için guruldadı. Abraham, paltomu ayaklı askılığa asarken usulca güldü... "Ah, aç olmalısın. Sofrayı hazırladım. Hadi, gel." Bunun üzerine pek bir şey konuşmadan oturma odasına geçtik ve uzun yemek masasının bana ait olan baş köşesine oturdum. Malikane sessizdi çünkü bu saatte çalışanların çoğu evlerine giderdi. Abraham önüme küçük bir kâseye doldurulmuş sebze çorbası ile biraz ekmek ve limon koyarken gamzem ortaya çıktı. Her zamanki gibi "Benimle yemek yesene." dedim ona. O da her zamanki gibi "Tabii. Siz nasıl isterseniz." dedi ve kendine de bir kase çorba koyarak yanımdaki sandalyeyi çekti. İkimiz de sessizce çorbalarımızı bitirdik. Sebze çorbasından sonra Abraham önüme üzerinde tavuk ızgara ile pilav olan bir servis tabağı ile biraz salata ve meze koydu. Çatalımı salata kasesine daldırırken o da o sırada bıçakla etinden küçük bir dilim kesiyordu. İyi bir aşçımız olduğu için yemek son derece lezzetliydi. Keşke bunun tadına gerçekten varabilseydim. Ben kelimeleri nasıl toparlayacağımı, Başkan Eugine'nin garip hediyesinden ona nasıl bahsedeceğimi düşünürken ilk konuşan Abraham oldu. "Bu arada, bugün bir müşteri geldi." "Öyle mi?" dedim hevesle. Evet, işimi çok seviyordum. "Evet. Sen evde olmadığın için onunla ben görüşmek zorunda kaldım. Asillerden bir hanımefendi. Vefat eden babasından kalan bir guguklu saati saat tamircisine götürmüş ama çok eski olduğu için adam tamir edememiş. Kadın senin ününü duyduktan sonra buraya gelmiş. Oldukça iyi bir ücret veriyor ama hanımefendiye sana sormadan işi kabul edemeyeceğimi söyledim." Ağzımdaki salatayı yutarken 'Sonunda normal bir şeyler! Çok teşekkür ederim!' diye düşünerek bunun için şükrettim. "Şey... Sistemlerini bilsem de daha önce hiç saat tamir etmedim, biliyorsun." "Yanlış hatırlamıyorsam saat kulesini düzeltmiştin. Sen düzelttiğinden beri de bir daha da bozulmadı, değil mi?" "Saat kulesi kocaman, mekanik bir yapıydı ve manevi değeri olan eski bir saat değildi. Eğer o saati tamir edemezsem kadın gerçekten hayal kırıklığına uğrar." Abraham'ın bakışları biraz daha yumuşadı. "Daha önce bir şeyi tamir edemediğini görmedim. Hem eminim bir makine icat etmekten daha zor değildir." diyerek beni bunun için cesaretlendirmeye çalıştı ve garip bir biçimde işe de yaradı. "Evet, muhtemelen. Tabii, sorun değil. Bir bakarım." "Ücretinin ne olduğunu sormayacak mısın?" Hesabımda bir sürü para olduğu ve para meseleleriyle Abraham ilgilendiği için umurumda değildi ama... Meraklı görünmekten çok dalgın bir biçimde "Ne kadar?" diye sordum. "Otuz bin pell." Asil bir hanımefendi bu parayı rahatlıkla ödeyebilirdi. "Öyleyse gerçekten değerli bir saat olmalı. Hazır paradan mesele açılmışken çalışanların maaşlarına ne kadar ekledin?" "Sekiz bin pell... Yeterli olur mu? Yoksa biraz daha ekleyeyim mi?" Çatalımı etime batırdım ve hasta, küçük bir çocuğu düşünürken "Belki biraz daha." diyerek iç çektim. Sonra bugün, Yeraltı Şehri'nin üzerindeki kasabada gördüğüm o küçük kızı düşündüm. Birden iştahım kaçarken gözlerimi ellerime indirdim. Bu sıcak evi ve lezzetli yemeği o küçük kızla paylaşmak isterdim. "Gerçekten çok cömertsin, Vanessa." dedi Abraham ne düşündüğümden tamamen habersiz bir şekilde. Tamam. Onunla konuşmak için bundan daha iyi bir zaman olamazdı. Siyah, dalgalı bukleleri yanağımdan çekerken cesaretimi toplamaya çalışarak ciğerlerimi havayla doldurdum. "Aslında seninle konuşmam gereken bir mesele var, Abraham. Canını sıkabilir ama." Abraham ne kadar ciddi olduğumu görünce içeceğini içmeden masanın üzerine geri bıraktı. "Ne oldu? Bir sorun mu var?" diye sordu endişeyle ifademi süzerken. Birden alt üst olan ruh halim yüzünden ortada bir sorun olduğunu anlamış olmalıydı. "Başkan Eugine ile ilgili." "Ah, doğru ya. Sana hediyeni gösterecekti. Nasıldı?" "Kabus gibiydi." Daha da şaşırdı. "Neler olduğunu anlatacak mısın?" "Hiç hoşuna gitmeyecek." diye mırıldandım utana sıkıla. "Orasını anladım zaten. Ee? Ne almış sana?" Oof! Nasıl söylenirdi ki böyle bir şey? Yavaşça yutkunurken Damien'ın sert, lacivert gözlerini anımsadım. Bana. Sakın. Dokunma. Boğazım birden kurudu ve biraz su içmek için aceleyle cam bardağa uzanırken, endişeden olsa gerek, kalp atışlarım hızlandı. Bardaktaki su hafifçe hareket ediyordu. Ellerim titriyor olmalıydı. "Saçma sapan." diye fısıldadım. "Bir köle." Abraham iri iri açılmış gözlerle - O da en az benim kadar şaşırmıştı - "Yok artık daha neler!" diye fısıldadı. Tepkisi beni daha da üzdü ve her şey üst üste geldiği için bir çırpıda söyleyiverdim. "Evet! Duydun! Başkan bana bir köle almış! Yeraltı Şehri'nden çok ünlü bir gladyatör!" Dirseklerimi yemek masasına yaslayıp yüzümü ellerimin arasına aldım. İçimde biriken tüm öfkemle haykırmaya başladım. "Beyin felci geçirmek üzereyim! Bu nasıl bir vizyonsuzluk? Meclis Başkanı olmuş olabilir ama tam bir megaloman! Üstelik benim için satın aldığı o gladyatör... Onunla ne yapacağım ki ben?" Abraham belki de verebileceği en şaşırtıcı tepkiyi verdi; Başını arkaya attı ve kahkahayı bastı! Gerçekten, katıla katıla gülüyordu şimdi. Ellerimi yüzümden çektim ve çaresiz gözlerimle sanki benim gibi aklını kaçırdığını düşünüyormuşum gibi baktım ona. Masanın üzerindeki temiz yemek mendilini dudaklarına bastırırken "A-affedersin, Vanessa." diyerek başını iki yana salladı, hâlâ kıkırdıyordu. "Ah, bu çok komik!" "Hiç komik değil!" "Evet. Değil. Affedersin." Ellerini kaldırdı. Kendini zorlukla toparlamaya çalışırken "Başkan sağı solu belli olmayan, tuhaf bir adam değil mi?" diye sordu. "Hem de nasıl! Benimle derdi ne, anlamıyorum." "Seni sinirlendirmekten zevk alıyor. Bunu söyleyebilirim." "Ama niye?" diye yakınmadan edemedim, ellerimi tekrar yüzüme gömmemek için parmaklarımı masanın üzerinde yumruk yaptım. "Beni sinirlendirmenin ona ne gibi bir getirisi olabilir?" Abraham neşeyle kıkırdamaya devam ederken içeceğinden büyük bir yudum aldı. Dilini şaklattı. "Yani, ne? Artık bir kölen mi var?" diyerek şakalaştı benimle. "Hayır. Bir köle istemiyorum. Bu bana çok yanlış geliyor." "Adı ne?" Bir an neyi sorduğunu anlamayarak gözlerimi kırpıştırdım. Sonra "Damien," dedim bu isim dudaklarımda yabancı dururken... "Ah," Abraham gri kaşlarını düşünceli bir tavırla çattı. "Bu ismi duydum." "Onu tanıyor musun?" diye sordum şaşırarak. "Hayır ama gerçekten de oldukça ünlü." Şey... Galiba bir tek ben duymamıştım. "Neyse," dedim, zaten onu kabul etmeyecektim, asla. Önümdeki tabağa şöyle bir baktım. İştahım çoktan kaçtığı için ağzımı mendille silip yemek masasından kalkarken "Sana afiyet olsun. Galiba ben gidip biraz çalışacağım." dedim. "Uyumayacak mısın?" Bu sinirle uyumama imkân yoktu ki! Başımı hayır anlamında iki yana salladım ve bir şeyleri kurcalamak beni rahatlattığı için çalışma odama çekildim. Bir müşterime ait olan teleskobu kundağından çıkarıp masamın üzerine koydum ve bir camcıya özel olarak yaptırdığım mercekleri çıkardım. Bay Alessandro meşhur bir gökbilimciydi ve benden ona ait olan teleskobunun görüş alanını olabildiğince yükseltmemi istemişti. Hem iyi bir parası hem de olabilecek en net görüş alanına sahip olan bu cihazı kurcalamak için can attığım için teklifi kabul etmiştim. Tüp hattını açmak istediğim için bir tornavida ve keskin bir bıçak aradım. Eski göz merceğini dikkatle masanın üzerine bırakırken saçtığı ışık yüzünden Iron'nun dikkatini çekti. Merceği çizmesin, daha da kötüsü kırmasın diye yavru kedimi karnından yakalayıp kucağıma aldım ve odanın diğer köşesinde bulunan kırmızı, yumuşak bir minderin üzerine bıraktım. Iron itiraz edercesine miyavladı. "Hiç itiraz etme ufaklık, ya burada kalacaksın ya da seni dışarı atacağım." diyerek kapının olduğu tarafı işaret ettim. Sanki ne dediğimi anlamıştı. Mekanik ayağını altında kıvırdı ve küçük, beyaz bir tüy yumağı haline geldikten sonra hafif bir mırıltıyla uyumaya başladı. Bu daha iyiydi çünkü diğer türlü ya bir şeyleri devirir ya da ayağıma dolanıp dururdu. Teleskobun başına geri döndükten sonra eski merceğin ışık toplama yapısını incelemek için ışığa doğru tuttum. Kendimi geç saatlere kadar işe vermek dikkatimi biraz olsun dağıttı ve bugün olan her şeyi unutmama imkân tanıdı, evet, Damien'ı bile... 🔸🔸🔸 Ertesi gün kahvaltı tabağımdaki peynirlerden, zeytinlerden ve yeşilliklerden çirkin bir surat yapabildiğimi görmek gerçekten ilginçti. Her şey bir yana, iştahsızlığım bugün de devam ediyordu. Önümde her çeşitten kahvaltılıklar olmasına rağmen çatalımla oynayıp duruyordum. Aslında açtım ama dün olanları düşününce yemek yemek hiç içimden gelmiyordu. Ya da başka bir şey yapmak. Neden bunu bu kadar kafaya taktığımı bile bilmiyordum. Tek yapmam gereken Başkan Eugine'ni ziyaret edip teklifini geri çevirdiğimi söylemekti ama o köle tacirinin Damien'a nasıl kötü davrandığını düşündükçe kahrolası vicdanım bunu yapmama engel oluyordu. Şimdi ne yapıyordu acaba? İyi miydi? Yaralıya ilgilenmesi için bir doktor getirmişler miydi? Oof! O kaba gladyatörü düşünmeden duramıyorum. Galiba bu yüzden Başkan Eugine teklifini geri çevirmeyeceğimden o kadar emindi. "Vanessa? Hey... Vanessa? Kaç defadır sana sesleniyorum!" Kahyamın sesi beni kendime getiren şeydi. İsmimi ne kadar zamandır seslendiğini bilmiyordum ama kahvesini içip gazetesini okuyor olması gerekirdi, bana çatık kaşlarla bakıyor değil. Avucumu yanağımdan çekerken doğrulup toparlandım. Normalde kahvaltı masasında böyle dalgın olmazdım, tam aksine, heyecanlı bir tavırla Abraham'a aldığım işlerden falan bahsediyor olurdum. "Ah, affedersin. Ne diyordun?" diyerek kahyama odaklanmaya çalıştım. Abraham bebek mavisi gözlerini kapatıp sabırla bir nefes aldı ve yavaşça gazetesini katlayarak masanın kenarına bıraktı. Grileşmiş saçlarını ensesinde böyle kusursuzca bağlamışken ve o şık kuyruklu takımı gitmişken gerçekten çok otoriter görünüyordu. "Madem surat asıp duracaksın ne diye seninle kahvaltı etmem için zorladın beni?" "Mazur gör lütfen, bu aralar biraz dalgınım." Kabul ediyorum, berbat ötesi bir açıklamaydı bu. Benden avukat falan olmazdı. "Hey, asma yüzünü. Öyle dalgın dalgın ne düşünüyordun? Canını bir şey mi sıkıyor?" "Belki, olabilir..." Bakışlarımı hızla kaçırdım. Bu durumu daha fazla erteleyemezdim, biliyordum. "Konuşmamız lazım." Abraham, zehir gibi koyu ve şekersiz olan kahvesini dudaklarına götürdü. "Tamam. Konuşalım. Konu ne?" Derin bir nefes aldım. "Damien." derken gladyatörün ismi dudaklarımda hâlâ yabancı bir his bırakıyordu. Abraham yüzünü buruşturdu ve kahvesini içmeden geri bıraktı. "Ah, şu ilginç hediye." "Öyle deme!" "Ne dememi bekliyorsun?" Buna cevap veremedim... Abraham, meraklı bir edayla "Nasıl biriydi?" diye sordu. Aşırı sıcakkanlıydı. Cidden. Beni tehdit etmesi bir dakika falan sürdü. "Biraz... Ateşli biri." "Pardon?" dedi kaşlarını kaldırarak. Ne anladığını anlayınca "O anlamda değil!" diye itiraz ederek sertçe kızardım. Yani, çok uzun ve cehennem kadar yakışıklıydı ama gerçekten o anlamda dememiştim, bana göre yakıcı olan kendisinden çok öfkesiydi... Abraham yüksek sesle güldü ve keyfi giderek yerine gelirken bariz bir yumuşaklıkla "Çok şapşalsın." dedi. Bu durumu düşünürken kahvesinden uzun bir yudum almak için durakladı. Bu defa yüzünü buruşturan bendim. Cidden. Şu şeyi nasıl içiyordu anlamıyordum. "Ve çok abartıyorsun. Gerçekten. Madem bu durum bu kadar canını sıkıyor o halde Damien'ı bir hediye olarak kabul etmelisin. Hem Peter gittiğinden beri kendini yalnız hissediyorsun, değil mi? Değişiklik olur senin için." "Yalnız değilim. Siz varsınız." "Aynı şey değil ki. Biz senin kuşağından değiliz. Damien genç değil mi? Sana arkadaşlık edebilir." Damien bana asla arkadaşlık etmezdi ama bunu Abraham'a söylemek istemedim, o zaman nedenini sorardı ve ben de anlatmak zorunda kalırdım. "Onu bir hediye olarak kabul etmemi mi öneriyorsun?" diye yakındım. "Birini almak istemiyorum." Bu dünyada bunu yanlış bulan sadece ben miydim acaba? Abraham anlayışlı bir biçimde başını öne sallayıp "Veya onu görmezden gelebilirsin." diye devam etti. Hizmetçilerden birine biten bitki çayımı doldurması için hafif bir el işareti yaptı. Masada Abraham'ın en sevdiği şeylerden biri olan meyveli keklerden vardı. Ağzımı tatlandırmak için çatalımı keke sertçe bastırdım. "Bunu da yapamayacağımı biliyorsun." diye iç geçirdim. "Bak, kızım. Bu olay cidden çok saçma ve ben de en az senin kadar bundan hoşlanmadım ama başkan Damien'ı sana hediye etmek istiyor, bana değil. Bu senin vermen gereken bir karar. Ya onu alırsın ya da reddedersin. Her şey bu kadar basit." "Birini satın alma fikrinden gerçekten hoşlanmıyorum. Bu bana doğru gelmiyor. Hem Damien biraz ödümü koparıyor." Üstelik bana zarar vermek için pek bir hevesli görünüyordu. Bir de eski sahibinin kolunu kırması gerçeği var tabii... Bunu gerçekten yapmış mı? "Seni asıl korkutan ne, Vanessa?" Bu kısımda tamamen dürüst olmaya karar verdim. "Ya bu korkunç bir kararsa? Ya benden nefret ederse? Ya onu kabul ederek her şeyi daha da kötüleştirirsem?" Parmaklarımı gergin gergin saçlarımın arasından geçirdim. Oof! Ve bunlar düşüncelerimin yarısı bile değildi. Kafayı yememe çok az kalmıştı. "Tamam. Öncelikle, bu oldukça karamsar bir düşünce tarzı." Abraham dirseklerini masaya yasladı ve yeniden ağzını açmadan önce ifademi dikkatle süzdü. "Belki öyledir. Belki de değildir. Neler olacağını sadece yaşayarak görebilirsin, değil mi? Ne karar verirsen ver, ben yanındayım." Bir anda tüm kaslarımın gevşediğini hissettim. Birinin yanımda olduğunu duymak güzeldi. Sanki tek ihtiyacım buymuş gibiydi. "Yanımda olduğunu bilmek bana kendimi her zaman güçlü hissettiriyor. Teşekkürler, Abraham." dedim içten bir şekilde. "Her zaman, hanımefendi. Ama gerçekten, ne hissediyorsun bu konuda?" "Onun için üzülüyorum aslında. Orada ona korkunç davranıyorlar. Üstelik bunun ilk defa da olduğunu zannetmiyorum." "O halde onu kabul et. Bana fikrimi soracak olursan onu almaman için bir neden göremiyorum. Zaten muhtemelen almazsan ömrün boyunca kendini suçlayıp ruhuna eziyet edeceksin ve ben de öz oğlum kadar değerli gördüğüm birinin surat asıp durduğunu görmek istemiyorum. Peter'a gitmeden önce sana göz kulak olacağıma dair bir söz verdim." Peter'ı hatırlamak eski anıları anımsamama ve hafif bir hiçimde gülümsememe neden oldu. Burada olsaydı bu konu hakkında ne derdi tam kestiremiyordum, biraz beklenmedik tepkiler veren biriydi, ama her zaman beni nasıl güldüreceğini bilirdi. Bazen onu özlüyordum. İfademin aynısından Abraham'ın yüzünde de vardı. Anlayışlı bir edayla "Sen de onu özlüyorsun değil mi?" diye sordum, benim en yakın arkadaşım olabilirdi ama onun da oğluydu. Muhtemelen şu an benden daha yoğun bir özlem çekiyordu. "Çok fazla, ama hayatıyla ne yapmak istediği onun kararı. Peter özgür bir ruh. Bundan pek memnun olmasam da bir yere takılıp kalmak ona göre değil." "Evet." dedim. Bu yüzden en büyük hayali dünyayı gezmekti zaten. Aramızda bir sessizlik oldu. Galiba Abraham düşünmem için bana biraz zaman vermek istiyordu. Buna gerek yoktu. Kararımı artık verdiğim için "Galiba Damien'ı kabul edeceğim." diye fısıldadım ve içten içe bunun korkunç bir karar olmaması için dua ettim ama Abraham haklıydı, onu kabul etmezsem ömrüm boyunca onu o köle tacirlerinin eline bıraktığım için kendimi suçlayıp duracaktım. "Gerçekten mi?" "Evet." dedim. Abraham sandalyesinden kalkarken ceketinin önündeki iki siyah düğmeyi zarifçe ilikledi. Sadece bana öyle geliyor da olabilirdi ama kararımdan memnun olmuş görünüyordu. "Ben başkana haber veririm. Sabah sabah sinirlerin gerilmesin." dediğinde gerçekten rahatlayarak omuzlarımı düşürdüm. Cidden. Şu an Başkan Eugine ile görüşecek havada değildim. O adam dün akşamdan sonra iki kat daha fazla sinirlerimi bozmaya başlamıştı. "Sen bu dünyadaki en iyi kahyasın. Bunu biliyorsun, değil mi?" Yani, muhtemelen başkan ona berbat davranacaktı ama yine de benim yerime gitmek istiyordu. "Biliyorum, merak etme." "Ah, umarım bu işi elime yüzüme bulaştırmam... Ama elimden geleni yapacağım." "Senden daha azını beklemezdim zaten. Çok geç olmadan gidip başkana duymak istediği haberi vereyim." Sırtını bana dönerken şakacı bir tavırla "Ah, bunun nasıl sona ereceğini görmek için sabırsızlanıyorum." dediğini duydum ve 'Ben de!' dememek için dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kaldım; Ben de, ben de, ben de... Abraham'ın arkasından bakıp Parmesan peynirinden küçük bir lokma alırken kendi kendime gülümsediğimi fark ettim.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD