Beni ben yapan her parçam yüzünden insanlar garip bir kadın olduğumu düşünürdü.
Aslında bu beni hiç şaşırtmıyor.
Toplum, bir yapboz ve ona uymayan parçaları ya bütününden ayırmaya ya da kesip kendine uygun parçalar haline getirmeye meyilli bir yapı. Kabullenilmesi gereken bir gerçekten çok acınası bir gerçek çünkü bence insan olmak istediği kişiden asla vazgeçmemeli. Şimdi bile her şey benim 'kim' olduğumla ilgili aslında. Her zaman hayatımla ne yapmak istediğimi, kim olmak istediğimi biliyordum. Bir mucit, bir makinist, bazen de bir oyuncak tamircisi ama her şeyden daha çok tüm ruhunu, zihnini, benliğini öğrenmeye ve bilime vermiş bir insan. Ben bunlardan ibarettim. Biliyordum ki, her zaman da bunlardan ibaret olmaya devam edecektim.
Kabul edeceğim, kolay değildi. Kendim olmaktan korkmamayı öğrenmek yıllarıma mâl olmuştu ama nihayetinde başarmıştım ve başka türlüsü nasıl olur bilmediğim için beni ben yapan neler varsa onlara sıkı sıkı sarılmaya, son nefesimi verirken bile 'Venassa Born' olmaya devam edecektim. Bazen insanlar bu düşünceyi gülünç buluyordu. Şehirdeki tek kadın makinist olmak yerine uyum sağlamak daha kolay olamaz mıydı? Neden diğer kadınlarla zıt düşüyordum? Çoğu kadın bir tornavida yerine mücevherleri ya da yakışıklı erkekleri tercih ederdi. Bu kulağa oldukça yapılabilir bir şeymiş gibi gelmiyor muydu? Aslında geliyordu. Nedenini sorgulamaktan geçirdiğim yıllar sonrasında cevabın çok basit olduğuna karar vermiştim; Çünkü toplumumuz ne kadar büyük bir yapboz olursa olsun insan olduğu kişiden kolay kolay vazgeçemiyor.
Ve beni bu dünyada 'Vanessa' gibi hissettiren tek bir yer var.
Çalışma odam.
Sığınağım.
Ellerimin arasında tuttuğum oyuncak bebekle tam bir kargaşa halinde olan çalışma odama girmek için kapıyı açarken hiç olmadığım kadar kendimdim. Düşmek üzere olan üç ayaklı, demir askılığı yere kapaklanmadan önce tutup çektim. Paltomu çıkarıp askılığa asarken ve çizmelerimi çıkarmak için eğilirken derin, rahat bir nefes aldım. Saat daha sabahın yedisiydi. Bu saatte evdeki tüm çalışanlar uyuyor olurdu. O yüzden elimden geldiği kadar ses yapmamaya çalışıyordum ama lanet olsun, bu malikane milat kadar eskiydi! Umarım kimse uyanmamıştır, diye düşünerek ayaklarımın altında gıcırdayan koro zemine dikkatle bastım.
Çalışma odam, bu malikanedeki en büyük odaydı ve kısmen üç ana bölümden oluşuyordu. Çok, çok uzun bir süredir bana kahyalık yapan Abraham iki yıl önce bir dolap ustası çağırmış ve ıvır zıvırlarımı yerleştirmem için duvarlardan birini boydan boya çekmecelerle ve raflarla kaplatmıştı. İlk kısım burasıydı. İkinci kısım kendi icatlarımı ve makinelerimi yaptığım kısımdı, ki bunun için şehir başkanından ve devlet kasasından yüklü miktarda bir fon alıyordum. Üçüncü kısım ise halktan insanların ve daha düşük bütçeli müşterilerimin işlerini halletmek için ayırdığım küçük bir bölümdü. En çok üçüncü kısmı seviyordum çünkü bu kısımda limana ve okyanusa bakan taş bir balkon vardı. Daha şimdiden martıların ve gemilerin sesleri her yeri kaplamıştı. Dayanamayıp gözlerimi kapattım ve odama kadar gelen güzel, ferahlatıcı okyanus kokusunu ciğerlerime çektim. Hafif hafif oynaşan rüzgar tenime çarptı ve saçlarımı havalandırıp bana birkaç beden büyük olan gömleğimi dalgalandırdı. Çalışırken her zaman büyük beden gömlekler giyerdim. Bir kere aşırı rahatlardı; İncelerdi ve içinde hareket etmesi en kolay olan kıyafetlerdi. Bu huyumu da babamdan almıştım çünkü küçükken tüm gün bu odada vakit geçirip ona yardım ederken onun gömleklerini giyerdim ama o kaybolduğundan beri kendi gömleklerimi satın alıyordum. Okyanus kokusunu birkaç kere daha içime çekerken hafifçe gülümsedim. Bunu tüm gün boyunca yapabilir- Bekle. Yapamazdım. Bu bebeği yarına kadar tamir etmem gerekiyordu.
Bu düşüncelerle oyuncak bebeği masamın üzerine bıraktım ve kıyafetinin çıtçıt kısmını çekip açtım. Oyuncağın göğsünde dikdörtgen şeklinde bir kapak vardı ve kapağın dört ucunda da en küçük boy olan D-1 tipli vidalar vardı. Bu görüntü karşısında hoşnutsuzca dudaklarımı büzmeden edemedim. Genelde daha büyük oyuncaklar üzerinde çalıştığım için böyle bir vidayı en son gördüğümde on yaşında falandım herhalde ama galiba bunu açmak için bir tane tornavidam olacaktı. Kontrol etmek için raflara yöneldim. Uzun, sinir bozucu ve her şeyi darmadağın ettiğim bir aramanın sonucunda kullanılmadığı için pas tutmak üzere olan uygun bir tornavida buldum.
Bebeğin iç kısmını açmak için vidalardan ilkini gevşetirken ben ve Abraham'dan sonra günün üçüncü uyananı olan bir misafir odama girdi.
Beyaz bir tüy yumağı masanın üzerine sıçradı ve koluma ileri geri sürtünerek iri, mavi gözlerini üzerime dikti. Sonra da her meraklı yavru kedi gibi tornavidayı ve bebeği kokladı, patileriyle dürttü ve kokusunu bırakmak için bebeğe iyice süründü. "Sana da günaydın, Iron. Nasılsın?" diyerek pofuduk bir tüy yumağını andıran kedinin kulağının arkasını sevgiyle okşadım. Sonra öne eğildim ve burnumu yavru kedinin burnuna sürttüm. Iron sevinçle gözlerini kısıp miyavladı. Bana çok düşkündü ama genelde çalışıyor olduğum için çok fazla vakit geçiremezdik. Onunla malikanenin çalışanları ilgilenirdi. "Ben de seni seviyorum, oğlum." diyerek işaret ve orta parmağımla Iron'un çenesine hafifçe dokundum. Iron sadece iki aylıktı. Yoksa üç mü? Emin değilim ama onu bulduğumda çok, çok küçüktü ve berbat bir haldeydi. Kanlar ve yaralar içindeydi. Onu kucaklamış ve hemen şehrin en iyi veterinerine götürmüştüm. Veteriner bana birinin onun sağ arka bacağını, kuyruğunu ve sol kulağını kestiğini söylemişti. Üzülmüş ve 'Ne korkunç insanlar var!' diye düşünmüştüm o zaman. Sonuç olarak Iron artık benim ailemin bir parçasıydı. Ona bu adı vermeme neden olan demirden bir bacağa, bir kulağa ve bir de kuyruğa sahipti. Bacağına ve kulağına, diğer ayaklarına ve kulağına uyum sağlayan otomatik bir sistem yerleştirmiştim. Böylece Iron normal bir kedi gibi zıplayabiliyor, koşabiliyor, bazen de çalışma odamdaki bir şeyleri devirip beni deli edebiliyordu. Sabahın köründeyken bile! Iron demir bacağıyla masamın üzerindeki büyüteci dürttü. Birden ilgisini çeken büyüteci kokladı ve merakla masanın ucuna doğru ittirdi. Ne yapacağını anlayınca uyaran bir sesle "Iron! Hayır! Yapma!" desem de benden asla korkmazdı. Gözümün içine baka baka büyüteci yere attı. Yerde seken büyüteç neyse ki kolay bir şekilde parçalanmayacak kadar sağlamdı yoksa bir tane daha satın almak zorunda kalacaktım, bir tane daha ve bir tane daha...
Iron bunu alışkanlık haline getirmişti, o yüzden de bir şey almam gerektiği zaman alabileceğim en sağlam eşyaları alıyordum.
"Sen çok, çok yaramaz bir kedisin!" diye homurdandım bu defa da bebeği tırmalamasın diye oyuncağı önünden çekerken. Iron başını kaldırıp o güzel, mavi gözlerini üzerime dikince yelkenleri hemen suya indirdim. "Ama çok da tatlısın. Ah, sana neden kızamıyorum ki ben?"
Yine de Iron gibi sekiz yüz gramlık bir bela yumağı buradayken çalışmam mümkün değildi. Oynaması için yavru kediye bir ip yumağı vererek onu çalışma odamın dışına bıraktım. Masama geri dönerken nedense biraz müzik dinlemek istediğimi hissettim. Şaşırtıcı bir istekti çünkü ben çok nadiren müzik dinlerdim. Sevdiğim şarkılar bile bir elin parmağını geçmezdi. Yine de bu fırsatı kaçırmak istemedim. Bu yüzden de en sevdiğim şarkılardan bir olan Kendi Küçük Gezegenimiz'i dinlemek için eski plak koleksiyonun en başında duran o plağı alıp bir zamanlar babama ait olan pikaba taktım. Eğildim ve aşırı eski bir aile yadigarı olduğu için pikabın iğnesini çok dikkatli bir şekilde yerleştirdim. Hafif bir cızırtı duyuldu. Sonra güzel bir melodi ve en az melodisi kadar güzel olan bir kadın sesi çalışma odamın içini sarıp sarmaladı. Bu, bir aşk şarkısıydı ama bana hiçbir zaman bir aşk şarkısıymış gibi hissettirmemişti. Belki de hiç aşık olmadığım içindi. Yine de seviyordum bu şarkıyı.
Gözlerimi kapatarak notaların kulağımda bıraktığı tadı çıkardım.
Biliyorum, geçmişte başka biriydim.
Belki daha kötü, belki de daha iyi...
Bir hayali yaşamak değildi bu.
Ama bir gün beni gördüğünü söyleyen bir adam tanıdım.
Ve şimdi neler olduğunu bile anlamıyorum.
Sesim şarkıyı söyleyen kadın kadar güzel değildi ama şarkı söylemek için güzel bir sese ihtiyacım olduğunu kim söylemiş zaten? Tanıdık şarkının sözlerini kendi kendime mırıldanarak dalgalı, siyah saçlarımı elime yüzüme gelmesin ya da makine yağına bulanmasına diye dağınık bir topuz yaptım. Oyuncağı tamir etmek için masama geri dönerken dudaklarımı hafif bir gülümseme kapladı. Bazen moralinizi yerine getirmek için tek gereken biraz müziktir. Klişe ama öyle.
Ama bir daha başka biri olabileceğimi sanmıyorum.
Korkularım gitti ve kalp kırıklıklarım da...
Sahip olduklarımla, kendi küçük gezegenimde, kendim olacağım.
Müzikle dans edeceğim...
Bu kısımda kendimi tutamayarak kıkır kıkır güldüm. Aslında dans etmek hiç bana göre bir şey değildi. Makineler üzerinde çalışmaya alışmış olan bedenim pek kıvrak olmadığı için bu konuda gerçekten berbattım ve Peter ile birlikte on yaşında bunu keşfettikten sonra bir daha asla dans etmemiştim. Herkes için en iyisiydi bu çünkü dans ederken çocuğun üstüne düşmüştüm ve o da bileğini burkmuştu. Zavallı Peter, iki hafta boyunca ayağında kocaman bir sargıyla yaşamak zorunda kalmıştı.
Şarkıyı mırıldanmaya devam ederek dört vidayı da gevşettim ve bebeğin iç kapağını açtım sonunda.
Çünkü melodilere bayılırım.
Beni öpmene izin vereceğim, benimle dans etmene de...
Çünkü seni sevmek istiyorum, en mantıksız halinde olsan bile,
Artık biliyorum, yalnızlığımın cevabı sensin.
Bak... Onlar oradalar, bizi seyrediyorlar ve bize ne olduğumuzu soruyorlar.
Sessizlikle boğulabiliriz, dünyaya haykırabiliriz de.
Umursamıyorum, çünkü kimsenin ne olduğumuzu bilmesine gerek yok.
Zaten seninleyken yeryüzü cennet.
Gözler yalan söylemez, derdin.
Gözlerim sadece seni sevdiğimi söylüyor.
Birlikte kendimiz olabiliriz ve bunun için bile durmayabiliriz.
Kendi küçük gezegenimizde her şey mümkün olur.
Sahip olduklarımızla, kendi küçük gezegenimizde, biz olabiliriz.
Bebeğin sorununun tam olarak ne olduğunu anlamam için birkaç dakikamı gözden çıkarmam gerekmişti. Sonuç olarak pek bir şeyi olduğunu söyleyemezdim, yağlanması ve temizlenmesi, çarklarından birinin de değiştirilmesi gerekiyordu. Bir an önce bitirmek için işe koyuldum. Çalışırken zaman algımı kaybettiğimi söylerlerdi, yine öyle oldu; Oyuncağı tamir edip, paslanmış noktalarını yağlarken güneş çoktan okyanusun ötesinde yükselmiş, şehre ilk süzmelerini göndermeye başlamıştı. Bir noktada plak çaların sesi kesildi ve çalışma odamın içinde ağır adım sesleri yankılandı. Kimin geldiğini biliyordum, dönüp bakmadım o yüzden. Özel daireme benden başka giren tek bir kişi vardı; Abraham. Ben küçük bir kız çocuğuyken bile bu malikanede çalışan Abraham, bir kâhya olarak işini fazlasıyla ciddiye alırdı. Her şeyi kusursuz yapar, her zaman insanı rahatsız edecek kadar şık giyinirdi. Yani onu sabahın köründe, üzerine tam olarak oturan kusursuz bir kuyruklu smokinle ve beyaz eldivenleriyle görmek beni hiç şaşırtmadı. Aksine, güldürdü çünkü üzerimdeki büyük beden beyaz gömlekle, topuzumdan çıkıp yanağıma dökülen buklelerle ve ellerime bulaşmış olan makine yağıyla kimse benim bu yaşlı, şık adamın hanımı olduğuma inanmazdı.
"Günaydın, küçük hanım. Döndüğünü görmek çok güzel."
"Günaydın, Abraham. Her zamanki gibi çok..." Onu ağır ağır süzdüm. Ne denirdi ki buna? Rahatsız edecek kadar kusursuz? Nefesimi yavaşça serbest bıraktım. "Şıksın." dedim kibarca. "Sadece meraktan soruyorum, işini her zaman bu kadar ciddiye almak zorunda mısın? Seni bir gün normal bir kıyafetle görmek için para verebilirim."
Gülünce Abraham'ın gözlerinin kenarı kırıştı. Uzun hatlara sahip keskin bir yüzü vardı. Yaşı ilerlediği için tamamen beyazlamış olan saçlarını düzgün bir şekilde taramış ve her zamanki gibi ensesinde at kuyruğu yapmıştı. Oyunbaz bir tavırla eldivenli elini kalbinin tam üzerine bastırarak bana hafif bir reverans yaptı. "Ben sadece sana layık bir kâhya olmaya çalışıyorum küçük hanım, çünkü sen de işini en az benim kadar ciddiye alıyorsun."
"Ama sen benim kadar paspal görünmüyorsun. Keşke ben de sana layık bir hanımefendi olabilsem."
"Bu konu hakkında endişelenme, zaten öylesin." Ahh, bunu demesi ne kadar da tatlıydı! Ama Abraham her zaman çok saygılı ve kibardır, öyle olmasam bile asla öyle olmadığımı söylemez. Bu da çoğu zaman dürüstlüğünden şüphe etmeme neden olur. Hafif gülümsemem ne düşündüğümü belli ediyor olmalı ki, Abraham'da aynı hafif gülümsemeyle itiraz edercesine başını iki yana salladı. Ardından da makine yağıyla kaplı olan ellerimi silmem için yaka cebindeki beyaz mendili çıkarıp uzattı. Yine çok kibar, diye düşündüm kendi kendime. Mendili alıp dünyanın en önemli işiymişçesine avuçlarımı temizlerken Abraham son derece meraklı bir sesle "Bu sabah nereye kayboldun?" diye sordu. Gözleri masanın üzerinde duran, içi açılmış oyuncağın üzerindeydi.
"Almam gereken birkaç şey vardı da."
"Bana söyleseydin ben hallederdim."
"Hadi ama. Beni tanıyorsun, her zaman kendi işimi kendim halletmeyi tercih ederim."
Artık yağla kaplı olan mendili masanın kenarında duran ve yıkanması gereken gömleklerle doldurulmuş kirli sepetinin içine bırakırken Abraham alaycı ama bir o kadar da sevgi dolu bir sesle "Bilmez miyim?" diye gözlerini devirdi. Sonra da masanın üzerindeki bebeğe bir kere daha baktı. "Bu oyuncağın nereden çıktığını sorabilir miyim? Oyuncaklarla oynayacak yaşı geçtiğini zannediyordum." diye lafa girdi. Sonra da yalvarır gibi homurdandı. "Lütfen bana doğru zannettiğimi söyle. Bir kere daha kaldıramam aynı şeyleri." Keyifle güldüm. Sırf bu huyum yüzünden küçükken bu adamın başını belaya sokup durmuştum. Babam bana bakmayı kabul edecek bir bakıcı bulamazdı. O yüzden de Abraham bu görevi üstlenmişti çünkü zaten benimle aynı yaşta olan bir çocuğu vardı ve o da benim gibi annesini doğarken kaybettiği için çocuklara bakmaya alışkındı ama ben Peter gibi akıllı uslu bir çocuk değildim. Tek söyleyebileceğim, küçükken oyuncaklarımla oynamayı severdim ama diğer çocuklar gibi değil. Oyuncaklarımın sistemini değiştirdiğim için pek çok aksilik yaşamıştık. Gerçekten, ağzından sular çıkaran bir bebek, tavana yapışan bir pelüş ayı, aşırı hızlı bir oyuncak tren tahmin ettiğinizden daha tehlikeli şeyler olabiliyorlar.
Neyse ki o zamanlar en büyük suç ortağım olan Peter babasının kırılan kolu, moraran gözleri ya da incinen bilekleri yüzünden beni hiç suçlamamıştı.
Peter'i düşünmek onu ne kadar özlediğimi fark etmemi sağlarken gözlerim bana yolladığı resimlerin ve mektupların dizili olduğu masaya kaydı. Peter benim bu hayattaki tek dostumdu. Abraham'ın çocuğu olduğu için aynı evde, birlikte büyümüştük ama o benim gibi değildi. Yeni icatlarla, makinelerle ilgilenmiyordu. Hayattan tek istediği dünyayı görmekti. Bu yüzden üç yıl önce bir dünya turuna çıkmak üzere, yanında sadece bir çanta ve hayal gücüyle buradan ayrılmıştı. Ona gitmemesi için ölümüne yalvarmam haricinde bunun doğru olmadığını fark ettiğimde onu desteklemeye başlamıştım. Bencillik edemezdim. Peter hayal ettiği şeyin peşinden gidiyordu ve ben onu burada kalıp bana çıraklık yapmaya zorlamak yerine iyi bir arkadaş gibi arkasında durmalıydım. Şimdi ise Peter'in her günü bir maceraydı. Mutluydu. Mektuplarından bunu anlayabiliyordum. Bir gün hava balonuyla uçuyor, ertesi gün gemilerle okyanusları aşıyor, balık tutuyor, yüzüyor, ormanları keşfediyor, yeni insanlar tanıyordu. En son ki mektubu Dreamland'ın yemyeşil bir sahil kasabasında, güneşin ve sahilin keyfini sürerken gelmişti. Bu düşünce beni gülümsetti. Peter'in mutlu olması en çok beni mutlu ederdi, asla yanımda olmayacak olsa bile - çünkü görünen o ki bu gidişle eve dönmeyi falan düşünmüyordu.
"Pek değil." dedi Abraham ama ne hakkında konuştuğumuzu bile unutmuştum. "Cidden Vanessa, nereden buldun bu eski şeyi?"
"Eski değil. Sadece vintage."
"İkisinin ne farkı var ki?"
"Hadi ama, Abraham! Bu retro ve vintagenin aynı olduğunu düşünmek gibi bir şey!" Bunu ona uzun uzun anlatabilirdim ama ne vaktim ne de sabrım vardı. Omuzlarımı silkerek "Boş ver." dedim ve yeniden Jennie'nin oyuncağına bakarken içten bir gülümsemeyle dudaklarım kıvrıldı. "Açıkçası, bu şeyi tamir etmek için çok değerli bir müşteriden yüklü miktarda bir ödeme aldım. Eee? Ne düşünüyorsun?"
"Yeni birileriyle tanışman gerek derken bunu düşünmüyordum. Ve yüklü miktarda ödeme mi? Yargılamak istemiyorum ama kim eski-" Durdu ve devam etmeden önce gözlerini kapatıp kibarca düzeltti. "Vintage bir oyuncak için yüklü miktarda ödeme yapar?"
"İşim insanların parasını neye harcadığını sorgulamak değil, Abraham."
Derin, rahatsız edici bir sessizlik oldu. Ardından Abraham ellerini beline koyarak oyuncağın üzerine eğildi ve başını aşağı yukarı sallayarak, bilmiş bilmiş, "Tamam, anladım. Tek bir pell bile almadın." dedi. Şaşırmadım desem yalan olur. Onun için bu kadar tahmin edilebilir biri miydim yani? Acaba nereden anlamıştı? Bir an bunu ona sormak istedim ama sonra konudan kopmamak için sormaktan vazgeçtim. Sonuçta Abraham beni bebekliğimden beri tanıyordu. Bir noktada ne zaman yalan ne zaman doğru söylediğimi anlamaya başlamış olmalıydı.
Bozularak "Bu bir sorun mu?" diye sordum.
"Değil ama çok fazla çalışıyorsun. Bu bir sorun."
"Faturalar ve maaşlarınız kendi kendini ödemeyecek." dedim kıkırdayarak ama kendimi neşeli olmaya zorladığım her halimden belli oluyordu. Konu tam da istediğim yere gelmişti. Alt dudağımı ısırarak lafa nasıl girsem diye düşündüm. "Bu arada, bu meseleyi seninle konuşmak istiyordum. Çalışanların maaşlarına biraz zam yapmak istiyorum, hesaplamalarla sen ilgilenir misin?" diye başladım.
"Zaten hepsine olması gerekenden kat kat fazla veriyorsun, Vanessa."
"Biliyorum ama sorun Juno," diyerek aşçımızın ismini verdim. Juno, Abraham kadar uzun süredir burada çalışmıyordu ama iyi, kendi halinde bir kadındı. Bir de muhteşem yemekler yapardı. Kocası da en az onun kadar harika bir adamdı. O da burada bahçıvan olarak çalışıyordu, bahçemin her zaman çiçeklerle dolu olmasını ona borçluydum. Gergin gergin parmaklarımla oynamaya başladım. "Bir çocuğu var. Hastaymış galiba. Onun için yapabileceğim tek şey ona para vermek ama sadece ona fazla maaş verirsem diğer çalışanlara haksızlık olur diye korkuyorum. O yüzden hepsine vermek istiyorum. Zaten fonlarım yüzünden harcayamayacağım kadar param var. Biraz zam yapmaktan zarar gelmez ama lütfen bu konu aramızda kalsın."
Juno'nun karşımda kendini mahcup hissetmesindense aşırı bonkör bir işveren olmayı tercih ederdim.
Abraham itiraz edecek bir şey söylemedi, onun yerine sessizce yüzüme uzun uzun baktı ve neredeyse kızıyla gurur duyan bir babanın ifadesiyle çenemi nazikçe yukarı kaldırıp "Günden güne ona daha çok benzediğini biliyor musun?" diye sordu. "Burada olsaydı seninle gurur duyardı."
Gülümsedim sadece.
Kimden bahsettiğini biliyordum.
Babamdan...
Peter, Abraham ve babam hayatımın bir parçası olsa da hepimiz doğduğumuz andan itibaren yalnızız. Bunu ilk fark ettiğimde on dört yaşında bir çocuktum. Babamı son gördüğümde de on dört yaşında bir çocuktum. Her ne kadar Abraham babamın yokluğunu hissettirmemek için elinden geleni yapsa da o benim gerçek babam değildi ve 'baba' kavramı altı yıldır hayatımda bir boşluktan ibaretti. Bazı zamanlar onu daha az özlüyor, daha az hatırlıyor olsam da o boşluğu hiçbir şeyle dolduramıyordum. Annemi özlemiyordum çünkü ben doğarken ölmüştü ve babam onun mükemmel bir kadın olduğunu söylese de onu tanıma fırsatım olmamıştı. Hiç tanımadığınız, bilmediğiniz birini özleyemezdiniz ama babamla olmanın nasıl bir his olduğunu biliyordum, tatmıştım. Bu yüzden onsuzluk canımı yakıyordu. Şimdi bile gidişinin görüntüsü kafamın içindeydi, dokunulmamış bir şekilde tam orada duruyordu. En acısı ise öldüğünü biliyordum çünkü yaşıyor olsaydı ne durumda olursa olsun beni görmek için geri dönerdi.
"Herkesin benim garip olduğumu düşünmesi umurunda olmaz mıydı?"
Abraham kaşlarını hızla çatarak elini çenemden çekti. "Neden böyle söyledin?" dedi gerçekten şaşkın bir sesle.
"Bilmem." diye mırıldandım. Parmaklarımı ucuyla bebeğin vidalarını açmak için kullandığım tornavidaya dokundum. Utana sıkıla söyledim. "Yani... Bilirsin... Çoğu kadın tornavida yerine mücevherleri tercih ederdi."
"Yani, ne olmuş? Çoğu kadın da senin kadar para kazanmıyor. Bazen olduğumuz insan olmak istediğimiz insandan kilometrelerce uzakta olabiliyor ama bu senin için geçerli değil. Sen zeki, yetenekli, cömert ve iyi kalplisin. Hem bana sorarsan bu şehirde ayda elli bin pell alan tek kâhya benim ve bundan da hiç mi hiç şikayetçi değilim." Dediği şey beni hafifçe güldürdü. Şey, cömert olduğum kısmına pek itiraz edemeyecektim. Gülümsemem Abraham'ı rahatlattı ve ifadesi yumuşarken "Gözünü her zaman yükseklere dik, Venassa... Ait olduğun yer orası." diye hatırlattı.
"İnanılmaz bir ikna yeteneğin var, Abraham."
"Sadece yapabildiklerini küçümseme, olur mu? Bu kendine haksızlık etmek olur. Ayrıca yanağındaki makine yağını da silsen iyi olur. Ve bir sakinleştirici al. Buna ihtiyacın olacak. Aşağıda bir misafir bekliyor seni."
"Misafir mi? Kim? Önemli biri mi?"
"Meclis başkanı."
"Ah, olamaz." diye yakınarak gözlerimi kapattım.
Başkan, fonlarımım büyük bir kısmını karşılıyor olabilirdi ama hayatımda gördüğüm en, en, en, en... Tuhaf adamdı.
Abraham ifademe kıkır kıkır güldü. "Daha kötüsü de olabilirdi, Vanessa."
"Daha kötüsü nasıl olabilir?"
"Gelen kuzenin de olabilirdi, değil mi?"
Haklıydı. Kuzenim başkandan da beterdi. Yaşına göre hiç olgunlaşmamış, şımarık bir kadın olmasının yanı sıra sürekli bana laf sokup dururdu. Abraham bana onun beni kıskandığını söylüyordu ama bu bana hiç mantıklı gelmiyordu. Babam için aynısı geçerli değilse de amcam gençliğinde zengin bir adamın kızıyla evlenmişti ve şimdi de hatırı sayılır bir zenginliğe sahipti. Kuzenim de bu yüzden hayatı boyunca rahatlık içinde yaşamıştı. Hayatı boyunca çalışmamıştı. Su içmek istediğinde bile suyunu hizmetçileri getirirdi. Sonuçta da şu an şehrin en zengin adamlarından birinin oğluyla nişanlıydı, ki nişanlısının parasıyla caka satmaktan başka bir şey bilmeyen hödüğün teki olduğunu düşünüyordum. Oysa ben elde ettiğim şeyi elde etmek için çok çalışmıştım. İçimden bir ses 'Belki de sorun tam olarak budur?' diye fısıldadı. Kendi paramı kazanıyor olmam mı rahatsız ediyordu kuzenimi? Her ne olursa olsun, sürekli laf atıp durması yüzünden onu evime davet edesim gelmiyordu ama bunu yapmak kabalık olacağı için ayda bir kendimi zorlayarak onu yemeğe davet ediyor, tüm gece dişlerimi ve yumruklarımı sıktığım bir yemekten ve sohbetten sonra 'Bir ay daha bu kadını görmeyeceğim için o kadar mutluyum ki!' diye düşünüyordum.
Suratımı asıp yanağımdaki makine yağını gömleğimin koluyla silerken, Abraham "Geç kalma. Biliyorsun ki başkan bekletilmekten hiç hoşlanmıyor." diyerek bir anımsatma yaptı. Sonra da kapıyı kapatıp beni tamamen yalnız bıraktı. Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tutarken ciğerlerime derin bir nefes çektim ve gerçekten de bir sakinleştiriciye ihtiyacım olacağını düşündüm.