?5.BÖLÜM: GLADYATÖR DAMİEN

3502 Words
İçeride beni tam olarak neyin beklediğini bilmemek kalbimin dakikada bin kere atmasına neden oluyordu ve kulaklarımda gümleyen kalp atışlarım yüzünden doğru düzgün düşünemediğim için kendimi hiçbir şeye de hazırlayamıyordum. Artık hediyemin vahşi bir hayvan olmadığını anlamıştım ama böyle berbat bir yerden nasıl bir hediye çıkardı ki? Merakım depreşirken bunu Başkan Eugine'e sormak için can attığımı hissettim. Dudaklarımı araladım ama hissettiğim gerginlik yüzünden sesim çıkmadı. Ben de vazgeçtim. Bu her neyse, öğrenmek istemeyeceğim bir şey olduğunu bildiğim için bu durumu olabildiğince geciktirmeye karar vermiştim. Ne kadar geç, o kadar iyi. Tam bir korkaktım. Ama konuşmayı unutmuş bir geri zekalı gibi davranmam bir yana burası gerçekten... Meraklı gözlerimi etrafta dolaştırdım... İlginç bir yerdi. Kubbe şeklinde, eski tarz süslemelerle dolu yüksek tavan bir yana, odanın iç tasarımı da öyle genişti ki, rahatça yüz insan sığardı. Yine de içeride sadece beş adam vardı. Hiçbirini de daha önce görmemiştim. Bir tanesi mavi bir fular ile kolsuz bir yelek giyen şık giyinimli bir beyefendiydi ve fular takan adamın yanında da uzun boylu, zayıf bir adam daha duruyordu. Zayıf olanın hem gülünç hem de ürkütücü bir tipi vardı. Saçları çok ama çok kısa kestiği için küpelerle dolu kulakları, açık renk kaşları ve iri, ela gözleri ortaya çıkmıştı. Geri kalan heriflerin hepsi de gömlek ve eskimiş pantolonlar giyen aşırı kaslı, suratsız adamlardı. Geldiğimizi ilk fark eden mavi fular takan beyefendinin yanında duran uzun boylu, zayıf adam oldu. Daha doğrusu, Başkan Eugine'i... Ben onun yanında o kadar da önemli biri değildim. "Ah, Başkan Eugine! Hoş geldiniz, efendim. Biz de sizi bekliyorduk." Ses tonundan bu adamın 'David' olduğunu anladım. Başkan Eugine, David'e soğuk bir baş selamıyla karşılık verirken şık giyinimli adam da bizi fark etti ve zarif hareketlerle bize doğru yürüdü. Aralarında resmi bir ilişki olmasına rağmen Başkan Eugine ile iyi anlaşıyor gibiydiler. İkisi konuşurken ufalıp yok olmak istercesine sessizliğimi korudum ama elbette adam beni fark etti ve hafif bir gülümsemeyle siyah, deri eldivenle kaplı elini bana uzattı. "Arthur Montgomery," diyerek kendini tanıttığında mecburen elini sıkmak için elimi uzattım. Bir yandan da adamı inceledim. Kırklı yaşlarının başında görülüyordu. Uzun, keskin hatlara sahip bir yüzü, top sakalı, bir de düzgün bir şekilde başının arkasına doğru taranmış siyah saçları vardı. Hafif bir çekikliği olan buz mavisi gözlerinin kenarları kırışmıştı ve gözlerindeki kurnaz ifade adamı çekinilecek biri gibi gösteriyordu; ya da sesi. Surat asmamak için kendimi zor tutuyordum çünkü gür, kaba ses tonundan bunun az önce bağıran adam olduğunu anlamıştım. "Vanessa Born." dedim. "Seninle tanışmak bir zevk, Vanessa." Adamın elimi tutuşu az önceki tavrına nazaran ne kadar da kibardı. Başkan Eugine, diğerlerini yok sayarak Arthur'un duyabileceği kadar alçak bir sesle konuştu. "Sana daha önce Vanessa'dan bahsetmiştim. Hatırlıyor musun? Arenadaydık?" Arthur, mavi gözlerinin süslediği kaşlarını merakla havaya kaldırdı. Eldivenli elinin elimin üzerinde hafifçe sıkılaştığını hissettim, beni şaşkın bakışlarıyla baştan aşağı süzdü. Başkan Eugine, adamın şaşkınlığından duyduğu o büyük keyifle konuşmaya devam ederken ceketin yakalarını çekiştirdi. "İnan ya da inanma, bu görüp görebileceğin en iyi makinisttir." "Ah," Arthur'da güldü. "Sen bir kadınsın!" Ah, hayır. Yine mi? Zaten canım olanlar yüzünden sıkkındı, bu kısımda homurdanmadan edemedim. "Bu pek hoş bir tepki değildi şimdi." diyerek iç geçirdim, bu tepkiye alışmıştım aslında ama aynı gün içinde iki defa olması can sıkıcıydı gerçekten... Arthur, "Pardon." diyerek gülmeyi kesti, en azından kesmeye çalıştı. Elini elimden çekip başını iki yana sallarken dudaklarındaki kıvrım hâlâ yok olmamıştı. "Beni hazırlıksız yakaladınız. Sizin bir kadın olduğunuzu bilmiyordum." "Vanessa adının bir erkeğe ait olduğunu mu düşündünüz?" "Aslında babanızın tuhaf bir isim anlayışı olduğunu düşündüm." Gözlerimi Arthur adındaki adamdan kaçırırken babamı düşünmemeye çalıştım çünkü bu kalbimi kırıyordu. David'de aynı şaşkın ifadeyle bana bakıyordu ama göz göze gelince hissettiği şaşkınlıktan utanmış olmalı ki, kıpkırmızı kesildi ve mahcup bir ifadeyle bakışlarını duvara sabitledi. Diğer adamlar ise odanın karşı tarafında sessizce duruyorlardı ve içimden bir ses bu adamların emir kulu olduğunu söylüyordu çünkü doğruca Arthur'a bakıyorlardı ve tek kelime etmiyorlardı. Bir kere daha iç geçirerek ve buradan bir an önce gitmek istediğimi düşünerek kolumu ovuşturdum. Başımı biraz sola çevirdim. Sonra gözlerim... Onu buldu. Bakışlarım merakla durgunlaştı ve istemsiz bir biçimde doğrulurken soğuk bir hissin damarlarımda dolaştığını hissettim. Aslında bu komikti çünkü o ana kadar onun varlığını fark etmemiş olmam nasıl mümkün olabilirdi? Burada beş adam değil, altı adam vardı. Altıncısı emir kulu olduğunu düşündüğüm o üç adamın arkasında, yerde duruyordu. İlk fark ettiğim şey adamın yarı çıplak olduğuydu. Ciddiyim. Yarı çıplaktı. Üzerinde sadece siyah, kumaş bir pantolon vardı ve... Ah... Vay canına... Adamın geniş göğsüne ve kalemle çizilmiş gibi duran karın kaslarına bakarken dudaklarım hafifçe aralandı. Mükemmel, sağlıklı bir bedendi bu ama berbat bir haldeydi. Göğsünde, omuzlarında ve kollarında darbe, yanık ve beyaz teninde hemen belli olan pembe izler vardı. Sonra zincirleri fark ettim. Duvara sabitlenmiş olan kalın, paslı zincirlerin prangaları deri kayışlarla adamın bileklerine sabitlenmişti. Tek dizini karnına doğru çekmişti ve diğer bacağını da öne uzatmıştı. Prangalı eli dizinin üzerinden sarkıyordu. Duruşuna rağmen aşırı uzun olduğunu görebiliyordum, en az bir doksan olduğuna emindim. Yüzünün nasıl olduğunu merak ederken bakışlarım kuzeye yöneldi. Yüzü, tavandaki ışıklandırmalar yüzünden loş bir ışığın altında yıkandığı için tam olarak neye benzediğini görebildim. Genç bir adamdı. Boynunda da duvardaki paslı zincirlere bağlı olan siyah, metal bir tasma vardı. Kirpiklerin gölgesi yanağına düştüğü için gözlerinin rengini göremiyordum ama alnına dökülen dağınık saçlarının ne kadar koyu olduğunu görebiliyordum. O kadar koyuydular ki, yer yer laciverte çalıyordu. Nihayet gözlerini kaldırdı ve ben yırtıcı ifadesini yoğunlaştıran gözlerinin de aynı lacivertlikte olduğunu gördüm. Bedenindeki yaralar yüzünden olsa gerek, yüzlerce maraton koşmuş gibi hızlı nefes alıyordu ve elmacık kemiğinde de yakışıklılığından hiçbir şey götürmeyen hafif bir çizik izi vardı. Bana sadece bir saniye baktı. Bedenini hiç kıpırdatmadan siyah kirpiklerin çevrelediği lacivert gözlerini yanımda duran Arthur'a kaydırdı. Avına doğru yaklaşan dev, vahşi bir kedi gözlerimin önüne gelirken sersem bir halde ona bakmaya devam ediyordum. Beynimin içinde daha şimdiden binlerce soru dönüyordu. Kimdi bu adam? Neden onu bir hayvanı zapt etmeye çalışır gibi zincirlemişlerdi? Ve bedenindeki izlerin ne kadar taze olduğunu görebiliyordum. Gerçeği algılamak hiç o an olduğu kadar kolay olmamıştı, bu adamlar onu dövüyorlardı. Arthur, zincirlerle bağlanmış adama merakla baktığımı görünce "Oldukça ünlü, değil mi?" diyerek eldivenli ellerini birbirine sürttü. "Gladyatör Damien." derken sesinin altında bastırmaya bile gerek görmediği bir tiksinti vardı. Daha da afalladım. "Gladyatör mü?" diye yineledim çünkü daha önce hiç gladyatör görmemiştim. "En iyisi hem de." diyen Başkan Eugine şaşkın tepkimden müthiş bir keyif alarak yüksek sesle güldü ve sanki beni kan tuttuğunu ya da şiddetten ne kadar nefret ettiğimi bilmiyormuş gibi konuştu. "Söylenene göre girdiği hiçbir dövüşü kaybetmiyormuş. Eğer benimle arenaya gelmeyi kabul etseydin ne kadar iyi olduğunu görme şansın olurdu... Ama neden her yeri yara bere içinde? Ona iyi bakmanızı söylemiştim, David." David bir açıklaması olmadığı için endişeyle alt dudağını ısırırken Arthur rahat bir tavırla "Öyle olması gerekti." dedi. Başkan Eugine, ne olursa olsun sözünün dinlenmemesine sinirlenerek "Neden?" diye sordu ve içimden iyi bir bahane bulmazsa eğer Başkan Eugine'nin Arthur'u canlı canlı haşlayacağını düşündüm. "İyi bir dövüşçü olabilir ama daha iyisini yapmayı bilmeli. Bu sürüngen ustalarına nasıl davranması gerektiğini bilmiyor. Onu terbiye etmem için bana gönderdiler. Ben de bir köle taciri olarak işimi yapıyorum, efendim. Her zaman kim ne yaptıysa karşılığını almalı." Bunları duymak içimin burkulmasına neden oldu ve Damien'a bakmayı deli gibi istesem de bunu yapmaya cesaret bulamadım. Acı ama gerçek. Benim dünyamda özgürlük hak edilen bir şey değildir; Verilen bir şeydir. Bir lütuftur. Kıymetlidir. Hayattaki en değerli şeyler gibi, onu da satın alamazsın. Bir kez tutsaksan, hep tutsaksındır; Bir kez köleysen hep kölesindir. Yasalara göre kölelerin hakları bile yok. Biriyle evlenemezler. Bir yere seyahat edemezler. Hayat güvenlikleri olmasa bile kimsenin umurunda olmaz ve sahibi istese bile - ki bu çok nadirdir,- asla özgür olamazlar; Asla. Köşeden yükselen öfke dolu hırıltı kulaklarıma ulaşınca bir ürperti omurgamdan aşağı sürünerek yüzümü buruşturmama neden oldu; Başkan Eugine ise benim tam aksime tepki verdi ve neşeyle gülmeye başladı. Bu gece keyfi gerçekten yerindeydi. "Cezalandırma yöntemlerin pek işe yaramıyor gibi. Hâlâ bir kaplan kadar öfkeli görünüyor." "Sadece inatçı bir piç. Fazladan birkaç güne ihtiyacım olacak. Siz neden buradaydınız, efendim?" Bu noktada dayanamadım ve Başkan Eugine'e meraklı bir bakış attım. Bir an önce buradan gitmek istediğimi hissederken "Evet. Gerçekten, neden getirdin beni buraya?" diye sordum. Yani birinin dövülüşünü izlemenin beni ne kadar rahatsız edeceğini bilmesi dışında... "Hediyeni göstermek istedim." Ben ona bakarken Başkan Eugine'de Damien'a bakıyordu. Bekle. Neden Damien'a bakıyordu? "Anlamadım?" dedim hafiften üzerime gelen bir panikle. Yoksa? "Duydun beni. O senin. Onu senin için satın aldım. Neredeyse bir servete mâl oldu." HAYIR! HAYIR! HAYIR! HAYIR! HAYIR! HAYIR... BİNLERCE, MİLYONLARCA KERE HAYIR! Vahşi bir hayvanı bile tercih ederdim ama bir insanı hediye olarak alma düşüncesi çok... Çok, çok uygunsuzdu. "Yine ne tür bir oyun oynuyorsun benimle?" "Oyun falan yok canım. Bu bir hediye. Hem de oldukça pahalı bir hediye. Beğendin mi?" Benimle dalga geçiyordu kesinlikle! Bana bir gladyatör mü hediye ediyordu? Bir köle? Beni tanımak için hiç mi vakit ayırmamıştı? Arthur, yaka cebinden bir puro çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirdi ve ceplerini karıştırıp çakmağını ararken "Normalde müzayedeye çıkardı ama herhalde kimse başkandan daha fazla ücret veremez." diye alay etti. "Bu... Ama..." Dilim tutulmuştu adeta. O ana dek sessizliğini koruyan David tedirgin bir şekilde ellerini ovuşturarak "Efendim," dedi. Bize doğru bir adım atarken istediği gibi Başkan Eugine'nin dikkatini üzerine çekmişti. "İtiraz ettiğim için beni bağışlayın ama Damien ona verdiğiniz paradan daha büyük bir sorun anlamına gelebilir." "Daha açık ol." "Nazik bir hanımefendi için hiç de uygun bir hediye değil. Belli ki bilmiyorsunuz ama son efendisinin kolunu kırdığı için burada." Ah, hayır... "K-Kolunu mı kırdı?" diye kekeledim. "Bence küçük hanım için başka bir hediye bulmalısınız." Zavallı David, Başkan Eugine'i vazgeçirmenin bir yolunun olduğunu mu sanıyordu? Başkan Eugine, "O halde onu nazik bir hanımefendi için uygun bir hediye hâline getir." diyerek Arthur'a emir verince Arthur'un yöntemlerini az çok anladığım için endişem katlanarak arttı. Öyle olmamasına rağmen sanki tüm bu durum benim hatammış gibi hissediyordum. İtiraz etmek, hediyesini istemediğimi söylemek için derin bir nefes aldım ama Başkan Eugine bana konuşma fırsatı bile vermeden yürümeye başladı. Onun Damien'a doğru yürüdüğünü görünce yüreğim ağzıma geldi. Başkan Eugine iyi bir başkan olabilirdi ama çok kibirli bir adamdı. Özellikle de kendine denk görmediği kişilere karşı. Damien'ın önüne geldiğinde onu saçlarından kabaca tuttu ve çekip yüzünü kaldırarak gözlerinin içine baktı. Tutuşu sertti, özellikle Damien'ın canını yakmak istiyor gibiydi ve yüzünde de uğursuz bir gülümseme vardı. Damien ise neler olduğunu anlamadığı için kaşlarını çatmış, anlamayan gözlerle Başkan Eugine'ne bakıyordu. "Şanslı günündesin, sürüngen. Seni bu köle tacirinin elinden alıyorum. Artık ülkedeki en asil kadına ait olacaksın. Terfi için tebrikler." Odaya bir anda sessizlik çöktü. Başkanın dediği şeyi gerçekten demeye cüret ettiğine inanamıyordum. Arthur bile yanımda huzursuzca kıpırdandı. Nazikçe araya girdi. "Efendim, böldüğüm için bağışlayın ama ona o şekilde dokunmayın. Damien-" dediği anda Damien Başkan Eugine'nin karnına öyle bir yumruğunu geçirdi ki, adamın uzun süre karın ağrısı çekeceğine emindim. Zaten darbenin şiddetiyle dengesini kaybederek kalçasının üzerine düştü. Aman Tanrım! Ona vurmuştu! Ona gerçekten vurmuştu! Daha önce kimsenin Başkan Eugine'ne bunu yaptığına şahit olmamıştım. Yani, evet. Arada sırada ona bir tokat atmak isterdim ama bunun olduğunu görmek bambaşka bir şeydi. Damien'a bakarken yüzümdeki tüm kan çekildi. Kaşlarını çatmış, doğrudan başkana bakıyordu. O gözlerde bir şey vardı. Öyle nefret doluydu ki! Daha önce kimsenin kimseye böyle baktığını görmemiştim. Sonra ilk kez onun sesini duydum. Güzel bir sesi vardı ama bu ses derin bir hiddetle kirlenmişti. "Ben lanet olası bir hediye değilim!" dedi Başkan Eugine'ne. Damien. Bu ismin ne anlama geldiğini düşününce kahkaha atacak gibi oldum. Tatlı. Zararsız. Evcilleşmiş. Arthur, "Seni kahrolası piç! Meclis başkanına ne cüretle vurursun!" diye gürledi. Sonra da öfkeyle "Felix!" dedi. Felix, iri yarı üç adamdan biriydi ve ellerinden birinde ucundan mavi kıvılcımlar saçan bir sopa tutuyordu. Elektriğin cazırdadığını duyarken bunun bir tür şok cihazı olduğunu anladım. Midem sertçe kasıldı ve duruma engel olacak bir şey diyemeden Felix sopayı Damien'ın karnına doğru savurdu. Damien hızla kolunu kaldırdı ve sopayı ucundan tuttu. Kollarındaki adaleler gerildi. Mavi kıvılcımlar saçan elektrik ona çarpmadan önce sopayı çok daha kuvvetli bir şekilde geri savurdu. Sopanın diğer ağzı Felix'in çenesine çarptı ve adam acıyla gerilerken ağzından kan süzüldü. Galiba Damien çenesini kırmıştı. Diğer adamın elinde de bir elektrikli sopa vardı. Damien'in dikkatinin dağılmasından yararlanan adam sopanın korkunç bir elektrik saçan ucunu Damien'in sırtının ortasına bastırdı. Mavi ışık korkunç bir şekilde Damien'nın sırtında patladı. Darbe yüzünden mi yoksa tenine çarpan elektrik yüzünden mi bilmem, Damien'nın nefesi kesildi. Yüzünün bir an acıdan katılaştığını gördüm. Omzunu duvara yaslarken sertçe öksürdü ve nefes nefese kalarak solurken bileğini tutan zincirler şıngırdadı. Sonra dişlerinin arasından öfkeyle hırladı. "Tanrı'ya yemin ederim, bir gün senin de kolunu kıracağım." dedi ve ona bakmıyor olsa da bunu emri veren Arthur'a dediğini anladım... "Böyle devam et." dedi Arthur keyifle. "Bu hırçınlık seni fazla yaşatmayacak ve eminim ki sonun da bu odada, benim elimden olacak." Damien, kollarından birini hafifçe kaldırıp bileklerinden sarkan zincirleri gösterdi. "O halde neden bunları çözmüyorsun? Bu kadar korkak olma. Sen ve ben en iyi arkadaş oluruz." deyince şaşkınlık dolu bir nida kaçtı dudaklarımdan. Arthur'u bilerek kızdırmak istiyorsa eğer başarıyordu çünkü adam öfkeden kudurmak üzereydi. "Dediğimi düzeltiyorum, yapacağız..." Ne yapacağını tahmin bile etmek istemiyordum. Bu kadar öfke ve şiddet bana fazlaydı, bir şekilde burada olanlara engel olmalıydım. "Lütfen," diyerek dikkatini çekmek Arthur'un kolunun üst tarafına hafifçe dokundum. İşe yaradı. Bana baktı. "Buna bir son verin." Elimden geldiğince uysal olmaya çalışıyordum ama adam beni dinlemeyecek kadar öfkeli görünüyordu. "Üzgünüm ama ben sizden emir almıyorum, hanımefendi." Arthur'u ikna etmenin imkânsız olduğunu anlayınca Başkan Eugine'e döndüm. David toparlanmasına yardım ederken acıyla kıvranıyor, karnını tutuyordu. "Hadi ama. O benim değil mi? Onunla istediğimi yapamaz mıyım?" diye sorarak durumu onların anladığı dilden idare etmeye çalıştım. Başkan Eugine öne eğilerek acı acı inledi. Damien ona hayli sert bir şekilde vurmuştu, gerçi o da onu kışkırtmıştı... Başkan Eugine kendini toparladığında bile zar zor konuşabiliyordu. Boğuk bir sesle "Henüz değil, Vanessa." dedi ve nefesi yetmeyince birkaç kere öksürdü. Gerçekten iyi bir karın ağrısı çekecek, diye düşündüm ve Abraham'a nasıl kaba davrandığını düşününce onun adına pek de üzülemedim. "Emin ol, o güzel boynunun yerinde kalmasını istiyorsan bu köleyi bu halde almak istemezsin. Birkaç gün sabret. Onu her dediğini yapacak hâle getireceklerdir." "Buna gerçekten gerek var mı?" diye huysuzlandım. Çünkü bu tamamen... İnsanlıktan uzaktı. "Evet, var." diye karşılık veren Arthur sakinleşmeye çalışıyormuş gibi boynunu ovuşturup gözlerini yumarak dişlerini birbirine bastırdı. Az önce yaşananlar yüzünden alnındaki o mavi damar iyice ortaya çıkmıştı. Bana döndü ve sabırla açıklamaya çalıştı. "Başkana ya da efendisine vurmaya cüret eden bir kölenin ortalıkta dolaşmasına izin veremeyiz, hanımefendi. Söylentiler yayılır. Ayrıca onu cezalandırmazsak size de kötü davranır." Sanki onu hediye olarak kabul etmişim gibi konuşmaları ne kadar da sinir bozucuydu! Ne hissetmem gerektiğinden emin değildim ama hissettiğim şeyin ne olduğundan emindim; Derin bir öfke. Daha berbat bir hediye olabilir miydi acaba? Gözlerim tereddütle Damien'a kaydı ve bedenine çarpan elektrik yüzünden hâlâ acı çektiğini gördüm. Nefes alışverişleri düzensizdi ve omuzlarındaki tüm kaslar spazmlar eşliğinde kasılıyordu. Bu da akımın sandığımdan güçlü olduğunu gösteriyordu. Bu cihazların akımları 20 Volttan 40 Volta kadar ayarlanabiliyordu ama içimden bir ses Arthur'un dozu en yükseğe çıkardığını söylüyordu. Damien'a yaklaşmamam gerektiğini biliyordum ama kimseyi acı çekerken görmeye katlanamazdım. Ona doğru yürümeye başlarken Arthur'un arkamdan "Yerinde olsam ona fazla yaklaşmazdım. Sırf güzel bir yüzün var diye sana farklı davranmaz." diye beni uyardığını duydum. Bana da vurur muydu emin değildim ama onu kışkırtmak gibi bir niyetim olmadığı için bunu yapmayacağını umuyordum. Ben yaklaştıkça Damien'ın nefes alıp verişleri hızlandı, kaslarla ve yaralarla kaplı çıplak göğsünün nasıl inip kalktığını görebiliyordum. Güçlü bacaklarına, mükemmel şekilde oyulmuş karın kaslarına ve yüzüne baktım. Çok uzun ve oldukça yakışıklıydı. Bakışlarında insani bir duygu aradım ama hiçbir şey yoktu. Sanki bir resme, bir heykele bakıyordum. Önünde tek dizimin üzerine çöktüm ve belirgin bir merakla yerdeki paslı zincirlere dokunup inceledim. Bu odada özgürlük bir ayrıcalıktı. Bu durum karşısında üzülmekten başka bir şey elimden gelmediği için hüzünlü gözlerimi Damien'ın yüzüne tırmandırdım. Önünde tek dizimin üzerine çöktüğüm için yüzlerimiz şimdi aynı hizadaydı. Bana olan bakışları sert ve anlaşılmazdı. Gözlerim yanağındaki kesiğe kayınca içim sızladı ve yarasını kontrol etmek istedim çünkü ben aptalın önde gideniydim! "Yaralanmışsın." diyerek parmak uçlarımı gladyatörün elmacık kemiğine uzatırken hiç düşünmemiştim. Aynı anda Damien kolunu kaldırdı ve çekik gibi güçlü olan parmaklarıyla ince bileğimi kabaca kavrayıp gözlerimin içine baktı. Tutuşu öyle güçlüydü ki, parmaklarım ve yüzü arasında sadece birkaç santim olmasına rağmen elimi ne ileri götürebiliyor ne de geri çekebiliyordum. O an gözlerini net bir şekilde görebildim. Bakışları ateş gibiydi. Çelik gibi sert olan lacivert tonu beni şaşırttı. Öfkesi ve beni hiç tanımıyor olmasına rağmen bana karşı hissettiği nefret başımı döndürürken Damien yüzünü yüzüme hafifçe yaklaştırdı ve lacivert gözlerinde canlanan dipsiz bir kinle konuştu. "Bana. Sakın. Dokunma." Tanıdık, güzel bir tını gibi kulaklarım sesine alışırken harflerinden damlayan nefret tenimi ürpertti. Bana söylediği ilk şeyin 'bu' olduğuna inanamıyordum. Gözlerim iri iri açıldı ve bileğimi elinden çekmeye, kurtarmaya çalıştım ama öyle güçlüydü ki... Damien bileğimi bırakmadan beni şaşırtan bir nefretle, gözünü bile kırpmadan bana bakmaya devam ediyordu. Bakışları beni sindirirken gözlerim bir an Damien'ın bileğimi tutan parmaklarının altına, bileğine işlenmiş olan kelebek simgesine dokundu; Aidiyet damgası. Dehşete kapılarak "Ne yapıyorsun? Gitmeme izin ver." diye fısıldadım. Bir an derin bir korku kapladı her yerimi. Bana da vurur muydu? Çünkü bana vuracak olsa kendimi uzun bir süre toparlayamayacağımdan emindim. "Bırak." dedim cılız bir sesle. "Efendinin dediğini yapmazsan işler senin için çirkinleşecek, sürüngen." diye sakin bir sesle konuştu Arthur ve ne kadar ciddi olduğunu göstermek için kollarını göğsünde kavuşturdu. "Bırak onu hemen." Damien'nın gözleri korkunç bir ifadeyle gölgelendi. Bir an sırf Arthur'u gıcık etmek için bileğimi kıracak falan sandım çünkü yapmak istese yapardı ama sonra nefret dolu ifadesi sakinleşti ve duygusuz bir hâle büründü. İsteksizce beni bıraktı. Zincirli eli yeniden dizinin üzerine düştü. Bileğimi göğsüme bastırdım ve sanki vahşi bir hayvandan kaçıyormuş gibi korkarak geriledim, Damien'dan uzaklaştım. Başkan Eugine omzuma dokundu. "Hadi gidelim, bu pis oda senin kadar tatlı bir hanımefendi için yeterince iyi değil." Merakla "Ya ona ne olacak?" diye sordum. Damien'a bakmayı reddetsem de ve az önce ödümü koparmış olsa da onu burada, bu adamların eline bırakma konusunda hâlâ isteksizdim. Arthur, parmaklarını çene hattındaki sakallarda gezdirirken bana çarpık bir şekilde gülümsedi. "Merak etmeyin, Bayan Born. Damien ve ben en iyi arkadaşlar olacağız. Birkaç gün sonra onu evinize gönderirim. Hem Damien'da senin gibi bir hanımefendinin bunu görmesini istemez." derken beni rahatlatmak istiyor gibiydi ama dediği şey beni rahatlatabilecek bir şey değildi. Yine de Başkan Eugine odadan çıkarken onu takip etmekten başka seçeneğim yoktu. Ne de olsa beni evime götürebilecek tek kişi oydu. Ayrıca ne dersem diyeyim, bu adamlar beni dinlemezlerdi. Kapı ardımızdan kapanırken Arthur'un en son "Devam edin, çocuklar. Felix, sen de git çeneni birine göster. Galiba kırdı." dediğini duydum ve seslere kulaklarımı tıkamak istediğim için Başkan Eugine'nin yanında hızlı hızlı yürüdüm. Asansöre binerken bu defa o yaşlı adam yanımızda yoktu. Biz o odaya girdikten sonra gözden kaybolmuştu ve açıkçası nerede olduğu da umurumda değildi. Başkan Eugine üzerinde '0' yazan düğmeye basarken asansörün kapıları gıcırdayarak kapandı. Damien'ın tuttuğu bileğime dokunurken olanları hatırladım. Öfkeme daha fazla hâkim olamadım ve hâlâ karnını ovan Başkan Eugine'ne çıkıştım. "Tanrı aşkına! Çok tuhafsın! Bir köle istediğimi sana düşündüren de ne?" Ona azar çekmem hoşuna gitmiş gibi başını arkaya atarak bir kahkaha attı. "Ah, ama o yüz ifadeni görmeye kesinlikle değerdi. Uzun süredir bu kadar eğlenmemiştim." derken ben de içimden 'Uzun süredir bu kadar rahatsız olmamıştım!' diye geçirdim. "Sen kafayı yemişsin! Onu müzayedeye hemen geri ver! Böyle bir hediye istemiyorum!" "Hemen karar verme, Vanessa." derken beni ikna etmeye çalışır gibi sesini yumuşatmıştı. "Bir düşün bunu. Damien yeraltı şehrinin en değerli kölesi, girdiği hiçbir dövüşü kaybetmedi ve bende o sürüngene senin için küçük çaplı bir servet ödedim." "Neden?" diye sordum. Sanki ondan pahalı bir hediye istemiştim! Bana üç pellik bir şans bileziği alsa daha memnun olurdum... "Çünkü ben cimri değilim. Sen bu şehirdeki en zeki kadınsın. Sana sana layık bir hediye vermeliyim." Ama bu beni mahvedecek gibi hissediyorum. "Ama onunla ne yapacağımı bile bilmiyorum! Daha önce hiç kölem olmadı ki benim." "Onunla her şeyi yapabilirsin, Vanessa. Arenada dövüştürebilirsin, ayak işlerini yaptırabilirsin, geceleri yatağını ısıtmak için kullanabilirsin." derken imâlı bir şekilde gülümseyip bana yan yan baktı ve dediği son şey beni utandırdı. Yanaklarım alev alırken 'Umarım başkan ne kadar kızardığımı fark etmemiştir!' diye geçirdim içimden, bir de bununla dalga geçmesine katlanamazdım doğrusu. "Önünde bir sürü seçenek var. Onunla ne yapacağın sana kalmış." "Ben... Hayır. Öyle bir hediye istemiyorum." "Canını sıkarsa onu istediğin an yeraltı şehrine satabilirsin." "Onu satmak da istemiyorum." Omuzlarını silkti ve neredeyse masum diye adlandırabileceğim bir sesle "O zaman onu ben alırım." dedi. "Ne de olsa bana bayağı paraya mâl oldu. Zaten bana vurduğu için onun iyi bir canını okumak istiyordum." diye devam ederken yumruklarını iki yanında sıkıyordu. Amacının beni Damien'ı almam için kışkırtmak mı yoksa bu durum hakkında ne düşündüğünü söylemek mi olduğunu anlamadım. Hastalıklı piç! Hepsi... Hepsi öyle! Asansör sarsılarak dururken Damien'ın gözlerindeki nefreti ve öfkeyi hatırladım. Bunu hatırlamak midemin sertçe kasılmasına neden olurken yavaşça yutkundum. Kafamın içindeki her bir düşünce birbirine girmişti ve doğru bir karar vermek için biraz zamana ihtiyacım vardı. "Bunu biraz düşünebilir miyim?" diye sordum. "Evet, elbette. İstediğin kadar düşün." derken asansörün kapıları yavaşça aralanıp yeryüzünü önümüze serdi. Başkan Eugine nazik bir şekilde sırtıma dokundu ve beni öne itekledi. Yağmur hızlanıp gecenin karanlığıyla kaplı olan gökyüzünü korkunç bir şimşekle aydınlatırken asansörün önünde bekleyen yaşlı şoför ve yardımcısı hemen şemsiyelerini bize yönelttiler. "Hadi, seni evine geri bırakayım. Uzun bir geceydi." Buna itiraz etmedim. Ah, ev... Olmak istediğim tek yerdi orası.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD