1

1590 Words
Giriş Sıkıcı bir hayat yaşadığımı fark etmemem imkânsızdı. Her geçen günle birlikte bunu daha iyi anlıyor ve aynadaki yansımama bakarken nasıl olup da bu kadar sıkıcı yaşamaya devam edebildiğimi merak ediyordum. Şairin dediği gibi otuz beş yaş yolun yarısı mıydı yoksa önünden geçtiğim bir inşaattan düşen tuğlayla her an ölebilir miydim, bilmiyordum. Henüz otuz beş olmamıştım ama otuz bire adım adım yaklaşırken bu sözler sürekli aklıma geliyordu. Yine de epeyce bir yol aldığım ortadaydı. İşe gidip geliyor, tek başıma yaşadığım evimde otururken bunalıyor, arkadaşlarımla dışarı çıkıp vakit öldürüyor ve yıllardır bu tekdüze hayata devam ediyordum. Bir sonu olacak mıydı? Bir gün bu düzen bozulacak mıydı? Yoksa ben geri kalan zamanı da böyle sıkıcı bir şekilde mi geçirecektim? Hiçbir fikrim yoktu. Sonra birden hayatımı, hiç aşinası olmadığım bir hâlde buluverdim. Monotonluktan şikâyet ettiğim için bu bela başıma sarılmış olabilir miydi? -1- Aslında ben yalnızım. Bir memurun hayatı tekdüzedir, en azından benimki öyle. Hele ki ilginç bir şekilde "düz memurluk" olarak adlandırılan bir işiniz varsa bu garip isimli mesleğe sahip çıkarcasına sıradan ve sıkıcı hâle gelebilirsiniz. Bunu benimsemek başta zor olmuştu. Mesleğimi yapabileceğim bir iş çıkmıyordu karşıma, devlette kendi alanımda çalışmam ise hayaller için dahi uzaktı. Düz memurluk elimde olan tek seçenekti. En azından düzenli bir işti, bir kere sigortası vardı. Daha ne olsun? Belki de bu iş, tembel ve dağınık yaşam şeklime iyi gelirdi. Derli toplu bir insan olurdum bu sayede. Aklımı başıma toplardım. Hayatımı kurabilirdim. Cebimde param olurdu. Aileme yük olmazdım. Bunlar ve türevi düşünceler beni yıllar önce bu işi seçmeye yöneltti. Hiçbir şey değişmedi bana dair ama en azından bankada bir hesabım olduğu için sevinmem gerekmez mi? Açıkçası gerekli değil ama ben hâlimden memnunum. Daima tembellik gün yüzüne sızmak istese de bu hayat benim için yeterli, çünkü alıştım ve artık beni yormuyor. Elbette bir yanım hiç de benimle aynı fikirde değil. Geçmiş yıllar sizden çok şeyi götürür, inkâr edecek değilim lakin gelişim dönemlerinizi benim kadar eksik geçirdiğinizde bazı şeyler sizinle yolun sonuna dek geliyor. Hayalperestlik gibi... Kalıcı değil, katiyen değil ama yine de hâlâ içimdeki o küçük çocuk, hayatını yaşamayı bekliyor. Etkileyici bir film, umut vadeden bir dizi yahut gözyaşlarıma tutunan sarsıcı bir kitap o çocuğa birkaç gün boyunca hayaller kurma ve sesini çıkarma gücü veriyor. Böyle günlerde ne kadar sıkıcı bir insan olduğumu düşünüyorum. Hayatımın nasıl da basit olduğunu, hiçbir işe yaramayan amaçtan yoksun bir insan hâline geldiğimi, belki yakında bir robota dönüşebileceğimi... O çılgın çocuk oyunlar oynamak, yeni yerler keşfetmek, dağa tırmanmak, yağmurda yürümek, âşık olmak ve daha nice şeyi coşkuyla yaşamak istiyor ve içimde çığlıklar atıyor. Bense hayattan bezmiş bir hâlde durağa yürüyor ve onun benimle ilgili hislerine hak versem dahi duymamış gibi davranıp susmasını bekliyorum. O şöyle diyor: İstersek şimdi bir arabaya atlar ve aklımıza esen herhangi bir yere gidebiliriz. Onun bu önerisi hoş olmakla birlikte bana boş ve yorucu görünüyor. Kaldı ki yarın sabah işe gitmem gerek ve ehliyetim olsa dahi arabam yok. O zaman kulaklıklarını tak ve dans et! Bu saatte ve bu kalabalıkta? Üzerimde etek ve gömlek varken? Yeni ayakkabım ayağıma vuruyorken? Tüm gün bilgisayar ekranına bakmaktan gözlerim yanmışken? Elbette ona direkt cevap vermiyorum ama beni bir şekilde tanıyor ve yeni şeyler önermeye devam ediyor. Benim canlanmaya niyetim olmadığını idrak edene dek susmuyor, sonra pes edip bir süre ortadan kayboluyor. Bugün, kendimi berbat hissettiğim günlerden biri anlayacağınız. Hava bir hayli güzel olmasına rağmen ben ter içinde olduğum için kendimden tiksiniyorum. Annem ve babamla konuşmayalı üç gün oldu ve eminim onları aramamı bekliyorlar. Ev darmadağınık, iki gün önce yaptığım yemekten arta kalan hiçbir şey olmadığından bir şeyler hazırlamam gerek. En kötüsü de daha çarşamba olmasına rağmen haftanın bitmesini arzulamaya başladım. Bazen içimdeki çılgın kızın sesine uyup bir araba kiralamak ve buralardan kaçıp gitmek istiyorum. Dengesizliğimi mazur görün. Esasen bu lafta kalan bir özelliğim. Hiçbir şey yapmayan biri olarak en azından zihnimin tuhaf isteklerle dolu olması hoşuma gidiyor. Nasıl olsa bir öyle bir böyle desem de hiçbirini yapmıyorum. O ne derse desin, ben ne kadar heves edersem edeyim; böylece sürüp gidiyor çekişmemiz. Bir sonraki aşamaya geçmeyi başaramıyoruz. Otobüs geldiğinde kendimi güç bela içeri atıyor, olabildiğince az nefes alıp vermeye çalışarak yarım saatlik yolculuğumu tamamlıyorum. Evime uzak bir yerde çalışmadığım için ne denli mutlu olduğumu bilemezsiniz. Durakta inmek için kendimi şekilden şekle soktuktan sonra derin bir nefes alıp yürümeye başlıyorum. Caddenin sonundaki markete girerken yapabildiğim yemeklerin kısa listesini düşünüyorum isteksizce. Birkaç çeşit çorba, makarna, patatesle yapılabilecek basit atıştırmalıklar ve birkaç sebze yemeği yapabilmem dışında bir beceriksizlik abidesiyim. Yemek yapmayı sevmiyorum. Her şeyin hazır ve lezzetli bir şekilde önüme gelmesini istiyorum. Canımın istediği kadar yesem de kilo almamayı ve tatlılarla şımartılmayı hayal ediyorum. Bundan ötesine geçemiyorum söz konusu yemek olursa. Bu yüzden kendime birkaç yıldır gözdem olan ramenlerden almaya karar veriyorum. Birkaç paket ramen, çay, kahvaltılık ve yağ dolu abur cubur alışverişimin ardından evimin yolunu tutuyorum. Yaşayanlarla hiç alakamın olmadığı bir mahallede oturuyorum. Eski bir apartmanda, iki odalı bir evde kiracıyım. Kira olmasına, küçük olmasına ve üst kat komşumun geceleri susmak bilmeyen çocukları olmasına rağmen hakkında bıkkınlık hissetmediğim tek yer, yuvam. Dağınıklığıma karışan yok, pasaklı oluşumdan rahatsız olan yok, benden beklentisi olan insanlar yok. İdeal hayat dediğiniz böyle olmalı. Eve girince bir duş alıp pijamamı giyiyorum. Pazardan aldığım, dünyanın en çirkin görüntüsüne sahip takım olmasına rağmen inanılmaz rahat hissettiren çizgili bir pijama bu. Sarı ve siyah ağırlıklı, annemin dünyada en çok nefret ettiği bu kıyafeti ömrümün geri kalanı boyunca giyebilirim. Yıkama derdi olması ne kötü! Bu ay izlediğim Kore dizisinde kaldığım yeri açıyor, videonun dolması için beklerken ramenimi pişiriyorum. Tam da her şey güzel gidiyor, rahatlamak üzereyim diye düşünürken uzun zamandır hiç duymadığım zil sesim evin içini dolduruyor. Önce bir kez çalıyor, ben oyalanırken art arda iki kez çalarak beni şaşırtıyor. Kim gelmiş olabilir? Belli ki yanlışlıkla basan komşu misafirlerinden biri de değil. Israrla çalışına bakacak olursak benimle görüşmek isteyen biri olmalı. Kılık kıyafetimin berbatlığıyla ilgilenme şansım olmadığı için beşinci kez, şiddetle çalan zille birlikte kapıya koşuyorum. Diyafona “Kim o?” diye bağırsam da cevap gelmiyor, zil bir kez daha çalınca sinirle otomatiğe basıyorum. Annemler olmadığından eminim. Onları bu akşam, olmadı yarın öğle arasında aramayı düşünüyorum. Çok sık konuşmadığımız için beni merak edip İstanbul’a koşturacaklarını sanmıyorum. Aile ilişkileri nasıldır bilirsiniz. Bazı insanlar çok sıkı bağlarla birbirine tutunsa da bizimkisi öyle değil. Normal bir bağ… Üçümüz de özgürlüğümüze düşkün olduğumuz için bundan öteye geçmesi söz konusu değil zaten. “Nur?” Kapının ardından duyduğum ses tanıdık gibi gelse de kim olduğundan emin olamadığım için dürbünden bakıyorum ve Emre’yi görünce şaşkın bir hâlde öylece kalıyorum birkaç saniye. Emre’nin burada ne işi var? Bu arada Emre Bucak, bir zamanlar en iyi arkadaşlarımdan biri olan, üniversitenin üçüncü yılında tanıştığım, varlıklı bir ailenin şımartılmış tek oğlu. Birkaç yıl önce bana aşkını itiraf etmiş, reddedilmiş ve bir daha benimle görüşmemeye karar vermişti. Şimdiyse kapımın önünde durmuş, yumruklarıyla gürültü kirliliği oluşturuyor. “Siz de kimsiniz?” diyorum ifadesiz bir ses kullanmaya çalışarak. Sesinizi tanıyamadım beyefendi, der gibi. Görüntünüz bile hafızamdan silinmiş, der gibi. Beni hayatınızdan çıkarmamış mıydınız? Hayrola bayım, der gibi. Eminim anladınız beni. “Nur, delirtme beni de aç kapıyı.” Sessizce dürbünden bakıyorum bir kez daha. Emre kapıyı yumruklama işine son verip bir adım geriliyor, kollarını göğsünün üzerinde birleştirip ayaklarını iki yana açıyor. Bu hâliyle biraz korkutucu görünse de amacının yıllar sonra gelip beni öldürerek intikam almak olduğunu sanmıyorum. Sahi, ne amacı olabilir ki? Mahvolan ramenimi, beni bekleyen dizimi ve üzerimdeki çirkin pijamayı düşünerek bir süre merakıma dirensem de nihayetinde kapıyı açıyorum. Yüzümde küçümseyen bir tebessümle “Buyurun?” diyorum adama. “Çekil de buyurayım.” Ben gözlerimi devirerek çekilirken içeri girip ayakkabılarını çıkarıyor. Bir süre evin içine göz attıktan sonra bana dönüp yüzümü, kıyafetimi, saçlarımı ve sonunda gözlerimi izliyor sakin sakin. “Neden geldin?” diye sormamla birlikte hafifçe gülümseyerek işaret parmağını bana doğru uzatıyor. “Pijaman güzelmiş.” “Sağ ol.” “Saçların da harika görünüyor.” “Hı hı.” “Evine diyecek söz dahi bulamıyorum, öyle güzel.” “Eee?” “İçeri geçebilir miyiz artık?” Emre bıkkın bir şekilde iç çektiğinde elimi oturma odasına doğru uzatıyorum. O önden ben arkadan odaya giriyoruz. Dağınık ve pasaklı olduğumu hâlâ anımsıyor mu bilmesem de birkaç saniye etrafına bakıp oturabileceği bir yer aramak dışında herhangi bir şey yapmıyor. Ben de ona hiç aldırmıyorum zaten. Bana söylediği onca ağır sözden sonra -detayları çok fazla anımsamıyorum ama nasıl olur da senin gibi biri beni reddedebilir şeklinde nidalardan oluşuyordu- ne düşündüğü, benden ne kadar tiksindiği umurumda bile değil. “Pek de değişmemişsin, ha?” Emre rahat bir şekilde oturuyor koltuğa. Dünyanın en yakışıklı adamı falan değil, merak etmeyin. Özgüveni ve şık giyimiyle kadınların beğenisini kazanan adamlardan o. Yani eskiden öyleydi. Şimdi de pek bir şey değişmemiş gibi dursa da bilemiyorum, bana bir parça itici geldiğini inkâr edecek değilim. Uzun boylu, kahverengi gözlü ve esmer, sıradan biridir. Ön dişlerinden biri, güldüğünde size tüm doğallığıyla el sallar ve çocukken ne kadar yaramaz olduğunu vurgular. Saçları uzamasına izin veremeyeceği kadar kabarıktır, sakalsız boş görünen bir yüzü var. Bunları sizinle paylaşma sebebim ne kadar da itici olduğunu anlatabilmek aslında. O çok beğendiği benliği, hani onu reddetme cüretini gösterdiğim egoyla yoğrulmuş olan, aslında hiç de mükemmel değil. Bir erkeğin olabileceği en berbat karaktere sahip olması yetmiyormuş gibi yakışıklı yahut sempatik de değil yani. Sıradan biri. Baba parasıyla ve giyim zevkiyle öne çıkabilen basit bir insan. En yakın arkadaşını silip atabilecek kadar vefasız ve mendebur bir adam. “İncelemen bittiyse otursana...” Bu sözleriyle irkiliyorum. Tam karşısında ayakta durmuş, onu izlediğimi fark etmemle küçük çaplı bir şok yaşasam da toparlanıp tekli koltuğuma yerleşiyorum. Sevgili eriştem bana onu yemem gerektiğini hatırlatmaya çalışırken Emre konuşmaya başlıyor. “Görüşmeyeli uzun zaman oldu, değil mi Nur?”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD