3

1445 Words
Aslında mutlu değilim. Cumartesi günü çalan zil sesiyle birlikte uykum bölünüyor. Yataktan çıkmak için en ufak bir çaba göstermiyor, yastığı ve ince yorganımı başımın üzerine çekip gürültüyü bastırmaya çalışıyorum. Annemler olamaz çünkü onlarla yeni konuştuk. Arkadaşlarımla yarın buluşacağız. İşten birinin evime gelmesi için hiçbir sebep yok. Beklediğim bir kargo da yok. Derken aklıma Emre geliyor. “Cumartesi görüşürüz,” demişti, değil mi? Ciddi ciddi gelmiş olabilir mi? Bunun ne kadar anlamsız olduğunu fark etmemiş olamaz herhalde? Yerime iyice gömülüp beni bekleyen tatlı rüyalara sarılmak istiyorum fakat zil ısrarla çalmaya devam ediyor. Gürültüsüne alışmayı umuyorum ama bir yerden sonra pes edip yataktan çıkıyorum. Üzerimde yine pijamam var, yeni yıkadım merak etmeyin! Bu pis olma meselesi sürekli gündeme geldiği için belirtmek isterim ki o kadar da pis değilim! İki günde bir bu pijamayı yıkıyor, işten döndüğümde yeniden giyiyorum. Çünkü çok seviyorum. Neden başka bir şey giymem gerekiyor ki? Evim, benim krallığım ve ben çizgili pijama kraliçesiyim. Otomatiğe basmamın ardından Emre bir ahmak olduğunu ispatlamak adına olsa gerek, yukarı geliyor. Kapının önünde karşılıklı duruyoruz, pervaza yaslanırken ciddi olabilmek için elimden geleni yapıyorum. “Emre, akıl sağlığını ne zaman yitirdin? Anlatsana bana.” Esneyişim ciddiyetimi engellese de Emre gülmüyor. “Geleceğimi söylemiştim, neden beni beklettin?” “Uyuyordum ve buraya tekrar gelecek kadar aptal olduğunu düşünemedim, affedersin Bucak.” “Şunu yapma.” Emre kaşlarını çatarken eski hâlimizi hatırlayarak alayla gülüyorum. Adamın dünyada en çok nefret ettiği şey, birinin ona soyadıyla hitap etmesidir. Sen bittin Bay Bucak. Kaç bakalım şerrimden köşe bucak. Gülmeye başlamam adamın daha çok kaş çatmasına sebep oluyor. “Sakın söyleme!” Şimdilik ona acıyor ve ses etmiyorum. Kovmanın bir işe yaramadığını bildiğim için “Ne hâlin varsa gör Emre, ben uyuyacağım,” diye bildiriyorum. Bir şeyler söylüyor ama kim dinler onu? Yatak odama girip kapıyı kilitliyorum. Bir an Emre görüşmediğimiz yıllar içinde sapık ya da seri katil olmaya karar verdiyse diye tereddüt etsem de paranoyanın âlemi olmadığı için uyuma kararımı uyguluyorum. Bir süre Emre’nin yine neden gelmiş olabileceğini düşünsem de uyku ağır basıyor, haftanın yorgunluğunu cumartesi günleri dindirmeye alışmışım ne de olsa. Kapı önünde beni mi bekliyor, evimi altüst mü ediyor bilmesem de sonunda uykuya dalıyorum. Rüyamda Emre’nin beni üniversite balosunda rezil ettiğini görüyorum. Tam dans ettiğimiz sırada beni kalabalığın ortasına çekip elimi bırakıyor ve birden o da dâhil tüm okul üzerime yumurta fırlatmaya başlıyor. Bir omlet olmayı beklesem de yere yığılıp çığlıklar atmak dışında tepki veremiyorum, derken bir ormanda koştuğumu görüyorum, bir köpek beni kovalıyor ve sonra başka bir yerde olduğumu görsem de uyandığımda hatırlamıyorum. Huysuz bir şekilde uyanıyorum. Yataktan çıkmadan önce telefonumu buluyor, uykumu açmak için internette geziniyorum. Yeni çıkacak diziler, ödül alan ünlüler, sevdiğim birkaç fenomenin komik videolarını izlemek derken kendime geliyorum. Saat ikiye geliyor. Acaba Emre hâlâ evde olabilir mi? Nedense bunun olacağını hiç düşünmüyorum. Kapıyı geç açtığım için evin içinde tepinip söylenmiş ve sonra çekip gitmiştir. Emre Bucak işte, ne beklenir ki ondan? Yataktan çıkıp saçlarımı topuz yapıyor ve dolabımın kapağını komple kaplayan boy aynasına bakıyorum. Bu pijama neden bu kadar çabuk eskidi ki? Bir ara pazara çıkıp kendime yeni bir takım alsam iyi olacak. Belki bu kez turuncu ve yeşil çizgili bir şey denerim, tabii bulabilirsem. Böyle biraz Dalton Kardeşler’e benziyorum. Odanın kapısını açıp sessizce dışarı çıkıyorum. Evin içini saran yemek kokuları beni dehşete sokuyor. Küçük bir evinizin olması, sürpriz faktörünü ortadan kaldırmak için birebir. Kim olabilir diye düşünürken odamın az ilerisindeki oturma odasını görüp öylece kalıyorum. O kadar düzenli ve temiz görünüyor ki ağzım açık kalıyor. Eve ilk taşındığım günden beri böyle bir manzarayla karşılaşmamıştım. Anneme bile evimi toplama izni vermedim bugüne dek. Dağınık olmanın nesi kötü canım? Yine de güzel göründüğünü itiraf etmem gerek. İçeri girip düzeni bozmaya cesaret edemediğimden mutfak ve banyoya uzanan kısa holü geçip tereddütle mutfak kapısından başımı uzatıyorum. Gördüğüm hiçbir komedi filmi bu manzarayla yarışamaz. Emre’yi daha önce de yemek yaparken görmüştüm tabii ama böylesi benim için bile bir ilk! Üzerinde kemik rengi, sebze desenli mutfak önlüğüm var. Her yerinde yağ ve salça lekeleri bulunan bu önlüğü giymek Emre için ne kadar da zor olmuştur. Kumaş pantolonunun paçalarını nedenini idrak edemediği bir sebeple kıvırmış ve en komiği de çorapsız ayağında benim misafir terliklerimden biri var. Otuz sekiz numara, önü açık bir ev terliği. Ayağının her yerden taştığını ve bu eğreti görüntüyle kıs kıs gülmeme sebep olduğunu söylememe gerek yok herhalde? Elindeki tahta kaşığı bir şeyleri karıştırmak için kullanırken gözlerini kısıyor ve birkaç saniyelik incelemem konuşmasıyla bölünüyor. “Demek uyandın müstakbel eşim.” “Ne?” Emre sırıtarak çekmecelerden birini açıp yemek kaşığı çıkarıyor ve yaptığı yemeğin tadına bakıyor. Ona yaklaşıp bol tereyağlı bulgur pilavı, ezogelin çorbası ve tavuk döner dolu tencereleri incelerken hayret dolu bir ses çıkıyor ağzımdan. “Bunları sen mi yaptın?” Kibirli bir şekilde başını sallıyor. Mümkün değil. Döneri nasıl yapmış olabilir ki? Kesin yalan söylüyor ama yine de öyle görünmüyor. “Git elini yüzünü yıka bari Nur. Yüzünde yastık izi var.” Utançla mutfaktan çıkıp banyoya geçiyorum. Yalan söylemediğini fark edince canım sıkılıyor. Temizlenip üstümü başımı düzeltmeye çalışıyorum bir parça. Çok iyi bir iş çıkaramıyor olsam da banyodan çıkarken bunun sorun olmadığına karar veriyorum. Sonuçta Emre’ye neden güzel gözükeyim ki? “Oturma odasına geç, ben yemekleri alıp geliyorum.” İtiraz etmek için bir sebep bulamayıp dediğini yapıyorum. Orta sehpanın üzerini boşaltmayı düşünürken bunun zaten yapılmış olduğunu fark ediyorum. Hatta üzerine bir örtü serilmiş. Bu adam çıldırmış olsa gerek. Neden evimi temizleyip bana yemek hazırlamış olabilir ki? Elinde tepsiyle yanıma geliyor. Bu esnada komik görüntüsü bir kez daha dikkatimi çekiyor. “Niye paçalarını kıvırdın ki?” diye soruyorum o tepsiyi bırakırken. Emre bir bana bir paçalarına bakıp sırıtıyor. “Temizlik yapıyordum!” Ben tekrar kıkırdarken o çorbalarımızı ve her masanın vazgeçilmezi olan malzemeleri bırakıp “Bensiz başlama,” diyerek tekrar odadan çıkıyor. Gülüşlerime nasıl sinirlenmiyor, bir türlü anlayamıyorum. Normal şartlarda benimle dalga geçmesi, tehdit etmesi falan gerekirdi. Adamın diğer iki tencereyi ve bir sürahi ayranı da getirmesinin ardından karşılıklı yere oturuyoruz. Ben öylece halıya kurulurken Emre koltuktan aldığı bir yastığı uzatıyor. Yüzümü buruşturuyorum. “Yastığa oturmak hiç hoş değil.” “Taşa oturmaktan iyidir.” “Yerde halı var.” “Söz dinle işte Nur, delirtme beni.” Yastığı alıp yere koyuyor ve üzerine oturuyorum. Çorbadan bir kaşık aldığımda Emre ile bakışıyoruz. Ben kaşığı ağzıma götürürken bana imalı bir tebessüm gönderip bardaklarımızı dolduruyor. “Yok artık!” diyorum yemeğin tadını aldığımda. Tam kıvamında ve inanılmaz lezzetli. Emre böyle güzel çorba yapmayı nereden öğrendi? “Beğendin mi?” Başımı sallıyorum sadece. Ardından çorbaya gömülüyorum. Öyle acıkmışım ki öğün atlamış olmak umurunda bile değil. Ben kendimi kaptırmış bir hâlde çorbayı kaşıklarken Emre gülmeye başlıyor. “Beni bu kadar maharetli bildiğin için teşekkür ederim ama pilav hariç her şeyi hazır aldım.” Ona bakıp kaşlarımı çatıyorum. “Biliyordum senin yapmadığını.” “Hiç belli etmedin.” O kendini beğenmiş bir hâlde yavaş yavaş çorbasını içerken ben tabağımı pilav ve tavukla dolduruyorum. Burada bir bilgilendirme yapmam gerekirse en sevdiğim ev yemeklerinin bunlar olduğunu söylemeliyim. Bu dörtlü benim vazgeçilmezlerim arasında. Emre mikrobu da belli ki bunu hâlâ unutmamış ve beni etkilemek adına böyle bir şey yapmış. Konuşacak kadar karnımı doyurduğumda “Neden buraya geldin? Evimi temizlemeni sana kim söyledi ve bu yemekleri hazırlamanın altında ne gibi bir çıkar yatıyor?” diye soruyorum. Emre ayranını yudum yudum içerken beni çıldırtarak sessizliğini koruyor. Gözlerinde hiç unutmadığım o muzip bakışları seçebiliyorum. Lunaparkta bana sertçe çarpmadan önce yaptığı her seferinde olduğu gibi... Elma şekerimi elimden kaptığı günlerdeki gibi... Kahvemin içine şeker doldurup içmesi için ona bırakmamı beklediği zamanlar gibi… Bardağı masaya bırakırken “Seni görmek için geldim. Evin çok pis olduğu ve seni beklerken oyalanacak bir şey bulamadığım için temizledim. Sana yemek hazırlamamın tek sebebi mutlu olduğunu ve karnını doyurduğunu görmek istemem. O kadar zayıflamışsın ki hastalanmandan korkuyorum.” Merak etmeyin sevgili okur, bu laflara karnım tok. Bu yüzden omuzlarımı silkip yemeğime bakıyorum ciddiyetle. “Teşekkür ederim ama beni düşünmene ihtiyacım yok. Hatta sana ne diyeceğim?” Gözlerimizi buluşturup Emre’nin yüzüne bakıyorum. Kirli sakalını, her zamanki gibi kısacık kesilmiş saçlarını, çocuk gibi büzdüğü dudaklarını ve nihayetinde o yoğun, sıcacık bakışlarını birkaç saniye inceliyorum. Bu, biliyorum ki benim tanıdığım ve alıştığım Emre. Yine de o sanki aradan onca yıl geçmemiş, beni hayatından kovmamış gibi davransa da ben öyle bir şey yapabileceğimi sanmıyorum. Yıllardır yalnızım. Kaybetmemek için reddettiğim, kaybetmekten delice korktuğum için arkadaşlığıyla yetindiğim adam beni hayatından kovduğundan beri kalbimi kimseye açmaya yanaşmadım. Söylediği kötü sözleri hak etmediğime kendimi ikna etmek için yıllarımı verdim. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi nasıl ona gülümser ve evimde kalmasına müsaade ederim? “Bir daha görüşmeyelim Emre Bucak. Sanki aradan bunca zaman geçmemiş gibi rol yapmayalım. Lütfen birbirimizi görünce selam vermekten dahi kaçınalım. Olur mu?” Emre’nin kızıp gitmesini bekliyorum ama bunun yerine gülüyor. “Olmaz. Çünkü biz yakında evleneceğiz. Nasıl birbirimizi görmezden gelebiliriz ki?”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD