Ⅲ☾ Geçmişin Hatırası

4904 Words
♫ ♪ ♫ Dedublüman – Belki Pimi çekilmiş bir bomba ikimizin arasında asılı kaldı sanki. Bakışlarımı bakışlarından çekip kurtarabilmemin bir yolu yoktu, onun da başka tarafa bakmasının mümkünatı... Bahadır Sorgun'un çehresindeki ifade hiç değişmedi ama benimkinin dağıldığına emindim. Beni saran bu tuhaf duygunun esiri düştüm. Sonunun kıyamet olduğunu bile bile ateşten kaçmayı düşünemeyen pervane gibi hissetmekten alıkoyamadım kendimi. Bazı anlar da zaman durur, düşünemez olurmuş insan... "Daha iyilerine layığım." Sözler dudaklarımdan dökülürken yalan olduklarını haykırıyordu. Ben kimseye layık falan değildim. Beni annem bile sevmemişti... Oysa sözlerime yalnızca güldü. Güldü! Bahadır Sorgun Kızılarslan, sanki az önce onu aşağılayan, kılıçtan geçiren sözleri ben etmemişim gibi bana güldü. Yüzlerimizin arasında hâlâ çok az bir mesafe vardı. Mesafenin yoksunluğu ikimizde de düşünememe sorunu oluşturmuş olabilirdi elbette ve bu yoksunluk kaçma isteğini kamçılıyordu! "Aynı şeyi söylüyoruz, Baş İstihbaratçı Yüzbaşı Beyza Karaaslan..." dedi manidar ses tonuyla. Yeniden ikinci ismimi kullanmaması elbette dikkatimi çekti. Bunu gerçekten sözlerimden sonra benden korktuğu için mi yapıyordu? "En iyisinin üstünde yatıyorsun onunla karşı karşıyasın şu anda!" Sözleri sarsıcıydı. Hâlâ üstünde yattığımı vurgulaması ise tam bir utançtı! "Yan yana olmamızdan iyi." Ben her zaman karşımdakinin söyleyebileceği tüm cümleleri tahmin eder o konuşana kadar kafamda ona onlarca cevap bulurdum. Hazır cevaptım. Şu an üstünde yatıyor olmam, şaşkınlıktan neredeyse dilimi yutacak olmam bunu değiştiremiyordu. Tutukluk yapan bir tabancaya hiç benzemezdim. Tek başına ayakta kalmak zorunda olan herkes gibi. "Şimdi çek elini üstümden!" Hışımla üstünden kalkıp kıyafetlerimi düzelttim. Hâlâ yerde yatmakta olan adam halinden bir hayli memnun olmalıydı. Bir kolunu kaldırıp başının altına koyduğu sırada kısa kollu tişörtünün kolları kaslarının etkisiyle sıkıştı. Boğum boğum duran kasları ile dikkat çekeceğini düşünüyorsa yanılmıyordu. Birkaç saniye beni bile bocalatmayı başardı. "Bir gün yan yana da geliriz, Kara. Bir de o gün konuşuruz bunları." "Sen bana düşman ben sana kıyamet olurum anca, Kızıl." Eşyalarımı koyduğum köşeden aldıktan sonra hızlı olmaya özen göstererek spor salonunun çıkışına yöneldim. Daha fazla orada durmaya cesaretim yoktu. Ben Beyza Sena Karaaslan, ilk kez bir cenkten kaçıyordum! Çok tuhaftı her şey. Ben tuhaftım. Bahadır Sorgun zaten zır deli gibiydi, alenen sırnaşıyordu, aklımı bulandırmaya çalışıyordu. Onu çözmeye çalışsam kendim kör düğüm olurdum, bunu biliyordum! "Arkana bakmadan kaçacağını da görecekmiş şu fani gözlerim, ey Allah'ım sen nelere kadirsin." Şu anda onunla didişecek bir enerji hissetmediğim için karşılık vermedim ve hemen çıktım oradan. Tam da dediği gibi kaçtım. Bazen pes etmek gerekirdi ve ben o çizgiyi çok iyi bilenlerden biriydim. Doğru anda geri çekilmeyi bilmek gerekirdi. Savaş Sanatı kitabının yazarı Sun Tzu'nun da dediği gibi, "Savaşabileceğini ya da savaşamayacağını bilen kazanır." Savaşamayacağını bilmek bazen kazandırırdı! Evime gidip hemen ılık bir duş aldım. Ardından bir süre raporlar üzerinde çalışma yaptım. Timimdeki her asker için ayrı ayrı rapor tutuyordum. Her birinin hareketlerini yakından gözlemliyor, davranışlarını ayrıntılı bir şekilde not alıyordum. Kocaeli Derince Limanı operasyonundaki olayları da not etmeyi bitirdikten sonra hâlâ, köstebek budur, diyebileceğim bir kişi, bir ipucu yoktu. Bu durum giderek can sıkmaya başlıyordu. Kimseyi zan altında bırakmak istemiyordum zaten bunu yapabileceğim bir olay da yaşanmamıştı. Bu askerlerden herhangi birinin köstebek olduğunu düşünmek bile can yakıyordu. Nasıl onlardan birini suçlayabilirdim ki? Göreve giderken her birinin vatanı için canını ortaya nasıl koyduğunu gördüm. Her biri şehit olmayı diliyordu vatanı uğruna. Nasıl suçlardım, nasıl? Daha fazla oturur düşünürsem delireceğimi bildiğimden usulca masa lambamı söndürüp uyumak için yatağıma geçtim. Sabahın ilk ışıklarıyla güne başladım. Üniformamı giyip saçlarımı sıkıca topladım. Toplu saçlarımın üstüne beremi taktıktan sonra evden çıktım. Lojmandan talim alanına yürüdüğüm sırada Nur'u aradım. "Selam," dedim açar açmaz telefonu. Ona ismiyle ya da unvanıyla seslenmezdim telefondayken. Çünkü telefonu başkasının açma ihtimaline karşı kimliğinin gizli tutulabilmesi mühimdi. "Selam şekerim, nasılsın?" "Karman çormanım şekerim, sen" Alaylı sesim günün erken saatlerinde uyanmaktan nefret eden Nur'u biraz keyiflendi. "O piçi öldürmedim ya ona yanıyorum!" Burnundan solur halde konuşmasından onu anladım zaten. "Çok fazla düşünüyorsun. Bir daha görmeyeceğin adam için bu efor gereksiz. Farklı alanlara yönlendir bu enerjini ve şunun peşini bırak artık be kızım." Nur sırıtışımı göremese de sesimdeki tondan anladığını biliyordum. Olay çok muzip ve tekrarının yaşanması imkânsız olduğu için komikti zaten. "Sana da eğlence çıktı, kışla da pek eğlenemiyorsun sanırım. Ah gerçi, dün akşam kısaca anlattığın spor salonu maceranı anımsadım da... Ondan konuşalım mı, güzellik?" Yüzüm düşerken homurdanmayı ihmal etmedim. Dün gece gördüğüm o rüya aklıma geldiğinde tüm bedenim yanmaya başladı. Hayatımda görmediğim türden bir rüyaydı ve gecenin tamamında bana işkence yapmayı başarmıştı. Derin bir nefes aldım tüm bunları unutabilmek amacıyla ama nafileydi, o rüyayı unutmayacağım aşikârdı. "Bu hafta sonu operasyon kesin mi?" diye sordum konuyu değiştirmek için. "Hı hı," derken kıkırtılarını duyuyordum Nur'un ama üstelemedim, ben ona yapacağımı bilirdim. "Gökbörü ve Sungur Timi ile katılacağız." "Ne?" dedi büyük bir tepkiyle Nur. "Teşkilatın bundan haberi var mı?" "Bugün bilgilendiririm. Zaten operasyon için ihtiyaç olacaktı. En başından beri işin başındayım, bitirirken de o puştun suratını görmem gerek." "Hapiste çürüyecek bir pislik olmasa aslında bayağı yakışıklı adam. Yapardım kız aranızı." Kahkahamı bastıramadım. Bu kız gerçekten çatlaktı. "Sana bir şey anlatan ağzımın ortasını..." Gülmeye devam ediyorduk. Bir süre daha konuştuktan sonra telefonu kapattım. Çoktan içtima alanına geldiğimi o an fark ettim. Tüm ekip orada beni bekliyordu. Gördükleri an da selam durdular. "Günaydın, asker!" "Sağ ol!" Ekibi atış talimi alanına gönderirken içlerinden Hüseyin'e seslendim. "Hüseyin, yanıma gel." Hüseyin, ayrıca istihbaratta çalışan Kıdemli Asteğmendi. Bu yüzden bu hafta sonu yapılacak olan baskınla ilgili konuyu önce onunla konuşmanın daha uygun olacağını düşündüm ve kısaca anlattım. "Komutanım, Gökbörü Timi terörle mücadele ayağında uzmanlaşmış bir timdir. Narkotik operasyonlarında uzmanlaşmış başka ekipler de mevcuttur. Dilerseniz onların komutanlarıyla görüşüp, bilgi alabilirim." "Hangi tim?" diye sordum öyle meraktan. Gerçekten komutanından görüş almak uygun olurdu. "Ötüken Timi, komutanım." "Tim komutanı kim?" "Binbaşı Tulgar Bora Cesurtürk." Yüzümdeki ifade unutulan bir rüya gibi zihnimin içinde dağıldı. Duymayı beklediğim son isim bile değildi ama duymuştum işte. Hangi ara binbaşı olmuştu? "Ben görüşürüm teşekkür ederim, Hüseyin." Mazinin tekinsiz anıları kafamın kuytularında dolanmaya başladı. Profesyonel davranmam gerektiği ilk andan kendime hatırlattım. Tulgar Bora Cesurtürk... Teşkilatın gözbebeği, yurtdışında çalıştırdığı en iyi ajanlarından biri. Zaten bu yüzden başlamadan biten bir hikâyeden ibaret kılınmıştık. Ne zaman geri dönmüştü? Hâlâ teşkilat için yurtdışında görevde olduğunu zannediyordum oysaki meğer dönmüş. Dönmekle de kalmamış, binbaşı rütbesini almış. Bir time komutan olmuş. Dudaklarıma acı bir tebessüm oturdu. Buraya geldiğimden beri onu görmemiş olmama şaşırdım. Neredeydi? "O nasıl gülümseme lan? Kafanın içinde kim bilir kimi kesip biçtin, katil!" Duyduğum sözlerle irkilip sesin sahibine döndüm. Merih'in tam gözünün altından başlayan ve çenesine kadar inen çiziği gördüğümde ne diyeceğimi unuttum. Sırıtarak suratıma bakıyordu ama kafam orada değildi. Aklıma gelen ihtimalleri kenara itmek imkânsızdı. Komik bir tesadüften mi ibaretti yoksa hayat gerçekten tahmin edilemez anlarla mı doluydu? Bu kadarı da tesadüf olamazdı... "Yüzünü kim dağıttı?" diye sordum sanki az önceki sözlerini duymamışım gibi. "Sorma sorma, ruh hastasının biri..." dedi sanki dünyanın en sıradan olayını anlatırmışçasına. "Adamın suratındaki tırnak izimi görmeliydin kızım. Tüm yanağı boyunca, çenesine kadar!" Nur'un sözleri zihnimde yankılandı. Kaşlarım hayretle havalandı. Bu gerçek miydi? Çok saçmaydı! Ama böylesine bir benzerlik sık rastlanamayacak bir şeydi. Tesadüf olmasının imkânı yoktu. Aklıma gelenlerle sırıttım. Nur, yaktım çıranı kızım! "Hafta sonu işin var mı?" Sorumla benim gülümsemem büyürken onunki soldu. Nihayetinde şaşkınca suratıma bakıyordu. "Ben namuslu ve canını seven bir adamım. Beni kandırıp ırzıma geçip sonra da öldüreceksin değil mi, aynı Karadul gibi!" "Ne?" Kahkahamı bastıramadım. Benzetmesi çok komik geldi. "Sırıtışa bak, kesin öldüreceksin. Yaklaşma bana, katil!" Sözleriyle katıla katıla gülmeme mâni olamadım. Bu adam delinin tekiydi. Tam Nur'un dişine göre bir avdı doğrusu... Kahkahamı dizginlemeye çalıştım. Burası askeriyeydi, bense bir komutandım. Hemen kendime çekidüzen vermem gerekiyordu ama elimde de değildi. "Neye gülüyorsun? Planlarını altüst ettim ama değil mi?" "Sus, sus!" dedim karnımı tutup artık gülmemi sonlandırırken. "Hayal dünyan pek genişmiş. Seni hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm ama operasyona gideceğiz." "Ne?" dedi yüzünü buruşturarak. "Sorgun'um olmadan gelmem." Sırıtışım genişledi ama bu sefer kahkaha atmadım. Delinin tekiydi işte. Sözde sevmiyordu Bahadır Sorgun'u, sevse neler olurdu kim bilir? "Yüzbaşı Bahadır Sorgun'un işine iadesi ile uğraşıyor şu anda Ayliz. Dava süresince işinden alıkonması için geçerli bir sebep olmadığını, delillerin lehimize olduğunu söyledi. Yakında karar çıkar, operasyona da katılır diye tahmin ediyorum." Ben konuşurken ciddi ciddi dinlediğini görünce resmi bir konuşma yapacağız sanmıştım ama... "O zaman senin ne işin var, gitsene teşkilatına kızım!" "Görevine dönebilir, dedim..." "Tamam Sorgun'um dönüyorsa sen de gidersin işte." Bu adamlar dinlemeyi bilmez miydi hiç? "Görevin nedir, Yüzbaşı?" Diye sordum bilmiş bir edayla. "Vatanımı canım pahasına korumak!" Hemen yapıştırdı cevabı. Aksini de beklemezdim. "İşte, onun da görevi bununla sınırlı kalır dava bitene kadar!" Dedikten sonra yanağından bir makas aldım. Hareketimle geri kaçıp elini yanağına koydu. Şaşkınca suratına bakarken dehşet içindeydi. "Ulan bir Sorgun'dan bir benden... Ajan mısın lan sen?" "Günaydın, uyan da balığa gidelim." Bu haline gülmemek gerçekten zordu. Bahadır Sorgun'un yanağından makas aldığımı nereden bildiğini merak ettim. Onun söyleyeceğini sanmıyordum. Başka bir şey demeden işime geri döndüm. Görevli bir erden Binbaşı Tulgar Bora ile görüşme talebimi kendisine iletmesini istedikten sonra günün geri kalanında olaysız bir şekilde ekibimleydim. Bahadır Sorgun ortalıkta yoktu bu yüzden asabım bile bozulmamıştı. İpe tırmanan askere bakarken sırıttım. Zorlanıyor gibi görünüyordu oysa daha başındaydık. "Burası ana kucağı değil, sıkı tut o ipi. Son tuttuğun şeymişçesine!" Kendimi nasıl da işime kaptırdığımdan habersizdim. O çok övündüğüm duyularım bu esnada köreliyordu. "Emret, komutanım!" diyen asker dediğimi yaptı. "Düşersen revire kadar yürürsün!" Bu mesleğin içinde bazen acımasız olmak vardı. Elbette yürütmezdim ama böyle söyleyerek onu teşvik edeceğimi biliyordum. "Düşmem, komutanım!" "Emin misin?" Sorumu sorarken iplerin bittiği noktadaki askerle göz göze geldik. Başımı olumlu anlamda salladığımda elindeki bir kova suyu askerin üstüne doğru dökmeye başladı. Başta afallasa da ipe tutunmayı başardı. "Bazı bölgelerimiz aşırı yağmur alır, asker. Islak ipi tutmak daha zordur. O ip yağmurlu havada, yere iniş yapamayan bir helikopterden sarkıtılan ip de olabilirdi!" "Hiç değişmemişsin..." Duyduğum sesle ne irkildim ne de korktum. Yıllar geçmişti ama sesi hâlâ güven vericiydi. Unutmamış olmam da takdire şayandı. Kaç yıl olmuştu duymayalı, dört mü? Unuttuğumu sandığım anılar gözümün önünden geçerken ne kadar da berraktılar. Hiçbir duyguyu ele vermeyen bir ifadeyle ona döndüm. Sağ elimi alnıma yasladım ve üst rütbeli komutanımı selamladım. "Yüzbaşı Karaaslan!" derken sesim kendimden emin çıktı. "Baş İstihbaratçı Yüzbaşı..." dedi sanki evladıyla gururlanan bir baba edasıyla. "Buraya kadar zahmet etmeseydiniz, ben gelirdim odanıza." Birbirimize dikkatle bakıyorduk. Ela gözlerinde parlayan ifadeleri kafamın içinde kendimin uydurduğuna emindim. Özlem mi... Zannetmiyordum! "İki hafta göreve gittim, geldiğimde bulmayı ummadığım bir sürprizle karşılaştım. Uzun zaman oldu..." Evet, arkasına bakmadan gittiğinden beri çok zaman geçmişti, Tulgar Bora... Teşkilattaki üstüm, hocam, bildiğim her şeyi bana öğreten adam. Şefkatin farklı bir boyutuyla beni tanıştıran da oydu, şefkate başka anlamlar yüklememe neden olan da... "Öyle oldu değil mi?" Kaygısız, sıradan bir şeymişçesine söylediğim sözlerime rağmen gidişinin bir zamanlar nasıl bir etki yarattığını unutmam mümkün değildi. Biter sandığım her gece arkada bırakılmışlık hissinin geçmeyişiyle sınanmıştım. "Bana danışman gereken bir konu var sanırım?" Kayıtsız tutumumdan rahatsız olduğu için konuyu derhal değiştirdiğinin farkındaydım. Hep böyleydi. "Evet, komutanım." Dedim onun oyununa her zamanki gibi ayak uydururken. "Hafta sonu, aylardır üstünde çalıştığımız bir operasyon gerçekleşecek. Gökbörü Timinin başında olduğum için timimle katılmak istiyorum. Fakat bildiğiniz üzere Gökbörü Timi daha çok terörle mücadele alanında eğitim almış bir ekip. Bu hafta bir Kıdemlinizden kısa bir eğitim alabilir miyiz, bilmemiz gerekenleri anlatması yeterli olacaktır?" "Benim timimle..." Tam arkamda biten adamla adeta nevrim şaştı. Ne ara bu kadar yaklaşmıştı? Üst üste iki defa bu kadar hazırlıksız yakalanmış olmaktan ötürü kendimi hayıflanmayı daha sonraya bıraktım. Şimdi farklı bir belayla uğraşmam gerekiyordu. "Yüzbaşı Kızılarslan, komutanım!" Başımı çevirip ona baktım. Karşımdaki adamı selamlayışında bir tuhaflık vardı. Neydi bu aralarındaki, rekabet mi? "Yüzbaşı Bahadır Sorgun," diyen adam ona değerlendirici bir bakış atarken tek kaşı havalandı. "Emre itaatsizlikten görevden uzaklaştırılmadın mı?" Sözleriyle Bahadır Sorgun'un yarasına tuz basmış oldu. Adamın çenesinin kasılışını yakından seyretme şansım oldu. Bu ikilinin arasında ne vardı? "Bugün itibariyle görevime devam edebileceğim kararı çıktı." "Dava bitene kadar tim komutanlığına geri dönemezsin..." Yarayı deşmek istercesine konuşuyordu. "Yüzbaşı Karaaslan, kısa bir konuşma yapabilir miyiz?" Tulgar'ın sözlerini umursamadan dönüp direkt benim gözlerimin içine bakarak konuştu. "Ne hakkında?" "Timimi hiç bilmedikleri bir alanda operasyona çıkarma kararın hakkında..." Sıkılı dişlerinin arasından adeta öfkeyle tısladı. "Timin komutanı Beyza," Araya girmeyi kabalık olarak görmeyen Tulgar yine zehirli sözcükler saçtı. "Kararlarını sorgulayamazsın, sana hesap vermesi gerekmiyor." Bahadır Sorgun'un derin derin nefes aldığını sertçe inip kalkan göğsünden, burnundan solumasından net bir şekilde anladım. Tulgar'ın neden bir anda beni savunduğunu bilmiyordum ama bunu yaparken Bahadır Sorgun'u öfkelendirmek istediği aşikârdı. Rütbesi her ikimizden de yüksekti, ona cevap bile veremiyorduk. "Çok kısa bir konuşma olacak." "Şu anda benimle konuşuyor!" Hayretle bakışlarım Tulgar'a döndü. Bu da neydi şimdi? Bahadır Sorgun'un da benden farkı yoktu. Şaşkınlıkla karşısındaki adama bakıyordu. Amacının ne olduğunu anlayamıyordu. Bu bilinmezlik onu daha da deli ediyordu. "Birazdan konuşalım," diye fısıldadım ama her ikisinin de duyduğuna emindim. Hiçbir cevap vermeden bizi selamlayıp hızlıca uzaklaştı. Ardından yeniden Tulgar'a döndüm. Onu çözmek imkânsızdı. Neyi neden yaptığını anlamaya bile çalışmadım. "Bir kıdemliniz..." diye başlayacak oldum. "Bizzat kendim ilgileneceğim, bu hassas bir konu." Dumura uğradım. Bu adamın derdi neydi? "Teşekkürler, komutanım!" diyerek selamladım yalnızca onu. Başka çarem yoktu! Onunla vedalaştıktan sonra hızla Bahadır Sorgun'un gittiği yönde ilerledim. Koşar adımlarla peşinden gidiyordum ama kısacık bir sürede buharlaşmıştı sanki! Ben merakla etrafımı tararken bileğimden tutulmamla korkuyla bir nida kaçtı ağzımdan. "Demek boş bulunduğun anlar da oluyor..." Sırıtarak suratıma bakıyordu arsız gibi. "Seni arıyorum dakikalardır!" "Buldun işte!" Bu adamın delinin tekiydi. "Konuşmak isteyen sendin!" Beni ağaçların sık olduğu kenara çekip tam karşımda durdu ve bileğimi bıraktı. Ellerini beline yerleştirip tepeden suratıma sertçe bakmaya başladı. Konuşmada üstünlük kurmaya çalışıyordu, çok beklerdi! "Kızım, sen beni çıldırtmaya mı çalışıyorsun? Karşıma binbaşı sevgilini çıkarınca ne olacak, ikna mı olacağım benim timimi hiç bilmediği bir alanda operasyona götürmene?" Ağzım şaşkınlıkla aralanırken, "Hah," diye bir nida kaçtı. Bunlar kendilerini çok önemsiyorlardı. "Sevgilim mi?" diye sordum alayla. "Önüne kimseyi çıkarmama gerek yok, Sorgun! Tekrar hatırlatmam gerekiyor sanırım ama timinin komutanı benim ve benim emrime itaat etmek zorundasın!" "Ulan..." "İtaat et, rahat et, Yüzbaşı. Yoksa canını daha çok sıkacağım!" Keyfim yerine geldi. Onun karşımda hiçbir şey yapamaması hoşuma gitti. İşte böyle! İşte böyle susup kalırdın, Yüzbaşı... "O operasyon kötü biterse, sorumlusu sensin!" Dehşetle yüzüne bakakaldım. Bu nasıl bir acımasızlıktı? "Ne saçmalıyorsun sen, ben kimseyi ölüme götürmüyorum. Bu da bir vatan görevi! Vatanı yalnızca terör örgütlerinden değil, böyle gençleri zehirleyenlerden de kurtarmak görevimiz değil mi? Nasıl böyle bir şey söylersin?" Sözlerim tesirliydi. Bir an duraksamasından onu da etkilediğini anladım. Bunu anlaması gerekiyordu, vatanı korumak terör örgütlerini durdurmakla bitmiyordu. Tüm kötülükleri elimizden geldiğince süpürmeli, her birinden vatandaşımızı korumamız gerekiyordu. Bizim görevimiz buydu. İnsanlar rahat uyuyabilsin diye her şeyi yapmalıydık. "Başka tim mi kalmadı? Daha uzman bir tim katılabilir göreve." "En başından beri bu görevin sorumlusuyum. Suçüstü yakalanırlarken de o pislikleri görmek, emniyet güçlerine teslim etmek istiyorum." "Sırf bir şey istiyorsun diye mızmız çocuklar gibi diretecek misin? Senin kendi askerini de düşünmen gerekmez mi? Benim ekibim bu konuda eğitim almadı, ya kötü bir şey olursa, Beyza?" Bir soluk dudaklarımın arasından kaçtı, sonrasında da nefes alamadım. Bunun o kadar da zor olmayan bir baskın görevi olacağını düşünüyordum. Daha önce çok zor görevlerin üstesinden gelmiş bir ekibin birkaç çete üyesiyle olması muhtemel çatışmadan zarar görmeyeceğine inanıyordum fakat Bahadır Sorgun haklıydı. Ya kötü biterse? "Daha önce baskın düzenlemiş bir ekip, hepsi aslan gibi. İşin ince ayrıntılarını Binbaşı Tulgar anlatacak, ne gibi bir şey olabilir?" "Binbaşı Tulgar?" dedi diğer sözlerimi umursamadan. "Bizzat gelip ekibime görevin inceliklerini anlatacak kadar boş vakti var demek... Çok tuhaf... Çok kıymet veriyor olmalı." Gözlerimi devirdim. Laf sokmadan iki dakika konuşamıyordu resmen. "Narkotik konusunda uzman..." "Gönül konularında da öyle gözüküyor." "Bu niye ilgini çekiyor? Bizim aşk hayatımızla bu kadar yakından ilgilenecek kadar boş vaktin olması çok tuhaf! Çok kıymet veriyor olmalısın." Onu kendi lafıyla vurmak hoşuma gitti. Sözlerime verecek cevabı biraz düşünmesi gerekti. Gözlerini yumup derin derin soluklandı. Hızla inip kalkan göğsüne kayan bakışlarıma mâni olamadım. Başımı iki yana sallayıp kendime gelmeye çalıştım. Ne oluyordu bir anda? "Operasyona ben de katılacağım." "Merih sen olmadan gelmezmiş zaten," dedim sırıtarak. "Onların ekipte mi gelecek?" diye sordu şaşkınlıkla. "Kalabalık gideceğiz." "Vay..." "Her şeyi düşündüm, senin aksine, Yüzbaşı." Deyip ona göz kırptım. Ardından arkamı dönüp yürümeye başladım. *** Kontrolün ardından çantasını alıp usulca adliyeye giriş yaptı. Sol ayağındaki topuklu ayakkabısı sabahtan beri feci şekilde vurduğundan bugün daha yumuşak yürüyordu. "Güzel kızım, bugün bana eziyet etmeyi bırak..." diye mırıldandı ayakkabısına hitaben. Hızlıca savcının odasına doğru yürümeyi sürdürdü. Alınan kararın onandığını sunması gerekiyordu. Eh tabi dosyaya davacı vekili tarafından eklenen yeni bilgileri de görmek istiyordu. Savcı Alpay'ın kalemi görevindeki kadın dünyanın en pozitif insanlarından birisiydi. Onunla sohbet etmeyi her zaman sevmişti. Yine kısa bir sohbeti es geçmedi. Ardından onunla vedalaşıp son duruşmada oldukça gıcık olduğu savcının kapısını tıklattı. "Girin." Komutu işittiği gibi kapıyı açıp başını usulca içeri uzattı. "İyi günler, Sayın Savcım. Müsait misiniz?" "Buyurun, Avukat Hanım." Usulca içeri girdikten sonra mahkemeden aldığı kararı savcıya uzatıp usulca karşısındaki sandalyeye oturdu. "Yüzbaşı Bahadır Sorgun Kızılarslan'ın göreve iadesi kabul edildi. Soruşturma boyunca da asker olarak görevine devam edecek. Bunu dava dosyasına eklemenizi rica ediyoruz. Bir de davacı vekilinin dava dosyasına yeni sunduğu birkaç belge varmış, UYAP üzerinde göremeyince size sormak istedim." Tek kaşı havalanan adam gülümseyerek karşısındaki kadına baktı. "İyiyim, siz nasılsınız?" Sorusuyla dumura uğradığını hissetti Ayliz. Yıllardır avukatlık yapıyordu. Bugüne kadar hiçbir savcıya, nasılsınız, diye sormamıştı. Bu da neydi şimdi? "Kusuruma bakmayın, Sayın Savcım. İyiyim, siz?" dedi kibarlık etmeye çalışırken fakat bir gözü şimdiden seğirmeye başlamıştı. "İyiyim..." Kısaca yanıtladıktan sonra başını kâğıtlardan kaldırıp Ayliz'e çevirdi. "Davacının sunduğu belgeleri hâlâ inceliyorum, ondan sonra UYAP sistemine yükleyeceğim ama elbette bir kopyasını size gösterebilirim." Sözlerinin ardından masanın köşesinden bir kâğıt yığınını aldı ve ayaklandı. Ayaklanmasıyla gerildiğini hissetti. Adam, masanın etrafında dolaşıp tam karşısında duran sandalyeye oturdu. Elindeki belgeleri usulca Ayliz'e uzattı. Şaşkınlıkla karşısındaki adama bakmaya son verip uzattığı kâğıtları aldı. Davacının son sağlık durumuyla ilgili raporlar ve ailesinden aldığı yeni ifadeler vardı. Ailesi elbette karakolda verdiği ifadeyi değiştirmişti. Hiç şaşırmadı Ayliz. Buna rağmen hâlâ bu dava onların lehine ilerliyordu çünkü tüm kanıtlar onlardan yanaydı. "Teşekkür ederim," dedi inceleme işi bittikten sonra usulca kâğıtları uzattı. "Ben sizi daha fazla..." "Bir kahve içer misiniz?" Adamın sorusuyla çarpıldı. Hayretle yeşil gözlerini kaldırıp adamın masmavi bir okyanusu andıran gözlerine dikti. Okyanuslar kadar bilinmez, hangi tehlikelerin olduğu anlaşılmayan, derinliği bilinmeyen... İnanılmaz bir adamdı. "Sade." Dedi kısaca. Yerinden kalkmadan masadaki telefona uzandı. Kısaca eline alıp bir tuşa bastı, karşı tarafa iki sade Türk Kahvesi siparişini iletti ve kapatıp yeniden ona döndü. "Son duruşmada sanırım canınızı sıktım." Adamın açık sözlülüğü şaşırılmayacak gibi değildi. Diğer savcılar gibi ketum görünmüyordu. Onlar duruşmadan çıktıktan sonra asla dava hakkında konuşmazlardı. İlk kez canını sıkan bir savcı yoktu karşısında, konuya hâkimdi. Genel de çok sivri bir insan olduğu için zaten birçok insanın canını sıkardı. "Estağfurullah..." derken konuşabilmesine bile şaşırdı. "Ufak bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek isterim." Nefesini tuttu Ayliz. Burada ne oluyordu Allah aşkına? Savcı Bey konuşamadan kalemi elinde kahvelerle odaya girdi. Bize kahvelerimizi verdikten sonra kısaca selamlayıp odadan çıktı. Onun odadan çıkmasıyla yeniden savcıya döndü. Bu adamın derdi neydi? "Nasıl bir yanlış anlaşılma yaşandığını tam olarak hatırlayamadım." Kendinden emin bir şekilde sözlerini söyleyen Ayliz ardından kahvesinden bir yudum aldı. Adliyedeki kahveler gerçekten güzeldi. "Davacı vekilinin itirazını kabul ettiğim..." "Ha şu olay..." dedi bir an kendine hâkim olamayarak. Ardından derhal kendini susturdu ve çakmak çakmak gözlerle karşısındaki adama bakakaldı. Bu kadar laubali bir cümle kurmayı düşünmemişti. "Evet, o olay." Diyen adam sırıtıyor muydu gerçekten? "Göreviniz doğrultusunda ne yapmanız gerekiyorsa onu yaptınız. Kimseyi yargılamak bana düşmez ki yargıçta değilim ben bir avukatım. Herkesin savunulma hakkının olduğu fikrini destekliyorum." Bölücü, terör örgütüne üye, bir vatanın şerefli evlatlarını öldüren kansızlar hariçti elbette ama bunu belirtmedi karşısındaki savcıya Ayliz. "Farkında olmanız ne hoş fakat bakışlarınız sanki bambaşka bir şey söylüyor gibiydi." Dilini susturabilirdi ama mimiklerine yapabileceği bir şey yoktu... "Siz yanlış anlamışsınız." Dedi kısaca. "Bir vatandaş olarak değil, bir savcı olarak o sözleri söylediğimi belirtmek istiyorum yine de ben. Kafanızda bir soru işareti kalmasın, lütfen." Samimiyetle, hududunu bilerek sakince konuşuyordu. Onun terör destekçisi bir savcı olduğunu asla düşünmemişti. O an gerçekten siniri zıplasa da aslında yaptığı tek şey görevini doğru bir şekilde icra etmekti. Onu yargılayamazdı. Kanunlar belliydi. Elbette böyle bir müdahale yapması gerekirdi. "Neden kafamdaki soru işaretleriyle bu kadar ilgilendiğinizi anlayamadım, Sayın Savcım. Sizin hakkınızdaki fikrim bu kadar önemli mi?" Bu soruyu sormasa ömür boyu pişmanlık duyacaktı. Bu yüzden yanlış olduğunu bile bile yine de sordu. Sorusuyla karşısındaki adamın aklının karıştığını gördü. O da bunu sorguladı bir anlık, emindi. Çünkü kendisi de en az Ayliz kadar şaşkındı. "Yanlış anlaşılmaktan hoşlanmam." Diyerek kaçak bir cevap verdi. Demek kaçak dövüşmeyi seviyordu... "Özellikle benim tarafımdan yanlış anlaşılmak istemez gibi konuştunuz..." Ayliz, kaçak dövüşmeler konusunda bir uzmandı. Sözleriyle derhal boğazını temizledi Savcı Alpay. Çok çaresiz göründü bir an gözüne. Bu halinin hoşuna bile gittiğini söyleyebilirdi. "Belki de öyledir, Avukat Ayliz Hanım." Sözleriyle yüzündeki tebessüm dağıldı. Bu adam az önce kaçak dövüşmüyor muydu? Neden bir anda açık açık konuşmayı seçmişti ki? "Kahve için teşekkür ederim, Sayın Savcım." Derken usulca ayaklandı. O esnada sol ayağındaki acı yüzünün ekşimesine neden oldu. Dudakları kapalıyken sertçe bir nefes çekti. Düşmemek için sandalyenin kolunu sıkıca tuttu. "İyi misin?" Tüm resmiyeti bir kenara atan Savcı Alpay, çevik bir hareketle sandalyesinden kalktı. Hızla Ayliz'in yanına gelip kolundan yakaladı. Düşmesine müsaade etmeden yeniden sandalyeye oturmasına yardım etti. "Ayağım..." diye mırıldandı kısaca Ayliz. "Sorun yok, ben hallederim." "Ne oldu ayağınıza?" Onu oturttuktan sonra sağ ayağının bileğini tutan adamla tüm bedeni aniden kasıldı. Yumduğu gözlerini hışımla açık adamın bileğini tutan eline şaşkınlıkla baktı. Ayağını sanki canavardan kurtarıyormuşçasına kendisine çekti. Hareketine şaşıran Savcı Alpay başını kaldırıp ne olduğunu anlayabilmek için kadının yüzüne baktı. "Sol ayağım..." dedi ne dediğini bilmeden Ayliz. Kendine düşünme fırsatı bile vermeyen Alpay, kadının sol bileğini tutup usulca ayakkabısını çıkarttı. O esnada ona hayretle bakmaktan başka bir şey yapamıyordu Ayliz. "Ne yapıyor..." "Parçalamışsın ayağını!" derken öfkeliydi sesi. "Bu şekilde topuklu ayakkabıyla yürümeye devam mı edecektin?" Kaşları hayretle havalanan Ayliz, şaşkınlıkla önünde eğilmiş adama bakıyordu. Neden bu kadar ilgileniyordu? "Bir yara bandı ile halledilir..." "Ama ona vakit bile bulamayıp bu acıyı çekecektin tüm gün!" Usulca ayaklanıp masanın etrafında dolaştı. Bir çekmecesini açıp içini biraz karıştırdıktan sonra istediğini buldu. Bir tane yara bandı ile yeniden Ayliz'in yanına döndü. Ona müsaade etmesini beklemeden ayağını tutup kendine doğru çekti. Ayakkabının vurduğu yere dikkatle yara bandını taktıktan sonra kafasını kaldırıp yeniden ona baktı. O an farkındalık kazandığını gözlerinde gördü Ayliz. "Güzellik uğruna bu kadar acı çekmeye değer mi?" "Acı olmadan kazançta olmaz!" diyerek yanıtladı onu Ayliz. "Her güzelliğin bir bedeli vardır." Ayağını usulca adamın narin ellerinden kurtarırken kalbinin ne kadar hızlı attığını kulaklarında zonklamasından anlıyordu. Bu kadar heyecanlanabileceğinden haberi dahi yoktu. "Bir dahakine bedel ödemeden bile güzel olduğunu anımsarsın, umarım." Nefesi kesilen Ayliz, daha ne kadar şaşıracağını sorguladı. Bu adam onunla oynuyordu resmen! "Teşekkür ederim, her şey için." Derken sesini nasıl bulup da mantıklı cümle kurduğuna kendisi bile şaşırdı. "İyi günler, Avukat Hanım." "İyi günler, Sayın Savcım." *** Harekât Merkezindeki son toplantı nihayet bittiğinde orada bulunan her asker gibi ayaklanıp komutanlarıma selam durdum. Selamlaşmanın ardından dışarıda bekleyen araçlara binmek üzere koridora çıktık. Koridora büyük bir sessizlik hâkimdi. Herkes operasyona odaklanmış durumdaydı. Tüm hafta hem Gökbörü hem de Sungur Timi, Ötüken Timi Komutanı Binbaşı Tulgar Bora'dan gerekli teorik eğitimi almıştı. Gerçekten dediği gibi eğitimi bizzat üstlenip vakit ayırması beni bile şaşırttı. Tüm hafta barut gibi gezen Bahadır Sorgun'dan bahsetmeme gerek olmadığını düşünüyordum. Operasyon basitti. Teoride çok basitti... Nur'un sayesinde, o pisliğin uyuşturucu satışı için müşterisiyle buluşacağı yerin koordinatlarına sahiptik. Öncü bir birlik çoktan varmış, alanı güvenliğe almıştı. Anlık bilgi aktarımı sağlıyorlardı. Buluşma saatine kadar bizde orada olacaktık. O zehir saçan pislikleri suçüstü yakalayıp yargıya teslim edecektik. "Tedirgin görünüyorsun." Tam karşımda oturuyordu. Elinde en sevdiği tüfeği vardı. M762 Beryl. Polonya yapımı bir saldırı tüfeği. Yetenekli eller de bir baş belasına dönüşürdü fakat çok sektiği için kullanmamayı tercih ederdim. Onun gibi bir psikopattan başka tüfekte beklemezdim doğrusu... "Halay mı çekeyim?" Sorumla suratında bir gülümseme belirdi. Gerçekten uyuz herifin tekiydi. "İstediğin oluyor işte. Terörle mücadele ekibini alıp keyfin için narkotik operasyonuna çıkarıyorsun. Yolundadır senin için her şey..." "O suratındaki sırıtışı dağıtmadan benimle uğraşmayı kes, Kızıl..." Merih'in gizleme gereği bile duymadığı kahkahası arabayı doldurdu. Gerçekten Bahadır Sorgun'la uğraşmamdan artık haz alıyordu. Başta bana uyuz olduğu malumumdu ama artık aynı taraftayız gibi geliyordu. "Madara oldun oğlum..." diyerek hemen bulaştı zaten Bahadır Sorgun'a. "Yüzbaşı Beyza senin en büyük belan bu saatten sonra." Ha şunu bileydiniz... Durup bir süre sessiz kalan Bahadır Sorgun herkesi şaşırttı. Ondan küfür duymaya öylesine alışmışım ki ben bile o an küfretmesini bekledim ama yapmadı. "Yüzbaşı Beyza senin ayarları bozmuş, neden küfretmedin lan?" Silahına odaklanmış adam bu sözlerle başını hafifçe çevirip konuşan Merih'e baktı. Ardından çenesiyle beni işaret etti. Ne demek istediğini anlayamayan Merih, aval aval onun suratına bakmaya devam edince açıklama yapmak zorunda kaldı. "Biber sürermiş ağzıma onun yanında küfür edersem." Gözlerimi devirdim. Bu adam çoğu zaman sabrımı sınamakla kendince eğleniyordu, farkındaydım. Fakat bu sefer bunun farklı bir şey olduğunu o an anladım. Daha önce küfür etmemesi için özellikle uyarmama rağmen umursamayan adam ben artık hiçbir şey demezken hatta duruma alışmışken uydurduğu bir sebeple yanımda küfür etmemeye karar vermişti. Şaibeliydi... "Biber mi?" "Evet, biber. Bir sıkıntı mı var, Yüzbaşı Merih?" diyerek araya girme gereği duydum. Fazla üstüne gitsin de istemiyordum. Göreve çıkıyorduk sonuçta, kafasını dağıtıp odağını bozmamalıydı. "Lan, ne biberi?" "Köy biberi!" Sözler ağzımdan çıkarken hiç bu kadar güleceklerini düşünmemiştim. "Komutanımın biberidir abi," Yanındaki askeri omzuyla dürteni duyduğumda neden o kadar güldükleri anladım. Dediğim lafın böylesine yanlış anlaşılacağını bilseydim belki yine söylerdim ama Bahadır Sorgun'un pişmiş kelle gibi sırıtarak suratıma böyle bakacağını bilsem dilimi kesmeyi yeğlerdim. "Gerçi benim biberi kırdılar," diye fısıldadı beni utandırabilirmiş gibi. Gerçi... Bu sefer başarmıştı. Tüm bedenimin utançla ısındığını hissettim. Gözlerimi arabanın tavanına dikip derin derin nefes alırken sabır çekiyordum. Ekipteki tek kadın değildim elbette. Fakat diğer hemcinslerim saha görevlerine bizimle gelmiyorlardı, onlar daha çok istihbarat tarafındaydılar. Nur'un yanımda olabilmesi için neler vermezdim... Hepsi bize gülüyorlardı. Onlar güldükçe sanki dünyanın en büyük esprisini yapmış gibi kabaran Bahadır Sorgun'u seyretmek bir işkenceydi. Daha fazla dayanamazdım! "Yeter!" Keskin sesim tüm gülüşmeleri bastırdığında nihayet kafamı dinleyebileceğime sevindim. Sırtımı arkama yaslayıp gideceğimiz yere kadar sessizliğin tadını çıkardım. Oh be, gerçekten dünya varmış... Arabalar, buluşmanın yapılacağı yere en yakın durabileceği noktada bizi indirdi. Ardından yayan bir şekilde operasyon için hazır da bekleyen askerlerin yanına doğru ilerledik. Kısa bir yürüyüşün ardından yanlarına varmayı başardık. Hiç beklemeden operasyonla ilgili orada kısaca toplantı yapan komutanlarımızın yanlarına doğru ilerledim. Merih'te peşimden geliyordu haliyle. "Yüzbaşı Karaaslan, komutanım." Diyerek selam durdu. "Yüzbaşı Akkurt, komutanım." Tam yanımda bitti elbette Merih. Operasyonun sorumlu tim komutanlarıydık. Maalesef beraber hareket edecektik... "Mühendis Binbaşı Ahmet Kürşat Karayiğit, sizi bekliyorduk." Diyerek bizi selamladı komutanımız da. Kendisini istihbarattan tanıyordum. Kuzgun kod adlı çok iyi bir istihbaratçı askerdi. Bizim istihbarattaki çaylaklık dönemi onların ekibinin hikâyelerini dinleyerek geçti. Çıktıkları her operasyon ile konuşacak daha çok konumuz olurdu. Onlar efsaneydiler... "Komutanım, son durum nedir?" "Beş dakika içinde herkes planlanan konumuna yerleşecek. Buluşma yaklaşık bir saat içinde gerçekleşecek. Geri kalanı size Kıdemli Ajan Nur anlatsın, konuya herkesten daha hâkim." Sözlerinin ardından arkasını dönen Binbaşı Ahmet Kürşat, arkadaşıma seslendi. "Nur, buraya gel." "Geliyorum, komutanım." *** Nur Komutanım Mühendis Binbaşı Ahmet Kürşat'ın beni çağırmasıyla Beyzaların geldiğini anladım. Masadaki haritanın önemli noktasına son kez parmağımla bastırdıktan sonra çaylağıma göz kırpıp arkamı döndüm. Masadan doğruldum ve saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken yürümeye başladım. Üstümde görev esnasında giymeyi tercih ettiğim siyah tulum vardı. Tüm bedenimi ikinci bir deri gibi saran bu tulum, hareketlerimin kısıtlanmasını engelliyordu. Görev esnasında bana ağırlık yapacak hiçbir şeye tahammülüm yoktu. Delici kesici aletler bilumum adam öldürmeye yarar silahlar hariç elbette... Beyza'yı seçebildiğimde yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi. Yanında duran adamın uyuz olduğu Yüzbaşı Bahadır Sorgun olduğunu düşündüm. Yaklaştıkça daha çok tanıdık gelmeye başladı sıfatı. Geçenlerde yaşadığım tatsız olayın hatıraları hafızamı işgal etmeye başladığında önce bocaladım. Onu tanıdığım an ise gözlerim kısıldı. Kocaman açılan gözlerle şaşkınca suratıma bakakalan adamın tam önünde durduğumda nefesini tuttu. Karşısında görmeyi umduğu son insan bile değildim büyük ihtimalle. Onun bir asker çıkmasını yadırgamadım. Vücut yapısından kolluk kuvvetlerinde çalıştığını düşünmüştüm zaten fakat gün gelip de karşıma çıkabileceğini... İşte bunu hiç tahmin edemezdim. "Beyza?" Soru soran sesim işitilirken suratımdaki o gülümseme yerini ölümcül bir ifadeye bıraktı. Bu herif kesin elimde kalacaktı, artık emindim. "Nur?" Arkadaşımın keyifli sesinden anlaşıldığı üzere ne olduğunu biliyordu. Adamın suratındaki solmaya başlamış olan boydan boya iz zaten onu ele vermiş olmalıydı. "Senin burada ne işin var?" Şaşkınlığını ilk atlatan ben oldum. "Ben böyle bahtın hısımını da hasımını da sikeyim..." "Sen zahmet etme, yakışıklı," dedikten sonra yanağından sert bir makas aldım. Hareketimle kaskatı kesildi. "Ben halledeceğim o işini!" "Ben öldüm, Beyza!" derken çok çaresiz çıktı sesi. "Bu ruh hastası ölümü bile sikecek!" "Yüzbaşı Merih..." Beyza'nın uyarı dolu sesi adının Merih olduğunu öğrendiğim ödleği daha fazla korkutamazdı. Korkusundan altına sıçmıştı zaten. "Öldüğümde ölmüşünü bile... Yüzbaşı Merih. Ölünü bile!" Beyza, şaşkınlıkla bana döndü. Benden duymayı beklemediği sözlerdi elbette fakat bunu beni eskort yapmadan önce düşünmesi gerekirdi. Bu görev sırasında oldukça yaratıcı küfürler öğrenme şerefine nail olmuştum. Artık küfür dağarcığım pek genişti. "Şimdi siki tuttun, Merih..." Beyza, hayretle sesin geldiği tarafa döndü. Tam arkasında duran herife bir bakış attı. Bu bakışla adamın eğitimli köpek misali hazır ola geçişini gördüm. Ardından boğazını temizledi ve bana döndü. "Yüzbaşı Bahadır Sorgun..." diye başlayacak oldu ama hemen sözünü kestim. "Kızıl..." Şaşkınlıkla çıktı sesim. Beyza'nın anlattığı adam ile bunun alakası bile yoktu. Ya bu kız kördü ya da kör kütüktü! Yunan heykeli gibi adamdı işte, Beyza bu adamı kötülediği için çarpılmalıydı... "Ulan tüm dünyaya rezil ettin beni!" diye söylendi hemen Bahadır Sorgun. "Götümü versem böyle ünlenmezdim!" "İlkin ben olayım, Sorgun!" diyerek araya girdi laubali bir şekilde Merih. "Kafanı götüne sokarım, Merih!" diyerek Beyza'nın anlattığı gibi hemen küfretti Bahadır Sorgun. "Hem ağzına veririm hem götünü sikerim." Hayretle ağzım açık kaldı. "Çok iyi küfür, ben bunu kullanırım!" diyerek araya girdim. "Nur!" diye beni hemen uyardı Beyza. "Onu beni eskort yapmadan düşünecektin!" Hiç beklemeden yapıştırdım cevabı. "Ulan sen görevde miydin?" Acı dolu bir farkındalıkla bilinçsizce döküldü bu sözcükler adamın ağzından. Çaresiz görünüyordu. "Görevdeki istihbaratçıya ahlaksız tekliften şikâyetçi olacağım senden!" "Ol anasını satayım ol..." derken pes etmiş gibiydi. "Şikâyet et ama ölümü de ölmüşümü de sal kurban olayım..."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD