İKİ | KİMİN PEŞİNDE?
♫ ♪ ♫
Berkay Altunyay – Sevmedim Senin Kadar
Maskemi yüzüme indirmeden hemen önce arkamı dönüp tüm erlere baktım. Tek tek her biriyle göz teması kurdum. Tüm hafta boyunca bu görev için hazırlandık. Planlar, strateji tercihleri, kullanılacak mühimmat derken nihayet buradaydık. Kocaeli'nin Derince ilçesinde bulunan Derince Limanı'ndan yapılacak kaçak silah sevkiyatına şafak operasyonu gerçekleştirilecekti. Alınan istihbarat için aylarca uğraştığımızı biliyordum. Nihayet onları yakalayıp demir parmaklıkların ardına gönderecek olmaktan onur duyuyordum.
Yıllardır operasyonun saha kısmında görev yapmadığım için paslandığımı düşünüp bütün haftamı çalışarak geçirdim. Fakat tam şu anda anlıyordum ki bazı şeyler kandan geliyordu. Şimdi kendimi kırk kaplan gücünde hissediyordum. Vatanıma zarar vermek isteyen birinin karşısında hep böyle hissedecektim sanırım.
"Liman PÖH ve JÖH birliklerinin destekleriyle abluka altına alındı, komutanım. Komandolar hazır, emrinizi bekliyoruz!" dedi kıdemli Teğmenlerden biri.
"Hazır olun, birazdan gireceğiz!"
Maskemi yüzümün tamamını kapatacak şekilde indirdikten sonra tüfeğimi kontrol ettim. HK416 (M416 da denir.) (Alman yapımı Piyade Tüfeği.) en sevdiğim tüfekti. Eklentileri ile hem sekmesini azaltmak konusunda çok başarılıydı hem de diğerlerine göre daha hafifti. Elbette bunlar benim kendi deneyimimden çıkardığım sonuçlardı. Bu sebeple HK416 kullanmayı tercih ederdim daima.
Mesela Nur bir psikopat olduğu için şayet keskin nişancı yoksa AWM (Accuracy International Arctic Warfare, Birleşik Krallık yapımı bir keskin nişancı tüfeğidir.) eğer ki otomatik bir tüfek kullanacaksa Groza (Rus yapımı bir piyade tüfeğidir.) tercih ederdi. Aklıma Nur geldiğinde bu iş bittikten sonra en kısa zamanda SİT binasına gitmem gerektiğini anımsadım.
"Kara Bereliler, şimdi!"
Aldıkları emirle birlikte koordineli bir şekilde limanın ön girişinden geçtik. Saat çok erken olduğu için zaten kimsecikler yoktu. Hızlıca depo olarak kullanılan kısımlara ilerledik. Tren raylarını bir aksilik çıkmadan aştıktan sonra nihayet depoya giriş yaptık. Etraf yeni doğan güneşle yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyordu ama fenerlerimiz de açıktı.
Sessizlik hâkimiyeti eline almıştı ama bunu yemezdik. Kızıl ötesi kameralardan tespit edilen yerdeydik! Herkes öncelikle siper aldı ardından ben ilk uyarıyı ilettim.
"Teslim olun, etrafınız sarıldı, Türk askeri burada!"
İkazımdan hemen sonra ateş açılması tahmin ettiğimiz bir şeydi. O yüzden öncelik her zaman siper almak olmalıydı. Karşındaki düşmanın ne zaman ne yapacağı hiçbir zaman belli olmazdı.
Sıcak çatışma, karşıdakilerin sayısının az olması sebebiyle olabilecek en kısa sürede tamamlandığında yaralanmamış olan suçlular PÖH tarafından tutuklandı. Yaralılar tedavi edilmek üzere ambulansla hastaneye götürüldü. Ölenler ise incelenmek üzere adli morga gönderildi.
Yüzden fazla kaçak silah, uyuşturucu madde ve bir miktar para ele geçirildi. Onları da yetkili kuruma teslim ettikten sonra hiç kayıp vermeden görevi tamamladık. Yaralanan iki askerim tedavi olmak için hastaneye gitti. Ben de elbette arkalarından gittim. Hastanede yapılan müdahalenin ardından doktorlarından durumlarının iyi olduğunu öğrendim ve onları ziyaret ettim. Aynı odada kalıyorlardı.
"Geçmiş olsun, asker!"
"Sağ ol, komutanım!" diye karşılık verdiler aynı zamanda.
"Çabucak iyileşin, sizsiz olmaz." Derken gülümsedim.
Bu ilgim hoşlarına gitmiş, önemseniyor olduklarını görmek onları mutlu etmişti.
"En kısa zamanda geri döneceğiz, komutanım."
"Güzelce dinlenin, bu bir emirdir!" dedim hâlâ gülmeye devam ederken. Onlar da sözlerimden sonra gülümsediler.
Onlara veda etmiş odadan çıkmaya hazırlanırken hışımla açılan kapıyla bakışlarım o tarafa döndü. Sivil bir şekilde odadan içeri giren adam ile göz göze geldik. Burada olduğumu gördüğünde tek kaşı merakla havalandı sorgularcasına.
"Kerem, Pusat... İyi misiniz, aslanlarım?" derken bana hiçbir şey söylemeden yanımdan geçip gitti. Bir şey demedim. Öfkesini çıkaracak yeni bir yer bulana kadar hedefinin ben olduğuna ikna olmuştum artık.
"İyiyiz, komutanım. Beyza Komutanımız sağ olsun, herkes özel olarak ilgilendi bizimle."
Kollarımı göğsümde birleştirdim ve dikkatle sırtını izlemeye başladım. Sonraki an bana döneceğini bildiğimden... Yanılmadım, erlerin sözünden hemen sonra arkasını dönüp şaşkınlıkla bana baktı. Askeriyle ilgili olan tek komutan kendi zannediyordu herhalde.
"Timim yetmedi, askerlerimin gönlünü de mi çalmaya çalışıyorsun Yüzbaşı Beyza Sena Karaaslan?"
İkinci ismimi işittiğim an sarsıldığımı hissettim. Bir ara kimlikten bile çıkarmayı düşündüğüm ismim. Çok sevgili (!) beni terk eden annem tarafından eklenmiş ismi hiçbir zaman kullanmak istememiştim. Henüz çocukken beni ve babamı arkasına dahi bakmadan başka bir adam için terk etmişti. Hayatımda hiçbir zaman yeri olamayacağı için onun koyduğu ismi de kullanmıyordum. Kendimi tanıtırken de bu ismi söylemediğime göre bu adam ismimi nereden biliyordu?
"Birincisi," diyerek tek parmağımı kaldırdım ve onun üstüne doğru adım attım. "Emre itaatsizlik etmeseydin de timine ben atanmasaydım o zaman Yüzbaşı Bahadır Sorgun! İkincisi," Tam dibinde bittim ve başımı kaldırıp dik bir şekilde gözlerinin içine baktım. "Beni araştırmak için aptal olman gerekirdi ve sen en kallavi aptal olduğunu az önce ağzından kaçırdın!" Sözlerimin ardından parmağımın ucunu göğsüne vurdum. Öylece bakakaldı. Diyecek bir söz bulmak için düşünmesi gerekti.
"Neden?" diye sordu. Bu soru için bu kadar düşündüğüne inanamıyordum!
"Milli Gizli bir istihbaratçıyı araştırmayı sadece aptallar göze alabilir."
"Beni şikâyet mi edeceksin yoksa üstlerine, Beyza Sena?"
Adımı sıfatlarından arınmış bir şekilde hem de tam haliyle ondan duymak mideme kramp girmesine neden oldu. Bilerek yapıyordu! Bilerek o ismi kullanıyordu çünkü beni araştırdıysa her şeyden de haberi olması gerekirdi.
"Bir daha ikinci ismimi kullanırsan karşındakinin beceriksiz bir terörist olmadığını ve onun gibi beni komaya sokamayacağını kanıtlarım sana, Bahadır Sorgun! İnan bana, merhamet için yalvartırım seni!"
Sözlerimin ardından hışımla odadan çıktım. Çenemi öyle bir kuvvetle sıkıyordum ki tüm kaslarımın ağrıyacağına emindim. Bu kadar bel altı dövüştüğüne inanamıyordum. Tamam, asabı bozuk olabilir ama bunun benimle ne ilgisi vardı? Sonuçta ben demedim git emre itaatsizlik et diye!
Arabamı getiren askere teşekkür ettikten sonra onu arkadaşlarının başına gönderdim. Ardından hızlıca Nur'un çalıştığı barın yolunu tuttum. Saat henüz çok erken olduğu için trafik açıktı. Yarım saat sonra işe gidenler tarafından tıkanacağına emindim. Neyse ki ben onların ters istikâmetindeydim.
Bara gitmeden önce kendi evime gitmeye karar verdim, duş aldım ve üstümü değiştirdim. Biraz makyaj yapmam gerekti elbette. Saçlarımı açık bıraktım. Üstüme bir etek ve tişört giydim. Malum sabahın köründe içmeye giden bir kadın gibi görünmeliydim... Yolda Nur'a mesaj çektim.
Barın önünde arabayı valeye teslim edip hızlıca içeri girdim. Bar sandalyesinde barmenin önünde otururken alkolsüz bir içecek istedim.
"Alkolsüz içeceksen bir kafeye de gidebilirdin," dedi yakışıklı barmen adeta flört ederek.
"Bu saatte içmeye gelen az olur, kalabalık bir yeri başım kaldıracak gibi değil." Diyerek yanıt verdim.
"Çok mantıklı," Göz kırpıp barı silme işine devam etti.
O esnada birkaç çalışan kızla sohbet ettim ki kimsenin gözüne batmayayım. Onlar erkenciydi. Sanırım yaptıkları işe ayık kafayla katlanamıyorlardı.
"Uzak dur böyle yerlerden kızım. Her türlü pislik burada. Doğru düzgün paramızı bile vermiyorlar..." derken elindeki tekilayı fondip yaptı.
"Neden bırakmıyorsun madem memnun değilsen?"
"Bırakmak mı?" Şuh bir kahkaha attı. Aleni alayı biraz sinirimi bozdu doğrusu. Aptal gibi hissettirdi bana kendimi. "Kızım buradan anca ölümüz çıkar."
Tüylerim diken diken oldu. Öyle bir ülkede yaşıyorduk ki faili meçhul binlerce kadın cinayeti vardı ve bir gün bu kadının da aynı durumda olabileceğinin farkına varmak insanın kanının çekilmesine neden oluyordu.
"Güzellik, ne işin var bu saatte burada?" Kırıtarak, muntazam bir cilveyle yanımıza gelen Nur'u gördüğümde sırıtmamak için kendimi zor tuttum.
"Biraz kafa dinlemek istedim, bu arada ismim Pelin." Diyerek ona göz kırptım.
"Asuman, memnun oldum fıstık." Diyerek yanağımdan bir makas aldı Nur.
Elbette gerçek isimlerimizi kullanmıyorduk. Böylesi bir aptallığı en acemisi dahi yapmazdı da zaten. Biraz etrafı gözlemledikten sonra hesabı ödeyip oradan ayrıldım. Kapıdan çıktığım sırada önümde izbandut gibi dikilen adamla tek kaşım havalandı.
"Buyurun?" diye sordum merakla adama bakarken.
"Patron seni görmek istiyor!"
"Sebep?" diye sorarken tasasız görünüyor olsam da içten içe korkmaya başlamıştım bile. Gözlem yapmaya geldiğimi anlamalarının imkânı yoktu!
"Gidince öğrenirsin!" diyerek bir anda beni kolumdan tuttu.
"Elini çek," dedim sakin olmasına özen gösterdiğim sesimle. "Ve bana derhal arabamı getir polis çağırmadan hemen önce!"
"Patronun emri!"
"O elini çekmezsen birazdan patronunun götüne sokacağım ilk şey elin olacak!" diye tıslarken gözümün karardığını fark ettim.
Sanki ben konuşmuyormuşum gibi beni adeta çekiştirerek peşinden götürdü. Elbette onu durdurabilirdim, bunun için eğitilmiştim bile fakat kendimi ifşalamaktan başka işe yaramazdı. Bunu göze alamazdım. Aylardır yürüttüğümüz operasyon benim yüzümden ifşa olmamalıydı. Beni bir odanın önüne götürdü. Kapıyı çaldıktan sonra aldığı olumlu komutla kapıyı açıp kendiyle beraber beni de içeri soktu.
"Patron, kadını getirdim."
Beni öne doğru ittirdi. Dengemi kaybetmeden ayakta kalmayı başardım. Merakla karşımdaki adama baktım. Benden bir iki yaş büyük olduğunu düşündüğüm adam dikkatle beni inceliyordu. Aynı dikkatle ben de onu inceliyordum. Kısa bir süre sonra kıçını asla kurtaramayacağı bir belaya bulaştıracağım adamın kim olduğunu bilmek güzel olacaktı. En nihayetinde sayemizde ömrünün geri kalanını parmaklıklar ardında geçirecekti.
"Gazeteci misin?"
Sorduğu soruyla neredeyse kahkaha atacaktım ama bu şekilde düşünmesi işimi kolaylaştırırdı. Gazeteci olmak istihbaratçı olmaktan iyiydi, hayatta tutardı!
"Vatandaşım!" dedim üstüne basa basa. "Sessiz sakin bir yerde zıkkımımı içeyim başım ağrımasın dedim ama mekânın sahibi ve adamları tarafından taciz ediliyorum!"
Sözlerimle adam şaşırmışa benziyordu. Yüzündeki alaylı sırıtış ise dağıtılmaya değer duruyordu. Keşke bir tane suratının ortasına geçirebilseydim.
"Çok şüpheli..." dedi laubali bir sesle.
"Nesi?" Sorum istediğimden bile sert çıktı. "Araba kullanacağı için alkolsüz içki içmeyi tercih eden sıradan bir vatandaş mı?"
"Çalışanlarımın aklını karıştırıyormuşsun."
"Ne?"
"İşi bırakmalarını falan söylüyormuşsun..."
"Ben sadece memnun değilse istifa edebileceğini söyledim, malum her çalışanın yasal hakkı!" derken kolumu nihayet izbandutun elinden çekip kurtardım. "Bir başka yasal hakkı da söyleyeyim sana, başınıza polis yığar ve zorla alıkonulduğum için şikâyet edebilirim sizi!"
Sözlerime kahkaha attığında ne yalan söyleyeyim irkildim. Onu eğlendiriyor muydum?
"Çok hoşuma gittin, Pelin..." dedi manidar bir ses tonuyla. "Bundan sonra ne zaman buraya gelsen hesabın benden."
"Ne münasebet?" diye çıkıştım çirkef bir sesle. "Böyle kaba saba bir adamın mekanına bir daha ayak bile basmam! Şimdi müsaadenizle!"
Kimse beni durdurmaya kalkmadığı için rahatça o odadan ve mekândan çıkmayı başardım. Kalbim kulaklarımda atarken nefes nefese valenin barın önüne çektiği arabama bindim. Sıradan bir vatandaş gibi tepkiler vermeye özen gösteriyordum. Açık vermemek için bir hayli uğraşıyordum. Beni araştıracaktı, biliyordum. Adamın bilmediğiyse gerçekten bana sağlanmış Pelin Korhan adlı bir kimlik olduğuydu. Operasyonlar esnasında kullandığım, gerçekten ayrımını yapılmasının imkânsız olduğu bir kimlik...
***
Edindiğim bilgileri aktarmak üzere SİT binasına gittim. Müdürümle kısa bir toplantı yaptık yalnızca. Çok kısa bir süre önce yaşadığım olayları da elbette tüm detaylarıyla ilettim. Müdürüm çok dikkatli olmamız gerektiğini üstüne basa basa iletti. Nur'u da tetikte olması için haberdar ettim ama zaten haberi vardı. İstihbarat konusunda çok iyiydi.
İşimi bitirdikten sonra kışlaya gitmek üzere yola çıktım. Şehrin öbür tarafında kaldığından yol bir hayli uzun sürüyordu. Arabamın plakası sisteme kaydedildiği için yeniden kimlik göstermeden içeri girdim. Arabayı park edip inip lojmanların olduğu tarafa doğru yürümeye başladım. O esnada elbette timdeki köstebeği ve o uyuşturucu baronunu düşünüyordum. Nur zaten tam yetkili olduğu için o kısmı kendisi hallediyordu ama yine de tüm operasyondan haberdar olmak istiyordum. Timdeki köstebeğe gelince, geçen onca güne rağmen bir kişiden bile açık görmemiştim. Operasyonda da tüm erler yapabileceklerinin en iyisini ortaya koymuşlardı. Canlarını ortaya koyuyorlardı, daha ötesi var mıydı?
Kimdi bu köstebek?
"Baş Kıdemli İstihbaratçı..."
Gizlice bana arkadan yaklaşan adamın adım seslerini birkaç dakikadır dinlediğimden elbette orada birinin olduğundan haberdardım. O tam konuşacakken ona dönüp kolumun birini boğazına diğerini de karnına yaslamıştım. Çelme takıp koca adamı yere serdiğimde tam da üstüne düşmek gibi bir planım yoktu. Beyefendi tabi ki saldırıma karşılık vermiş ve onu yere düşürürken kollarımdan tutarak beni savunmasız bırakıp bir de üstüne düşmeme sebep olmuştu. Şimdi iki seksen yatıyorduk yerde altlı üstlü!
"Ölmek mi istiyorsun?" diye sordum öfkeyle.
"Yaklaştığımı ruhun bile duymamıştı nasıl bu kadar hızlı tepki verebilirsin?"
"Ruhum mu duymamıştı?" Sözlerimin ardından kıkırdadım. "Ne zamandır peşimde olduğunu saniyesi saniyesine biliyordum, Yüzbaşı!" Kaşları hayretle ya da hayranlıkla havalandı. Sanırım beni fazla hafife aldığını anladığı ilk andı. Son olmayacaktı.
"Kışla da düşman mı olur, neden tetiktesin?"
"Köstebek varsa düşman da olabilir, Yüzbaşı. Size de tetikte olmanızı öneririm!" dedim çokbilmiş bir edayla. "Ayrıca üstünde yatmamdan memnun olabilirsin ama aynısını şahsım için söyleyemeyeceğim!"
Sözlerimle gözlerinde bir ifade parladı. Ardından boğazını temizleyip sıkıca tuttuğu kollarımı bıraktı. Ben de en az temasla üstünden kalkabilmek için elimden geleni yaptım.
"Yerdeyken hâlâ işini bitirebilirdim, şaşkınlıktan tüm gardlarını düşürmemelisin. Formdan mı düşüyorsun, Yüzbaşı Bahadır Sorgun?"
Alaylı sesimi duyduğunda yerden kalmış üstündeki tozu temizliyordu. Sözlerimin ardından duraksadı ve başını kaldırıp tuhaf bir bakış attı. Haddimi mi aşıyordum? O zaman kendi zehrinin tadına baksındı!
"Yüzbaşı Beyza Se..." Tek kaşım havalandı. Bu hareketimle susmak zorunda kaldı. Onu uyarmıştım. Yerinde olsam benimle çok uğraşmazdım. Sabrımın da bir sınırı vardı.
"Neden ikinci isminden bu kadar rahatsızsın?"
"Sana ne!" dedim öfkem beni ele geçirirken. "Kullanmıyorum ve kullanılmasını istemiyorum, o kadar!"
"Bugün SİT binasına gitmişsin. Şikâyet ettin mi bari beni?" Kasvetli hava muzip sorusuyla neyse ki.
"Senden mühim meseleler konuştuk, sana sıra gelmedi. Bir dahakine edeyim mi, Kızıl?"
"Kızılını..." diye mırıldandıktan sonra duraksadı ve bakışlarını bana çevirdi. Abanoz karası gözleri gözlerimde oyalandı. "Sana ikinci isminle seslenmek konusunda anlaştığımıza göre sen de bana o şekilde seslenme."
"Emir komuta zincirine baktığımızda en son bana emir veremiyordun sanki, Bahadır Sorgun." Dedikten sonra göz kırpıp yanağından bir makas aldım. Hareketimle tüm bedeni kaskatı kesildi. Onu öylece orada bıraktım ve sırıtarak evime doğru yola çıktım. Eve gidip kahkahalarla o haline gülmek istiyordum.
***
Yazardan
Yanında birkaç erle beraber yolda yürüdükleri esnada Beyza ve Bahadır Sorgun'u gören Merih, herkese sessiz olmasını emredip bir köşeden ne yaptıklarını merakla izledi. Diğer askerlerin izlemesine elbette izin vermedi. Ne olur ne olmaz önlem almak gerekirdi.
Beyza'nın yanağından makas aldığı Sorgun'un kazık gibi kalakaldığını görünce kahkaha atmamak için kendini zor tuttu. Beyza'nın gitmesiyle de hemen yanına doğru ilerledi. Hâlâ kızın gittiği boşluğa bakıyordu.
"Ulan şahtın şahbaz oldun!" diyerek Bahadır Sorgun'un koluna bir tane geçirdi kendine getirebilmek için. "Müptezel gibi geziyordun zaten, çarpılmanla hiç uğraşamam."
"Akşam akşam sikimi bokuna bulama siktir git, Merih!"
"Leyla Leyla bakıyorsun oğlum kızın arkasından, kendine gel lan!" diyerek diretti Merih.
"Senin işin gücün yok mu lan?" Merih'in omzundakini elini ittirip hızlı hızlı yürümeye başladı.
"Ulan piç, çocuklarla yarın izinliyiz diye mekâna gideceğiz. Seni çağırmayı düşünen beynimin vidalarına sokayım, siktir git!"
"Dimağını siker, göt cidarlarını gevşetirim uğraşma benimle." Diyerek karşılık verdi yalnızca Bahadır Sorgun. O esnada hızlı hızlı ilerlemeye devam ediyordu.
"Bir bok yapamazsın!"
Keyfinin yerinde olmadığı anlaşılan Bahadır Sorgun'u geride bırakıp biraz uzakta olan mekâna gittiler. Akşam kışlaya dönmek yerine çocuklardan birinin mekâna yakın evinde kalacaklardı. Elbette önceden bildirmişlerdi. İzinli oldukları için de bir sorun yoktu. Uzun bir yolculuğun sonunda çok ünlü mekândan içeri sorunsuz bir şekilde girdiler. Çocuklardan birinin ayarladığı loca tarzı koltuklara oturdular.
"Lan piç, nasıl ayarladın burayı?" diye sorarken gevşek gevşek sırıtıyordu Merih.
"Komutanım, elim kolum uzundur." Biraz çekinerek yanıtladı Kıdemli Üsteğmen Ömer.
"İyi iyi, bir işimize yaradı."
Gecenin ilerleyen saatlerine doğru çocukların keyifleri yerindeydi. Yanlarındaki kadınlarla sohbet etmelerine ses etmiyordu. Zaten akıllarını kaybedecek kadar içmelerine müsaade etmiyordu. Ağızlarından çıkanı her zaman bilmeliydiler nihayetinde.
"Sen neden eğlenmiyor gibi görünüyorsun, yakışıklı?"
Müziğin yüksek sesine rağmen işittiğiyle irkildi. Bakışlarını kaldırıp tam tepesinde duran kadına şaşkınlıkla baktı. Dibinde duran kadının varlığını sezemediğine inanamadı. Önünde dolu bardağa bakıp onu içmeyeceğine karar verdi. Sanırım fazla kaçırmıştı.
"Eğleniyorum," dedi yalnızca. Diğerlerinin kararına saygı duyuyor olsa da kendisi bu tarz şeylerden hoşlanmayan biriydi. Bu yüzden herhangi bir kadınla iletişim kurmamış, kimsenin yanına oturmasına müsaade etmemişti.
"Yüzün öyle söylemiyor," diyerek cilveyle koluna sürtünen kadınla irkildiğini hissetti. Bir an aklı kayar gibi olsa da derhal kendini toparladı ve cevap vermemeye karar verdi. "Yakışıklı baksana bir."
"Eskortlarla konuşmuyorum," dedi zar zor duyulan bir sesle.
Bu sözleri elbette işitti Nur. Tek kaşı tehditvari bir edayla kalkarken bu kendini beğenmiş piçe haddini bildirmek istedi.
"O zaman ne işin var lan burada?" diye sorarken kendine hâkim olabilmeyi diliyordu.
"Eğlenmeye geldim ve böyle eğleniyorum, istemiyorum seni."
"Hah!" dedi Nur resmen hakaret üstüne hakaret işitirken. "Ben de sana ölmüyorum, densiz herif!" Usulca ondan uzaklaştı ama söylenmeye devam ediyordu. "Piçe bak, sanki zorla ırzına geçtik, al senin olsun çok kıymetli namusun!"
Görevi esnasında kimseyle birlikte olmuyordu elbette Nur. Sadece masaya gider, birkaç kişiyle sohbet ederdi. İşini yaparken içerden, ulaşılması zor bilgileri toplamak için kılık değiştirmeye alışıktı. Tüm bunları görev olarak görüyor ve kılığına girdiği kişilik nasılsa onun gibi davranmaya özen gösteriyordu. Bu görevin başından beri böylesine aşağılanmamıştı. O kendini bilmeze haddini bildirebilmeyi çok isterdi.
Barın arka kapısından sokağa çıkıp cebinden bir sigara çıkardı. Aslında sigara içmezdi ama rolü gereği burada kullanıyordu. Bağımlısı olacaktı neredeyse...
"Bana baksana sen..." İşittiği sözlerin hemen ardından bileğinden kavrayan büyük elle neye uğradığını şaşırdı. "Sen bana, piç mi dedin?"
Bileğini tutan eli bileğinden yakalayıp ters yönde kıvırdığında elinin altında kıvranan şimdi oydu.
"Bana dokunmadan önce iki kere düşün, sik kırığı!" Rol gereği malum küfürbaz bir insan olması bekleniyordu. Nur bu konuda hiç zorlanmamıştı...
"Lan bıraksana elimi, kafayı mı yedin?"
"Ne oramı buramı elliyorsun oğlum, sana temiz bir dayak çekerim!"
"Tamam lan, bırak!" dediğinde adama sırıttı ve uzatmadan elini bıraktı.
"İyi, ağlama hemen yakışıklı. Güzel yüzün dağılsın istemeyiz tabi." Şimdi de tatlı tatlı gülümsüyordu az önce o küfrü eden de neredeyse adamın bileğini kıracak olan da kendi değilmişçesine.
"Ağzında çok bozuk."
"Tamir mi edeceksin? Hayırdır bilader hani eskortlarla konuşmazdın, donum gibi götümün peşinden ayrılmıyorsun!"
Nur'un her yeni sözüyle adeta yamulduğunun farkındaydı Merih. Ne diye peşinden geldiğini bile bilmiyordu. Sahi aklında ne vardı? Küfrettiğini duyduğunda masadan kalkıp buraya gelirken ne düşünüyordu?
"Konuşmuyorum dedim, yatmıyorum değil." Duyduğu sözle bu sefer dumura uğrayan Nur oldu.
"Yalnız biz öyle bir iş yapmıyoruz, yakışıklı. Gelirsin, adam gibi sohbetini edersin sonra da siktir olup gidersin. Racon bu! Konsomatrislik budur, bilmiyorsan öğren çömez."
Sırıttı Merih. Her sözünü hakaret olarak algılaması aslında yaptığı işte yeni olduğunu gösterirdi. Yıllanmış biri onun kadar alıngan davranmazdı.
"Parası neyse..."
"Ulan, senin sikinden telefon anteni bile olmaz kalkmış para teklif ediyor. Gebertirim seni!" derken uzun tırnaklarıyla yüzüne saldırdı Nur. Söylediği söze sonradan gülmeyi aklına yazdı. Nur'un hamlesinden tek bir çizikle kurtulmayı başaran Merih, biraz daha bu kadınla uğraşırsa başının belaya gireceğini anladı. Manyağın tekiydi. Sinir olsun diye bile uğraşılmazdı.
"Telefon anteni bile olmaz mı, gördün mü lan?"
"Ay sen alındın mı, bamya?" dedi Nur, birazdan elinde kalacak olan adama son kez bakarken.
"Gel göstereyim sana bamyayı!" diyerek elini bir anda kemerine götüren Merih ile bir çığlık attı Nur.
"Sapık var!"
"Ulan, sus!"
Nihayet birbirlerinden uzaklaştıklarında ikisi de öfkeyle soluyordu.
"Bir daha kime neyi teklif ettiğini iki kere düşünürsün, düdük makarna!"
"Allah çevrendeki herkese sabır versin, ruh hastası!"
O gün orada yolları ayrıldı ama yeniden birleşeceğinden ikisinin de haberi yoktu...
***
Ayağındaki topuklu ayakkabının tıkırtısı fayans zeminde yankılanırken hızlı hızlı ilerledi. Bahadır Sorgun ile yaptıkları görüşmeden sonra hâkimin karşısında nasıl savunma yapacaklarına karar vermişti. Komadaki adamda henüz bir gelişme yoktu. Fakat olay yerinden getirilen kanıtlar sayesinde kolayca müvekkilini aklayabileceğini biliyordu. Duruşmanın görüleceği dava salonunun olduğu koridora döndüğünde orada Albay Cemil ve Bahadır Sorgun'u görebildi. Hızlıca yanlarına gitti.
"İyi günler," diyerek her ikisiyle de el sıkıştı.
"İyi günler, avukat hanım. Umuyoruz ki bizi bu boktan kurtaracaksın." İşittiği argo sözcükle yüzü ekşidi Ayliz'in.
"Elimizden geleni yapacağız, Albayım."
Mübaşirin davalı ve davacıları mahkeme salonuna çağırmasıyla hepimiz o tarafa yöneldik. Kapıya doğru yürürken teröristi temsil eden terör destekçisi avukat ile göz göze geldiğinde dudakları düz bir çizgi halini aldı.
"Bu davayı alarak hata ettiniz, avukat hanım."
"Bu vatana hıyanet ederek, mezarınıza toprak attınız, avukat bey!" Ayliz, hiç düşünmeden bu sözleri ettikten sonra sırıttı.
"Bu bir tehdit mi?"
"Hayır, tüm teröristlerin sonu." Deyip göz kırptı.
"Bu ülkenin kanunları..."
"Evet, ne güzel söylediniz öyle. Bizim ülkemizin kanunları sayesinde şu anda adil yargılanma hakkına sahipsiniz. Fakat sanmayın ki meydanı size bırakacağız!" Bu vatanı kendi vatanı sayan, bu vatanı bölmek istemeyen herkesin gönlünde yeri vardı ama aksini yapan kimseye affı yoktu.
Hızlıca salondan içeri girip yerini aldı. Tam yanında oturan Bahadır Sorgun'a teskin edici bir ifadeyle baktı. Bu davanın iyi geçeceğine olan inancı tamdı. Mahkeme başladı, Savcı Alpay Barlas öncelikle davalının yargılanacağı suçları bir bir sıraladı. O esnada dikkatle zaten tanıdığı savcıya bakıyordu Ayliz.
"Müşteki (Müşteki, suçtan zarar gören veya suçun mağduru olan kişi olup davaya katılması halinde "katılan" sıfatına haiz olur.) vekilinin iddiaları bu yönde. Davalı vekilini dinlemek üzere Avukat Ayliz Hanıma söz verelim."
Usulca ayağa kalktı Ayliz. Üstünü düzelttikten sonra kısaca boğazını temizleyip konuşmaya başladı.
"Dava dosyasında sunulan kanıtlarda, müşteki diye anılan davacının hemen yanında bulunan uzun namlulu tüfek üzerinde, direkt olarak tetiğinin üstünde parmak izine rastlanmıştır. Tüfeği tutmak suretiyle müvekkillerime doğrulttuğu ve ateş etmeden hemen önce müvekkilimin silahından çıkan kurşun ile etkisiz hale getirdiği görgü tanıkları beyanında da mevcuttur. Anlaşıldığı üzere müvekkilimin bu davranışı yalnızca meşru müdafaadır. Aksini iddia eden tek bir delil olmamasına rağmen davacı vekili davada ısrarcıdır. Müştekinin ailesinin, aylar önce kayıp başvuru yaptığını davaya sunulan deliller içerisinde görebilirsiniz sayın hâkim. İfadelerinde, evlatlarının terör örgütüne katıldığından şüphelendiklerini de belirtmişlerdir."
"Bir ailenin yalnızca korkusunu dile getirmesi kanıt olarak kabul edilemez!" diyerek derhal itiraz etti davalı avukatı.
"Sözümü kesmeyin, avukat!" Onun gibi aleni terör destekçisi birine sayın sıfatı kullanmayı gereksiz gördü Ayliz.
"Sayın Hâkim," diyerek araya girdi Savcı Albay. "Davacı vekili haklı, endişeni belirten ailenin sözleri direkt olarak delil kabul edilemez."
Hayretle döndü ona Ayliz. Bunu söylemek onun göreviydi ama yine de sinir olmadan edemedi.
"Aleni bir ifade mevcut, Savcı Bey! Ailesinin endişelerinin hemen üstüne davacı nasıl oluyorsa teröristlere baskın yapılan yerde ortaya çıkıyor. Hem de tüm siviller üst kattayken onun diğer teröristlerle yan yana olması da göz ardı edilemez, silahlı olduğu da kanıtlandı!" diyerek öfkesini kustu Ayliz. Ona bakan Alpay'ın kaşı havalandı. Bu ne cüret dercesine ona bakıyordu. Mesele vatan meselesiyse kendine hâkim olamazdı Ayliz.
"Avukat Hanım da haklı," diyerek araya girdi hâkim. "Davacı şayet sivilse neden sivillerle beraber değildi?"
"Üstelik Sayın Hâkim," diyerek sözü yine ele aldı Ayliz. "Siviller operasyon başlamadan bölgeden uzaklaştırılıyor. Sivillerin yanında olsaydı eğer camiden çıkarılmış olurdu zaten. Ayrıca şahitlerin ifadelerinde, her biri dava dosyasında mevcuttur, yer alanlar da bir o kadar ilginç." Dosyalar arasından doğru kâğıdı çıkarıp okumaya başladı Ayliz.
"Bizi korumadığınız için koruyacak birilerine, bir güce, bir orduya ihtiyacımız vardı! Biz de kurduk! Bir gün hepinizi bu topraklardan kovacağız, toprak hırsızları!" Okuma işi bittiğinde kâğıdı masaya koyup yeniden hâkime döndü. "Anlaşıldığı üzere davacı aslında şu anda yanımda duran şerefli bir Türk askeri olan Bahadır Sorgun yerine davalı olarak hesap vermeli. Meşru müdafaa yapan bir askerin burada işi yok!"
Sözlerinin sert olduğunun farkındaydı ama baskılar yüzünden bu kadar keskin olmak zorundaydı. Malum isimler ifşalanmamış olsa da olay bir şekilde medyaya sızmıştı. Davanın kalanı beklediklerinden bile iyi geçti. Sunulan her bir delil, şahit ifadeleri, olay yeri incelemesi ve bilirkişi raporu, her şey onların lehineydi. Bu davayı tek celse de bitirebilecek kadar çok delil sunmuştu mahkemeye.
Bahadır Sorgun, hâkim için bir kez daha olayı olduğu gibi anlattıktan sonra yerine geçti. Davacı avukat asılsız suçlamalarına devam etti ama galeyana gelmelerine müsaade etmedi Ayliz. Bahadır Sorgun öfkeden delirse de oturduğu yerde oturmaya devam etti elbette.
"Karar." Hâkimin sözleriyle herkes ayaklandı. "Davalının tutuksuzluğunun devamına; Mahkemeye sunulan deliller, ifadeler ve bilirkişi raporunun okunup değerlendirilebilmesi için davanın 15 Ekim 2024, 14:00 tarihine ertelenmesine karar verilmiştir."
Aslında bu celse de bitebilirdi ama karşı tarafın itiraz edebileceği hiçbir şey kalmaması için hâkimin bu kararı verdiğine emindi Ayliz. Neyse, diğer celse de bu işi kökünden bitirirlerdi.
"Şanslısın, hâlâ tutuksuz yargılanıyorsun." Diye mırıldandı Ayliz.
"Soruşturma bitmediği için görevime hâlâ dönemiyorum, Avukat Hanım."
"Soruşturmayı bitmiş sayabiliriz. Dava lehine sonuçlanacak, Yüzbaşı." Kendinden emin bir şekilde söylediği sözlerin aksine inanmıyordu. Tüm kanıtlar ortadaydı...
***
Spor salonunda, kum torbasını yumruklarken aslında kendimce terapi yapıyordum. Nur'la son konuşmamdan sonra keyfim pek yerine gelmişti. Yaşadığı olayı öyle bir anlatmıştı ki gülmekten karnıma ağrılar girmişti. Güzel bir gelişme vardı. Uyuşturucu baronunun mal satışı görüşmesi ayarladığını tespit etmişti. Hemen üstlerimize durumu bildirmişti. Çok yakında o kendini beğenmiş piçin gülüşünü gerçekten dağıtacaktım.
Kum torbasına sol kroşe vurup ardından etrafımda dönerek en üst noktaya tekme attım. Saçlarım terden ıslanmıştı. Uzun zamandır çalışıyor olmalıydım. At kuyruğu yaptığım saçlarım çoktan dağılmış, terle yüzüme yapışmıştı. Nefes nefeseydim ama hâlâ durmak istemiyordum.
"Ulan şerefsiz, ulan şerefsiz..." Öfkeyle birinin spor salonuna girdiğini duyduğumda irkildim. "Hele bir komadan çık, hele bir çık... Seni bayır aşağı yatırıp, kayamayasın diye ağzına takoz sokup manzarayı seyrede seyrede sikmezsem bana da Sorgun demesinler!"
Öfkeyle köşedeki başka bir kum torbasına gidişini şaşkınlıkla seyrettim.
"O basurlu götünü cümle aleme siktireceğim orospu çocuğu!"
Hışımla girişti kum torbasına. Karşısında gerçekten o adam varmışçasına bir hiddetle yumruklamaya başladı.
"Bahadır Sorgun?" Sesim cılız çıktı. Öfkeli olduğu için zaten sinir olduğu birini görmek onu daha da öfkelendirecekti nihayetinde. Usul usul yaklaşmak en iyisiydi.
Şaşkınlıkla durup bana döndü. Orada olmamı beklemediği için normaldi bu kadar şaşırması. Tabi kulak misafiri olduğum o muntazam cümleleri de düşününce açıkçası utanmasını beklerdim ama hâlâ bir boğa gibi burnundan soluyordu.
"Hâlâ sende!" dedi öfkeyle solurken.
"Ne?"
"Hâlâ Gökbörü Timi komutanısın yani, merakın giderildiyse sövmem gereken işler var!" diyerek arkasını döndü.
Asabım iyice bozuldu. Tüm öfkesini bana kusmasından sıkıldım. Önünü arkasını düşünmeden hızlı adımlarla ona doğru yürüdüm. Kum torbasını tüm vücuduyla dövüyordu, onu yakalamak riskliydi ama bu riski göze aldım. Kolunu tutup bir anda kendime çevirdim. Gücüm karşısında yine bir şaşkınlık yaşadı.
"Derdin ne senin?" diye patladım nihayet. "Vatan görevi diye geldim buraya ne yerinde ne işinde gözüm yok. Emre uyuyor ve bana ne denildiyse onu yapmaya çalışıyordum, öfkeni kusacak başka birini bul artık, yeter!"
Kendime kendim bile şaşırdım. Böyle ona çıkışacağımı hiç düşünmemiştim ama dediğim gibi benim de bir sabrım vardı.
"Biliyorum!" diye patladı beklenmedik anda. "Biliyorum ama yine de kendimi tutamıyorum. Seni her benim timimin başında gördüğümde hâkimiyeti kaybediyorum!"
Tuttuğum kolunu çekmeye çalıştığında diğer kolumla dirsek içine vurup kolunun hafifçe kırılmasını sağladım. Onu itip sırtını arkasındaki duvara yasladım ve serbest kolumu boynuna dayadım.
"Temiz bir dayak atayım sana aklın başına gelir belki, ne dersin Yüzbaşı?"
Sözlerime kıkırdamasıyla dumur oldum. Şimdi ne diye böyle güzel güldü ki?
"Kabul ediyorum, güçlüsün!" derken boynunda tuttuğum kolu yakaladı. Canımı yakmadan onu tutup hışımla beni kendinden uzaklaştırdı ama beni bırakmadı.
Elbette durmadım, beni tutan kolundan güç alarak bacaklarımı beline sardım ve onu yere düşürmeyi denedim. Aslında bir bakıma başardım da sayılırdı, ufak bir aksilikle. O üstteydi...
"Fakat benim kadar değilsin!" dedi aleni fizyolojik farklılığımızı hatırlatarak ve elbette onu kullanarak üstünlük kazandı.
Bir süre şaşırmışçasına yüzüne baktım. Beni gafil avladığını düşünmek onda yine gard indirmesini sağlayacaktı. Onu çözmüştüm bile...
Beklemediği anda kasıklarına tam isabetle çarpan dizim ile acı dolu bir nida döküldü dudaklarından. Nefesinin kesilmesini fırsat bilip onu çevirip tam üstüne oturdum. Bir elim boğazını sararken dağılmış saçlarımla üstten baktım.
"Sana gardını ne olursa olsun düşürmemeni söylemiştim, Yüzbaşı..."
"Tüm geleceğimi baltaladın!" dedi can çekişir bir tonda.
"Üzgünüm, kaşındın..." Sırıtışımı gizleyemiyordum. Yerim de rahat olsa gerek hiç kalkasım gelmiyordu sanırım hâlâ oturduğuma göre...
"Ulan... Tüm neslimin amına koydun... Hâlâ kaşındın diyorsun!"
Kahkahamı bastıramadım. Bu kadar çaresizken gerçekten çok güzel görünüyordu.
"Böyle işin ızdırabını..."
Neyse ki kalkmak aklıma geldi. O ise hâlâ yerdeydi. Ben kalkmak için hareket edecekken beni kolumdan yakalamasıyla neye uğradığımı şaşırdım. Tutup tek hamlede üstüne çekti. Şimdi yüzlerimizin arasında milimetre vardı.
"Senin yüzünden hiçbir hemcinsin tarafından kabul edilmezsem, ömür boyu kâbusun olurum, Kara!" dedi sıkılı dişlerinin arasından.
"Ne yapabilirsin ki? Hakkımla dövüştüm ve kazandım." Aramızdaki mesafeye rağmen mantıklı cümleler kurabildiğime inanamıyordum.
"Eğer öyle bir şey olursa az önce bineceğin dalı kestin demektir, Kara!"