B İ R | Urgan
♫ ♪ ♫ Kubilay Karça - Beni Annem Bile Sevmedi
Ayağımdaki postallar yere sertçe vuruyordu. Gözlerim keskin bir şekilde etrafımı tarıyordu. Ne olduğunu, neden durup dururken buraya çağırıldığımı merak ediyordum. Açıkçası uzun zamandır üstlerimin sessiz olması da ürkütücüydü ama beklenmedik anda çağırılmam daha ilginç geliyordu.
Önceden haber verir, geleceğim günü bildirir ve İstihbarat binasına gelmem öyle istenirdi. Savunma ve İstihbarat Teşkilatında görevlendireli yıllar oluyordu. Sürece hâkimdim. Bu seferkinin farklı olduğunu düşünmem acilen gelmemin istenmesiydi. Nizami ilerleyen süreç bir anda kısaltılmıştı. Elbette bu da aklımı kurcalamayı başarıyordu.
Asansörle istediğim kata çıktıktan sonra ilerlemeye devam ettim. Koridorda yürüdüğüm esnada Nur'un yanıma doğru süzülerek gelişini göz ucuyla gördüm. Hemen sonra yanımda yürümeye başladı.
"Bir Tim komutanı, büyük bok yemiş, diye duydum." Diye fısıldarken öğrendiği istihbaratı hemen bana söylemesine şaşırmadım. Onun üstüydüm, bu da onun göreviydi. "İstihbaratı aldığı halde emre uymamış."
"Bunun bizimle nasıl bir alakası olabilir?" Düşünceler kafamdan geçip gitmeye başladı. Aklımda dolanan tilkiler nedense benim başımın ağrıyacağını seziyorlardı.
"Bilemiyorum, ben senin verdiğin son görevin üstünde çalışmaya devam ediyorum." Diyerek homurdandı.
Neden homurdandığını çok iyi biliyordum. Aldığı son görevle kılık değiştirerek bir uyuşturucu baronunun inine sızması gerekiyordu. Bu sebeple İstanbul'un en lüks, en nam salmış gece kulüplerinden birinde çalışmaya başlaması gerekmişti.
"Başlama yine..." dedim sırıtışımı gizlemeye çalışırken.
"Eskort yaptın beni, Beyza!" dedi öfke dolu bir yılan gibi tıslayarak. Kahkahamı zorlukla bastırdım.
"Eskort olmadın, Nur!" Onu ikna etmeye çalışmayacaktım. Her seferinde aksini söylesem de fikri değişmiyordu.
"Oldum, senin yüzünden!"
"Sen İstihbaratçısın!"
"Gizli görevlerde neden tüm pis işi ben yapıyorum?"
Söylenmesine bir şey demedim. Kıdemli ajanlarımdan olduğu için birlikte toplantı odasına girdik. Bizi gördüğünde müdürümüz ayaklandı. Hemen yanında oturan adamı gördüğümde ise donakaldım ve sonraki an yutkundum. Albay Cemil Karan... Onun burada ne işi vardı?
"Yeniden görüşmek ne güzel, Beyza..." diyerek ayaklandı yalancı bir gülümsemeyle.
Yüzümü buruşturmamak için mimiklerime direnmem gerekti. Askerken, henüz çok gençken, sırf kadın olduğum için bu mesleğe layık olmadığımı defalarca kez hareketleriyle göstermiş zalim bir adamdı. Akademiyi birincilikle bitirmiştim! Yüksek lisansımı ise ondan kurtulabilmek için Milli İstihbarat Akademisi'nde yapmıştım. Şimdi olduğum konumdayken onu ne kadar da haksız çıkarttığımı çok iyi bilsem de onu görmek tokat yemiş hissi bırakıyordu üstümde.
"Komutanım!" diyerek derhal selamladım onu.
Benim hemen ardımdan Nur'da aynı şekilde selamladı. Bu fasıl bittikten sonra oval masaya oturduk. Ne isteyeceklerini merak ettim. Bu sefer ki görev sanırım Kara Kuvvetleriyle ilgili olacaktı.
"Gökbörü Timi Komutanı Bahadır Sorgun Kızılarslan'ın emre itaatsizlikten dolayı soruşturma altında olduğunu duymuşsundur." Derken direkt olarak gözlerimin içine bakıyordu, Albay Cemil.
Elbette duymuştum. İstihbarat sağlayıcı bizim ekipti. Operasyonun yapıldığı alanda sivil bilgisini almak kolay olmuştu. Operasyondan birkaç gün önce köydeki kahvehanede çenesi düşük adamlar sağ olsun, orada sivillerin de olduğunu öğrenmiş ve operasyona katılan komutanlara bildirmiştik. Buna rağmen bir tim komutanı, terörist listesinde ismi olmayan, sivil olduğu düşünülen birini komalık etmişti. Nefsi müdafaa olduğu kanıtlanana kadar görevden uzaklaştırılmış olduğunu tahmin ediyordum. Terör destekçisi hain bir avukatın bu işin peşini bırakmayacağını da öğrenmiştim. Hatta bu sebeple Savunma ve İstihbarat Teşkilatının en ünlü avukatını onu savunsun diye bizzat kendim çağırmıştım. Bunları biliyordum ama şu anda burada oluşumun asıl sebebini hâlâ anlayamıyordum.
"Evet, haberim var, komutanım. En cevval avukatı savunma yapması için görevlendirdim."
Sözlerimle dudaklarında alaylı bir titreme oldu. Bir zamanlar hor gördüğü, küçümsediği kadın şimdi karşısında Savunma ve İstihbarat Teşkilatı'nın Terörle Mücadele Başkanlığına bağlı Baş Kıdemli İstihbaratçı Yüzbaşı Beyza Karaaslan olarak duruyordu. (Baş Kıdemli İstihbaratçı unvanı kurgusal bir unvandır.)
"Geçici süreyle Gökbörü Tim Komutanlığına atandın, Beyza."
Duyduğum sözü idrak edebilmem birkaç saniye sürdü. İdrak ettiğimdeyse müdürüme hayretle döndüm. Sanki biri o an yüzüme soğuk su çarptı. Bu nasıl olabilirdi? Ben yıllardır SİT tarafından istihbaratçı olarak görevlendiriliyordum. Bir anda Kara Kuvvetlerine bağlı Kara Bereli bir time komutanlık etme emrim olağanüstüydü. (Kara Bereli kurgusal bir unvandır.)
"Müdürüm..." dedim şaşkınlığımı gizleyemezken.
"Timin içinde köstebek var."
Albay Cemil'in sözleriyle dehşetle ona döndüm. Bu da ne demek oluyordu? Asker olmuş, vatan için canını feda edebilecek kadar gözünü karartmış biri nasıl böyle bir hainlik yapabilirdi aklım almadı. Böylesine şerefli bir görevi kötüye kullanmak, hainlik, kalleşlikti!
"Haini bulmak zorundayız. Olay tüm detaylarıyla düşünülmüş bir kumpas. Terörist, kimi kışkırtacağını bile çok iyi biliyormuş. Köstebek olmasa böyle bir şey mümkün değil! O time komutanlık ederken köstebeği bulman gerekecek!"
Nefesimi tuttum, bir süre veremeyeceğimi de çok iyi biliyordum. Kışladan ilk çıktığım gün aklımın kuytularında dolanıyordu başı boş bir bela gibi. Albay Cemil Karan, adeta beni pes ettirmek için elinden geleni ardına koymamıştı ve nihayet SİT'ten gelen teklifi hiç düşünmeden kabul etmeme neden olmuştu. Buraya geldiğim için pişman değildim. Vatanıma en iyi şekilde hizmet etmiştim, nerede olduğunun bir önemi yoktu fakat insanın içinde bir sızı bırakıyordu geçmiş her şeye rağmen... Bir çocuk ölmüştü içimde ve çok iyi biliyordum ki o çocuk bendim. Şimdi bana sahte bir gülümseme ile bakan adamın gözlerinin ardındaki küçümsemeyi görebiliyordum. Bir zamanlar bir hemcinsimin canını çok yaktığı aşikârdı, o da acısını her kadından çıkarmaya karar vermiş gibi görünüyordu!
Nur, artık konuşmam gerektiğini anımsatmak için nahifçe dirseğime dokunduğunda tuttuğum nefesi usulca dudaklarımın arasından bıraktım. Bakışlarımı Albay Cemil'e çevirdim. O tiksindiğim sırıtışıyla suratıma bakıyordu pişkin bir edayla. O gülüşünü dağıtabilmeyi ne çok isterdim...
"Emredersiniz, müdürüm!" dedim disiplinli bir asker edasıyla.
Sözlerimle karşımdaki albayın sırıtışı genişledi. Kim bilir aklında ne vardı?
***
Bir Hafta Sonra
Yeniden giyeceğimi hiç düşünmediğim üniformamla aynadaki aksime bakarken alt dudağım titredi. Unvan nişanıma dokunurken gözlerim doldu. Geçmişin acı anıları uğursuz bir şekilde zihnime süzüldü. Akademide, dönemimdeki sayılı kadınlardandım. Kadın olduğum için hiçbir tatbikatta görev almama müsaade etmemişti Albay Cemil. Görevlere gittiğimizde daima arkada bırakılmamı sağlamıştı. Yetmemişti, eziyetleri az görmüş olmalı ki Doğu Sınırı görevi bittikten sonra beni kelimenin tam anlamıyla arkasında bırakmıştı.
Karargâha nasıl döndüğümü hâlâ hatırlamıyordum. Sınırın ötesinde, ölüme terk edildiğimi anladığımda yaşadığım şok ve korkuyu unutamamıştım. Yüksek Lisansımı tamamladıktan sonra Savunma ve İstihbarat Teşkilatı'ndan gelen teklifle an dahi düşünmeden Kara Kuvvetleri'nden ayrılıp İstihbarata geçiş yapmıştım. Bunca sene sonra oraya yeniden dönüyor olmak tuhaf bir hissi tetikliyordu içimde. Buna korku diyemezdim. Hoş karşılanmayacağımı biliyordum. Gökbörü Timi, kendi komutanlarının haksız yere görevden uzaklaştırılmasını dahi sindirememiş olmalıydı. Bir de görevlendirilen yeni komutanla bana karşı tepkili olmaları beklendik olurdu. Asıl görevimi de bilmeyeceklerdi...
Üniformamın üstünü eteklerinden tutup çekiştirdikten sonra sıkı sıkıya topuz yaptığım saçlarımı düzelttim. Ardından yan tarafımda duran Kara Beremi aldım ve jilet gibi keskince toplanmış saçlarımın üstüne güzelce yerleştirdim. Hazırladığım bavulu da alıp evimden çıktım. Bir süre burada olamayacağımı çok iyi biliyordum. Arabama binip uzun yolculuğun tadına vararak yol aldım. Birkaç saatlik yolculuğun ardından nihayet Kara Kuvvetleri Kışlasına ulaştım. Kapıdaki asker beni durdurdu. Camı açıp ona doğru kimliğimi uzattım.
"Komutanım!" diyerek selam durdu.
Onu başımla selamladıktan sonra açılan yoldan ilerlemeye devam ettim. Biraz ilerideki otoparka arabamı park ettim. Arabayı durdurup indim. Kapıyı kapatırken usul usul çevremi incelemeye başladım. Değişen pek bir şey yok gibiydi. Yemyeşil, temiz hava doluydu. Havayı derince soludum. Arabamın bagajını açıp bavulumu elime aldıktan sonra tam kapatırken ileride durmuş beni izleyen adamı gördüm.
Asker yeşili kısa kollu tişörtü terlediği için bedenine yapışmıştı. Bu havada terlediği için biraz önce antrenman yaptığını anlamak mümkündü. Altında kamuflaj pantolonu ve postalları vardı. Beresini takmamıştı. Dimdik bir şekilde bana bakıyordu. Kim olduğumu biliyordu, beni bekliyordu...
Yavaşça arabanın bagajını kapattıktan sonra kilitleyip ona doğru ilerlemeye başladım. Olduğu yerde durup ona yaklaşmamı izledi. Zaten kışladaki lojmanda kalacağım için yolumun da üstünde duruyordu aslında.
Tam önünde durduğumda onu başımla selamladım. Aynı rütbedeydik fakat geçici bir süreyle onun timine komutanlık edeceğim için beni saygıyla selamlaması gerekirken öfkeyle gözlerime bakmasına şaşırdım desem inandırıcı olmazdı. Beni bir tehdit olarak görüyordu. Hem de İstihbarat tarafından gönderilmiş bir tehdit...
"Hiçbir kadından emir almam!" Bariton ses tonunu işittiğimde dudaklarımda bir tebessüm oluştu. Aynen, almazsın...
"Sana da iyi günler, Yüzbaşı Bahadır Sorgun Kızılarslan!" Gözlerimi kaldırıp hiçbir çekince göstermeden gözlerinin içine baktım. Kara irisleri tarumar edercesine bakıyordu. "Diğer kadınları bilmem ama benden emir alacaksın!"
"Benim timimde, bana emir veremezsin!" derken sesi katiydi.
"Timinde de başka yerlerde de sana emir vereceğim, Yüzbaşı!"
Sırıtışımı gizleme gereği duymadan, tüm dişlerimi göstere göstere gülümseyip ardından onu arkamda bıraktım. İlk tanışma en zoru olacaktı, onu da atlattığımıza göre yarın içtimada görüşecektik. Kozlarımızı başka zaman paylaşırdık nasılsa bol bol vardı!
Lojmanda kalacağım evi gösteren askere teşekkür ettikten sonra usulca kısa süreli evime girdim. Kısaca bir incelemenin ardından bavulumu yatak odasına bıraktım. Evin eşyalı olması işime gelmişti.
Yerleşme işi bittikten sonra telefonumu elime aldım. Hava biraz serin olduğu için eşofman takımının hırkasını alıp evden çıktım. Biraz lojmanın içinde dolaşmakta fayda vardı. Anımsadığım gibiydi ama değişiklikler varsa şimdiden öğrenmek işime yarardı. Sürprizleri sevmezdim...
Lojmanın ağaçlı, kızıl topraktan bisiklet yolunda sessizliğin eşliğinde yürürken hava kararmaya başladı. Nur'dan gelen mesajı kontrol ediyordum pür dikkat. Yanındaki kızlardan öğrendiklerinin hepsini rapor etmişti ama hâlâ işe yarar bir delil yoktu. Bu da giderek gerilmeme neden oluyordu. Buraya geldiğim için ona tam yetki vermiştim. Delinin tekiydi, ne yapacağı da belli olmuyordu. Kız kardeşim gibi sevdiğimden onun için biraz endişeliydim.
"Ananı..."
"Has..."
Duyduğum sesle başımı çevik bir hamleyle kaldırdım, elim belimdeki silaha gitti ve onu tutmuşken karşıdaki askerleri gördüm. Tetikteki halim kendini sükuta bırakırken üstümü düzeltip bakışlarımı onlara çevirdim.
"Anlayamadım?" diye sorarken tek kaşım benden bağımsız havalandı ve tehditkâr bir edayla onlara baktım.
"Komutanım!" diyerek selamladı yalnızca biri. Diğerinin Yunan Heykeli gibi sabit durmasından kim olduğunu anladım.
"Yüzbaşı Merih Akkurt," diyerek kendini tanıttı diğeri.
"Sungur Timi Komutanı, Namı Diğer Pusula..." diye mırıldandım şeytani bir şekilde selamlarken.
"Baş Kıdemli İstihbaratçı Yüzbaşı Beyza Karaaslan." Dedi sözlerime karşılık.
"Ta kendisi," derken gülümsemem genişledi. "Geçici Gökbörü Timi Komutanı." Eklemeyi elbette unutmadım.
Yanda duran asker boğazını temizledi sözlerimin ardından. Kahkaha atmamak için kendimi tutmam gerekti. Sanırım bir kadın olduğum için hâlâ bu duruma alışamamışlardı.
"Geçici..." diye ağzının içinde homurdandı Merih. Anlaşılan arkadaşının yerine geçmem pek hoşuna gitmemişti...
"Size iyi akşamlar," diyerek yanlarından ayrıldım.
Biraz daha yürüdükten sonra geri döndüm. Sabah çok erken kalkacağım için erkenden uyumak en makul olanıydı. Duşumu alıp uyumak için yatağıma geçtim. Gece boyunca kâbuslar peşimi bırakmadı...
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandıktan sonra hızlıca hazırlandım. Postallarımı da giyip evden çıktım. İçtima için bahçeye geldiğimde orada kendimden başka kimseyi göremediğimde kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Bakışlarımı kolumdaki saate çevirdim, oysa tam vaktinde buradaydım. Sanırım bilmediğim bir direnişti bu... Nöbetteki askerin çekinerek yanıma geldiğini gördüğümde ona döndüm.
"Günaydın, asker!" dedim kati bir ses tonuyla.
"Günaydın, komutanım!" diyerek selam durdu.
"Askerler nerede?"
Sorumla kızarıp bozardı. Şimdi onun utancıyla uğraşacak vaktim yoktu. Cevabını beklemeden koğuşların olduğu tarafa yöneldim. Kışla sessizdi. Birazdan bu durum değişecekti! Adımlarım sertçe zemine çarpıyor, tok bir ses çıkarıyordu. Disipline etmem gereken bir düzine asker olduğunu düşündükçe canım sıkılsa da bunu ifademe yansıtmamaya devam ettim. Durumu protesto edebilirlerdi, komutanlarının haksız yere soruşturma yemesini protesto edebilirlerdi ama görev icabı yerine atanmış bir komutanı... Kimsenin haddine değildi!
Koğuşun demir kapısını hışımla açtım aynı hışımla gidip arkasındaki duvara çarptığında birkaç asker irkilerek uyandı.
"Koğuş, kalk!" Aksini yapmalarını mümkün kılmayacak tondaki sesimi işittikleri anda uyuyanlar da uyandılar.
Hepsi şaşkınlıkla kapının ağzında duran bana bakakaldılar. Erkeklerin koğuşunu basmam beklenmiyordu sanırım...
"Hazırlanıp, bahçeye çıkmak için yalnızca beş dakikanız var. Eksiksiz, eksik kıyafetsiz, beş dakika içinde bahçede bulunmayan, benim görev süremce cezalı olacaktır!"
Geldiğim gibi bir hiddetle orayı terk ettiğimde arkamda birbirinden şaşkın erkekler bıraktığıma emindim... Gördüğüm disiplin neyse onu uygulardım. Bu saygısızlık kabul edilemezdi!
Bahçeye çıktıktan sonra nöbetçi askere bir el işaretiyle yanıma gelmesini söyledim. Korkuyla bana doğru yaklaşmaya başladı. Tam önümde durduğunda elimi uzatıp sertçe omzunu tuttum. Tutuşumun altında küçüldüğünü hissettim.
"Bana bir sandalye getir. Demir ayaklı olsun, asker!"
Emrimi alır almaz selam durup hemen harekete geçti. Koşa koşa gözden kaybolduğu sırada koğuştan yavaş yavaş çıkan askerleri görmeye başladım. Seke seke gelenleri izlerken dudaklarımı süsleyen gülümsemeyi kendim bile görsem kendimden korkardım. Bir bir sıraya girdiler. O esnada üstlerini başlarını düzeltmekle meşgullerdi. Beni tanımıyorlardı, tanımalarını sağlayacaktım!
Kolumdaki saati kontrol ettiğim sırada nöbetçi asker istediğim sandalyeyi yanıma bıraktı. Onu başımla selamladıktan sonra görev yerine gönderdim. Ardından sandalyeyi sırt kısmının üstünden tutup yürüdüğüm esnada arkamdan çekmeye başladım. Demir ayaklarının yere sürtünürken çıkarttığı iğrenç ses benim kulaklarıma sanki klasik müzikmişçesine geldi. Benim dışımdaki kimse aynı fikirde değildi. Sandalyeyi tam ortaya yerleştirip ters bir şekilde üstüne oturdum. Kollarımı sırt kısmının üstüne koyup kavuşturdum. Çenemi koluma yasladım ve askerlere bir bir bakmaya başladım.
"Son saniyeler..." diye mırıldandım psikopatça bir edayla. "Koğuş sorumlusu, bir adım öne çık!"
Sözümle bir asker derhal öne çıktı. Durdu, beni selamladı.
"Tüm arkadaşların burada mı, asker?" diye sordum.
"Evet, komutanım!"
Yanıtından memnun bir şekilde yerimden kalktım ve sandalyenin önünde durdum. Ellerimi arkamda bağladım ve dik bir şekilde her askere dikkatle baktım.
"Günaydın, asker!" dedim beklemedikleri bir tonla.
"Günaydın, komutanım!" dediler hep bir ağızdan.
"İçtima saatinde uyumanın cezasını bileniniz var mı?" diye sordum merakla. Kimseden çıt çıkmadı elbette. "Öğrenmek ister misiniz?" Sessizlik yine bozulmadı. "Şınav pozisyonu al asker!"
Birbirlerine şaşkınlıkla baktılar. Ardından el mecbur sözlerime uymak zorunda kaldılar. Her biri şınav pozisyonunda durup beklemeye başladı. Kolları titremeye başlayana kadar sessiz durdum. O sırada önlerinde volta attım.
"On şınav cezası, başla, bir!"
Sözlerimle hepsi ilk şınavı çekti.
"İki."
Yine aynı şekilde devam etti.
"Üç."
Çok basit bir ceza ile yırttıklarını düşünüyorlardı.
"Dört."
Yanılıyorlardı.
"Beş."
Dokuza kadar saydıktan sonra bir süre durdum. Meraklılar başlarını kaldırıp bana bakmaya cesaret edebildiler.
"Bir!" dediğim an şaşkınlık dolu nidalar döküldü. "Bir şey mi diyordunuz?"
Sorumla her biri suspus kesildi ve şınav çekmeye devam ettiler. Bir süre daha dokuza kadar sayıp en başa döndük.
"On!"
Nihayet son şınavı saydığımda aslında takribi yüz adet şınav çekmiş olmalıydılar. Son şınavın ardından yeniden hazır pozisyonlarına geçtiler.
"Asker, rahat!" dedim biraz dinlenebilmeleri için.
Aynı cezayı şahsıma münhasır bir şekilde alıp neredeyse iki yüz şınav çektiğim gün aklıma geldi. Yağmurlu bir gündü. Albay Cemil elbette eften püften bir sebepten bana bu cezayı uygun görmüş, o soğuk günde, yağmurun altında bayıltana kadar şınav çektirmişti. Sonrasında da zatürre olmuştum...
"Her sabah, yedi de bu bahçede, hazır bulunacaksınız!" dedim kati bir tonla. "Aynı saygısızlığı bir kere daha tekrarlarsanız her birinizi Disiplin Mahkemesine gönderirim!"
Öğle arasına kadar, onları çok zorlamadan antrenman yapmalarını emrettim. Bugün bir göreve gitmeyecektik ama formdan düşmelerini de istemezdim. Sandalyeme oturmuş onları izlerken üstümde beliren gölge ile başımı hafifçe kaldırdım.
"Benim askerlerime, benim timime ceza mı verdin?"
Buz gibi ses tonuyla karşısındaki korkutmayı, ürkütmeyi, sindirmeyi amaçlıyor olabilirdi fakat bende pek işe yaramıyordu doğrusunu söylemek gerekirse.
"Timimdeki askeri nasıl disipline edeceğimi sana mı sormalıydım, Yüzbaşı?"
Sorumla yüzündeki o ifadesizlik dağıldı. Gizlemek istese de bu durumun canını ne kadar sıktığını gözlerinde gördüm.
"Sen..."
"Avukat Ayliz Göktürk ile görüşmen yok mu senin?" diye sordum cümlesini tamamlamasına müsaade etmeden.
"Onun için geldim, seni de bekliyorlarmış..." diye homurdandı. "Bir bekçimiz eksikti."
"Eksikmiş demek ki ben gönderildim, Yüzbaşı Bahadır Sorgun!"
Onunla inatlaşmak gibi bir derdim yoktu. Buraya ayak bastığım ilk andan beri duruma karşı olan tüm öfkesini bana kusuyor olması onun suçuydu. Bu durumun sorumlusu ben değildim, oydu!
"Ya sabır..." diye söylendi kendi kendine. O esnada Sungur Timi, atış talimi için alana giriyorlardı.
"Yüzbaşı Merih!" diye seslendim direkt olarak ona dönerken.
"Yüzbaşı Beyza?" dedi merakla bana dönerken.
"Kısa bir bekçilik işi için ayrılmam gerekiyor, Gökbörü Timi size emanet!" diyerek ona göz kırptım.
"Ne... nasıl?" Şaşkınlıkla bir bana bir de tam yanımda duran adama bakakaldı. "Sorgun..."
Bazı şeyleri sürekli hatırlatmamayı umuyordum.
"Yetki bende, Sorgun da değil!" diyerek ona durumu özetledim. "Ve onun yüzünden timimin başından ayrılmak zorundayım." Sahte bir gülümseme oturdu dudaklarıma. "Kolay gelsin!"
Onlar şaşkınlıkla arkamdan bakarken hızlı adımlarla ilerlemeye başladım. Arkamdan geldiğini biliyordum. Kuşatıcı varlığını hissetmemek çok zordu. Baskındı ve bunu hissettirmek için özel bir çaba sarf etmesine gerek yoktu. Kazıya kazıya geldiği yerinden bir hain yüzünden edilmekten korkuyordu, onu anlıyordum ama hiçbirinin sorumlusu ben değildim ve acısını benden çıkartmak onu bu durumdan kurtarmayacaktı.
"Ayliz, en iyisidir. Merak etme, kurtaracağız kıçını." Diye konuştum arkamdan gelirken.
"Kimsenin kıçımı kurtarmasına ihtiyacım yok, istihbaratçı!"
O son sıfatı küçümseyerek mi kullandı?
"Baş Kıdemli İstihbaratçı Yüzbaşı Beyza Karaaslan, Namı Diğer, Kara!" Tok sesimle birlikte sertçe durduğumda hızını alamamış olacak ki bana çarptı.
İkimiz de dengemizi kısa bir anlığına kaybettiğimizde, beni dirseğimin hemen üstünden yakaladı. Dokunuşuna tüm vücudum topyekûn tepki verdi ve kasıldı. Hayretle dönüp yüzüne bakakaldım.
"Soyadından kod adı seçmen pek güvenilir olmuş, istihbaratçı!" derken alaylıydı sesi.
"Seninkinden iyi gibi geldi kulağıma," diyerek karşılık verdim.
"Benimki, Pençe..." dedi kendini beğenmiş bir sesle.
Aklıma gelen fikirle yüzüme bir gülümseme yayıldı. Artık değildi...
"Artık, Kızıl!"
Sözlerimle dehşetle yüzüme bakakaldı. Kızılarslan... Madem kendi soyadımdan dolayı seçtiğim kod adını pek eğlenceli bulmuştu, çok beğenmişti o zaman ona bundan sonra soyadından dolayı böyle seslenecektim!
"Sakın!" diyerek uyardı.
"Bundan sonra, Kızıl..."
"Beni delirtmeye mi çalışıyorsun?"
"Hayır, amacım korumak!" dedikten sonra kolumu elleri arasından kurtardım. "Kızıl, başını belaya sokma. Ben ne dersem, emret komutanım, diyeceksin artık!"
"Böyle işin aslını astarını..."
"O cümleyi tamamlama!" diyerek araya girdim.
"Çoğaltayım," diyerek kibarlaştırdı sağ olsun...
Konuşmadan kalan yolu tamamladık. Ayliz bizi bir toplantı odasında bekliyordu. Tam yanında Albay Cemil duruyordu. Onu her gördüğümde tokat yemiş etkisini üstümden atamıyordum. Bunu bir an önce aşmalıydım. Geldiğimizi gören Ayliz hemen ayaklandı.
"Avukat Ayliz Göktürk," diyerek elini Bahadır Sorgun'a doğru uzattı.
"Yüzbaşı Bahadır Sorgun Kızılarslan."
Soyadını söylediği an göz göze geldik. Ben gülmemek için kendimi zor tutarken o sinirden bozarıyordu. Tanışma faslının ardından hepimiz oturduk.
"Umuyoruz ki bu davadan sonra da yüzbaşı olarak görevine devam edecek, avukat hanım." Gevşek gevşek gülen Albay Cemil, dikkatle Ayliz'i inceliyordu.
"Müvekkilim ile baş başa bir görüşme yapıp, konuyu detaylarıyla öğrenirsem o zaman nasıl bir savunma yapacağımıza karar vereceğim, Albayım." Diyerek ona yanıt verdi kısaca.
"Öncesinde ikinizle de aynı anda konuşmak istedim." Sözleriyle bize döndü Albay Cemil. "Beyza, ilk günün güzel geçmiş diye duydum. Benden birkaç şey öğrenmiş olman ne güzel..."
Mideme kramp girse de yüzümde mimik oynamadı. Direkt olarak onun gözlerine bakmaktan çekinmedim. Beni korkutup sindiremeyeceğini görmesi gerekiyordu.
"Çok şükür bir şeyler biliyoruz, Komutanım!"
"Ne iyi ne iyi..." diyerek Bahadır Sorgun'a döndü. "Beyza'nın neden geldiğini sormuştun, ondan dinle."
Topu bana attığına inanamıyordum!
"Niye?" diye sordu yüzüme bile bakmadan.
"Timinde bir köstebek var!" Sözlerimle şiddetli bir inkâr ile ayaklandı.
"Bu asla olamaz! Timimi gasp etmene ses etmedim ama iftira atmana asla müsaade etmem!" diyerek işaret parmağını yüzüme doğru salladı.
"Gasp etmedim, yediğin halt sebebiyle sen uzaklaştırılınca ben atandım..." diye mırıldandım usanmış bir sesle.
"Bahadır, otur yerine!" diyerek bir anda araya girdi Albay Cemil. "Bunu biz tespit ettik, Beyza'nın görevi köstebeği yakalamak! Onu bunun için ben getirdim. Sen uzaklaştırılmışken güvenebileceğim başka biri yoktu."
Hayretle bakışlarımı kaldırıp Albay Cemil'e sapladım. Ne demişti o? Güvenmek mi?
"Komutanım..."
"Beyza, alanında en iyisi. Yetiştirilmiş en iyi istihbaratçılardan biri olmasının yanı sıra akademi çıkışlı. Nizamı, düzeni bilir. Bunun için eğitildi! Köstebeği kısa sürede bulacağına eminim."
Takdir dolu sözleri ben mi uyduruyordum yoksa gerçekten söylüyor muydu emin bile olamıyordum. Öylesine imkânsızdı ki benim için Albay Cemil tarafından takdir dolu sözler işitmek...
"Böldüğüm için özür dilerim ama davanın ilk duruşmasının haftaya görüleceği düşünülünce, müvekkilimle acilen görüşmem gerek." Diyerek araya girdi Ayliz.
"Affedersin, avukat hanım. Siz burada kalın, bizim işimiz bitti zaten."
Albay Cemil'in sözleriyle derhal ayaklandım ve o odadan çıkarken peşinden gittim. Koridorda yürüdüğümüz esnada yine konuşmaya başladı.
"Her zaman iyi bir asker olacağını biliyordum ama böylesini ben bile hayal edemezdim."
Daha fazla susamayacağımı çok iyi biliyordum. Söylemezsem bir ömür boyu azap çekerdim.
"Oysa ben daha çok kadın olduğum için bu işe layık değilmişim gibi düşünüyorsunuz sanıyordum."
"Başta belki ama gelişimini gördükçe yanıldığımı anladım. Bu yüzden yüksek lisans başvurunda referans olmayı teklif ettim."
"Benden kurtulmak istediğinizi sanıyordum..."
"Vatanın her iyi evladı, takdiri hak eder, Beyza. Sen iyi bir asker, çok iyi bir istihbaratçısın."
Şaşkınlığım birkaç saniye konuşmama müsaade etmedi. Kırk yıl düşünsem Albay Cemil'in böyle düşündüğünü hayal edemezdim.
"Teşekkür ederim, komutanım!"
Yollarımız ayrıldıktan sonra atış talimi yapan askerin yanına gittim. Orada, gölgede oturan adamı gördüğünde dudaklarıma alaylı bir gülümseme oturdu. Benim sandalyeme oturduğu gözümden kaçmadı. Sinsi sinsi yanına yaklaştım. Boyum ve kütlem buradaki askerlere nazaran elbette kadın olduğum için daha normal sayılırdı. Sessizlik konusunda da pek âlâ iyiydim. Bunun sayesinde tam arkasından ona yaklaştım. Ensesinde bittiğimde fısıldadım.
"Sandalyemden kalk, Yüzbaşı Merih!"
"Cenazeni taşıyan cemaati..." Sesimi duyduğu gibi yerinden sıçradığında bizi gören birkaç askerin kıkırdaması işitildi.
"Cümlenizi tamamlamak ister misiniz, Yüzbaşı Merih?"
"Yüzbaşı Beyza?" dedi şaşkınlıkla yüzüme bakarken.
"Yerimde oturuyorsunuz!"
"Aklımı almadan da rica etsen kalkardım zaten, malum ben centilmen bir komutanım." Diyerek sandalyeyi işaret etti oturabilmem için.
Bir eli hâlâ sandalyenin sırt kısmındaydı. Ne yapacağını çok iyi biliyordum. Bu numarayı yiyecek bir çaylak değildim. Bu yüzden sandalyeyi tutan elinin üstüne sertçe elimi koyup güzelce bir sıktım.
"Teşekkürler, Yüzbaşı Merih!" dedim sıkılı dişlerimin arasından.
"Elinin ayarını..." diye tısladı dişlerinin arasından bir yılan edasıyla.
"Yeniden şahsıma karşı bir küfür girişimine girişirsen, seni buna pişman etmekten memnuniyet duyacağım, Yüzbaşı Merih!"
"Merakla bekliyorum, Yüzbaşı Beyza."
"Çok sevdiğin devrenin yerine gönderildiğim için mi bu kadar sinirlisin yoksa genel halin mi böyle uyuz?" diye sordum merakla. "Nur olsaydı çoktan ağzının payını vermişti senin..."
"Öncelikle, o puşttan hiç hoşlanmam..."
"Ağzının yayına beton döker sonra da sike sike betonu sökerim, Merih!"
Arkamdan işitilen gür sesli küfürle şaşkınlıkla o tarafa döndüm. Bu yaratıcı küfürü ben buradayken edebilmiş olmasına hayretten başka ne hissedebilirdim ki?
"Östaki boruna bir sokarım, ağzından çıkanı kulağı duymaz, Sorgun!"
"Bu aranızdaki bir fantezi mi?" diye sordum dehşet içinde.
"Çok mu rahatsız oldun, defol git o zaman o çok elit istihbaratına. Burada böyle, küçük hanım!"
Bu adama haddini bildirmenin zamanı demek ki gelmişti...
"Bir daha komutanına saygısızlık edersen, uğraştığın bela birken iki olur, Kızıl!"
"Kızıl?" diye sorarken dehşetle arkadaşına döndü Merih ve hemen ardından bir kahkaha koyuverdi. Diğer askerler de kıkır kıkır gülmekten kendilerini alıkoymadılar.
"Hay sikeyim, tüm tabura rezil oldum şimdi!"