Ⅺ☾ Belki Evet

4376 Words
ON BİR | Belki Evet ♫ ♪ ♫ Çağan Şengül – Sevmedin mi? Ayliz Tuttuğum nefesim aralık dudaklarımdan cansız bir şekilde döküldüğünde hayretle çehresine bakakaldım. Bunun olmasının imkânı yoktu. Vekaletname verdiğim avukatımı nasıl unutabilirdim ki? "Ne?" Dilim damağım kurumuştu şaşkınlıktan. Bu nasıl mümkün olabilirdi ki? Seneler evvel, toy olduğum zamanlar üniversiteden mezun olur olmaz çok sevdiğimi düşündüğüm o adamla evlenmiştim. Hakan, kolay bir insandı. Onunla insan hayatın daha da kolay olacağını düşünüyordu. Hayatımın en büyük yanılgısı buydu işte. Sınıf arkadaşım sonra sırdaşım en sonda da sevgilim olmuştu. Telaşsız, tasasız bir hayatın anahtarı gibiydi o zamanlar gözümde. Meğer adam umursamazmış... Uzun soluklu bir beraberliğimiz olmuş, gözüm kör olduğundan bunu evlilikle taçlandırma kararını onamışım. Meğer ben evlilik için değil, kölelik için atmışım o imzayı. Aynı evin içine girdiğimizde aslında senelerdir tanıdığımı sandığım o adamla ilk kez gerçek anlamda tanışma fırsatım olmuştu. Hayatımın en karanlık yılları olarak adlandırdığım o dönemin içinde adına aşk dediğim bir lanetten ötürü çıkmaz sokakta sıkışmış ama oradan kurtulmak namına hiçbir halt yapmamıştım. En çok ben çabalamış, ben uğramış, ben didinmiştim ama yaptığım her iyiliğin bedelini güzel ödemiştim. Sonrası ise malumdu. Şiddetli geçimsizlikten boşanma davası açacak kadar yüzsüz bir adam... Bunu evimize gelen tebligattan öğrenmemi sağlayacak kadar karaktersiz bir korkak. O kadar uzun süre uğraştıktan sonra içimde bir yer kırılmıştı. Tüm güvenim, sevgiye olan inancım o gün ölmüştü. Bugün olduğum kadın olmamda en büyük katkı eski eşime aitti. Hakkını yememek gerekirdi. Bir aptal olduğumu şayet o olmasa öğrenemezdim, sayesinde bugün çok daha akıllıydım. O kadar uzun süre çırpınmıştım ki boğulmamak için sonunda boğulurken anca fark edebilmiştim asıl sebebinin çırpınmam olduğunu. O tebligat kâğıdını aldığım günden sonrasını pek net hatırlamıyordum bile ama emindim, avukatım o değildi! "Avukatımın adının, Alpay, olmadığına eminim!" Geçmişimi mi kurcalamıştı yoksa? "Avukat Ceyhun Bulut'un yanında çalışıyordum o dönem. Davana bakan avukat bendim." Özel avukatlık bürosuna vekaletimi vermiş, davalı taraf olarak hiçbir isteğimin olmadığını net bir şekilde dile getirmiştim. Boşanma davalarında tarafların mahkemede bizzat bulunmaları esastır fakat tarafların avukat aracılığıyla temsil edilmesi yasal olarak mümkündür. Anlaşmalı, hiçbir istekte bulunulmayan tek celsede biten bir dava olmuştu. Ben hiç mahkemeye katılmamıştım... "Bu, nasıl mümkün olabilir? Bunca şey nasıl tesadüf olabilir?" Titreyen ellerimle önce bedenimi onunkinden ayırdım ardından gözyaşlarımla ıslanmış yüzüme yapışmış saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Bu kadar olamaz..." "Sen tesadüf deme, kader de o halde..." Rahatlığı sinirlerimi git gide daha çok bozmaya başladı. Az önce söylediği sözleri zihnime kazıdım. Unutmayacaktım! "Nazarınızda olmayan değerimden dem vurduktan sonra kurduğunuz cümleler sizi küçük düşürüyor, Sayın Savcım..." Hayretle bana bakakaldı. Eski halime bu kadar çabuk dönmem afallamasına neden oldu. Bende öyleydim işte, kanatlarımı kırsalar yine pes etmez bu sefer de koşarak aşardım o engelleri! "Çıkarttın yine pençelerini." "Evet, çıkarttım pençelerimi. Sırada ne olduğunu öğrenmek ister misiniz?" Gözüm döndü mü şu dilime hiç mukayyet olamazdım. Keşke otokontrol sahibi bir insan olsaydım ama ne yapayım, ben de biraz deliydim işte. "Az önce göğsümün ortasına sapladığınız bıçağı çıkaracağım ve size iadesini yapacağım!" "Ayliz... Tekrar özür dilerim." "Çok alçakçaydı..." Onu kendi sözleriyle vurmanın doğru olacağını düşündüm. "Sizin gibi centilmen bir savcıdan beklenmeyecek kadar." "Sen beni vatan hainliği ile suçladın, Ayliz. En azından benim sana karşı şahsi ithamlarım olmadı." Ona sinirle bakarken kollarımı göğsümde kavuşturdum. "Tabi, bunu da normalleştirin, tabi!" Daha fazla onu dinlemeye, duymaya tahammül edemeyeceğim için ardımı dönüp oradan çıktım. Sayesinde edindiğim dertlerle mücadele edip bir de sözlerini sindirecektim. Yeni öğrendiklerimi de arada kaynatsam hoş olurdu doğrusu. Kısacası çok işim vardı anlayacağınız... *** Masanın üstündeki yemeğe yüzümü ekşiterek baktım. Tabldottaki hiçbir yemeğe dokunmamıştım bile. Yemeğin soğuduğuna da emindim üstelik. Bakışlarım bir kurşun gibiydi. Delip geçiyordu adeta. Timdeki tüm erleri tek tek inceliyor, bir açıklarını arıyordum. Bu durum beni daha da rahatsız ediyordu. Şerefli onca Türk Askerini töhmet altında bırakmak, onursuzluktu zannımca. Ama o haini başka bir şekilde bulabilmem mümkün değildi. Kendini ele vereceğine inanıyordum ama ne kadar profesyonel olduğunu bilemezdim. Bazen bir tebessüm bile çok şey anlatırdı. Teşkilatta yüz ifadeleri ve mimikler üzerine kapsamlı bir eğitim aldığımızdan açığını yakalayabilirim zannediyordum. Her bir er rahat bir şekilde yemeğini yiyor, muhabbet ediyordu. Gözlerim teker teker üstlerinde gezmeye devam ediyordu. Hangisiydi hain olan? Yiğit, sevmediği yemeği bir arkadaşının tabağına koyarken yorgun bir şekilde gülümsüyordu. Cengiz, yanındaki Fırat ile koyu bir sohbete tutulduğundan önündeki yemeği yemeyi bile unutmuştu. Mustafa, Boran'la uğraşıyordu büyük bir keyif alarak. Berat, her zaman ki gibi sessiz sedasızdı, arkadaşlarını sırıtarak izliyor ve yemeğini yiyordu. Vural da ağzı dolu olmasına rağmen hararetle söze katılıyordu. Zahit'in de şüpheli bir hareketi yoktu. Kalanları da incelemeye devam ediyordum ama yoktu. Hiçbir şey yoktu! "Nefes alıyor musun?" Dibimde biten adamla adeta oturduğum yerde yerimden zıpladım. Bakışlarım şaşkınlıkla tepemde duran adama kalktı. Müsait bir an olsa tam ağzının ortasına çarpmak isterdim ama maalesef ki ertelemem gerekiyordu bu isteğimi. "Seni gebertirim!" diye tısladım kıstığım gözlerimle tehditkâr olduğuna inandığım bir ifade ile ona bakarken. "Sorgun'um bitti, sıra bana mı geldi?" Elindeki tabldotu sertçe masaya koyup oturdu. "Gerçi timindeki yakışıklıları böyle açgözlülükle kestiğini görse ne düşünürdü acaba?" Beni ispiyonlamakla mı tehdit ediyordu o deli? "Ne diyebilir ki o kim?" Bana döndü küçümseyici bir bakış atarak. Vereceğim cevabı bilse böyle bakar mıydı? "Kocam mı?" Yediği yemek boğazına kaçtı sorumu duyunca. Öksürürken onu teselli eder gibi sırtını sıvazladım ama vurmadım. Onu kurtarmak falan istemiyordum. "Yakışıklı, ölüyor musun yoksa?" Nur da beklenmedik bir anda tepemizde dikildi. Önce alayla bakan gözleri saniyeler içinde dehşetle dolunca merak edip Merih'e döndüm. Açık renk teni şimdi kıpkırmızıydı hatta yüzü yavaştan mora dönüyordu. "Ulan boğuluyor gerçekten!" Oturduğum yerden telaşla kalkarken Nur benden önce davrandı. Yanında dev gibi kalan adamı tek hamlede elinden tutup ayağa kaldırdı. Hiç düşünmeden heimlich manevrasını yapabilmek için karın bölgesini sardı. Ani bası uygulayarak akciğerlerde bulunan havanın solunum yoluna doğru harekete geçmesi sağladı. Basınçlı hava, soluk borusuna kaçan şeyi ağız boşluğuna doğru iterdi. Ve böylece tıkanıklık giderilirdi. Şimdi de olduğu gibi. Yeniden nefes alabilen Merih'in birkaç saniye daha süren öksürüğünün ardından bakışları dehşetle Nur'a döndü. Onu ölmüşüyle, ölüsüyle tehdit eden Nur'un şimdi hayatını kurtarmış olmasına şaşırmasından daha doğal bir şey olamazdı elbette. "İyi misin?" diye sordu endişeyle Nur. Endişesi öylesine yoğundu ki, insanlar yalnızca çok sevdiği insanlar için bu kadar endişelenirlerdi. "Ulan Beyza ölüme terk etti beni!" Hâlâ şaşkındı Merih. "Sen olmasam ölürdüm..." "Ben gerçekten boğulduğunu nereden bilebilirdim?" diye söylendim homur homur. Her şeyle dalga geçtikleri için gerçek bir şeye de inanamıyordu insan, ne yapabilirdim? "Sen yalnızca benim ellerimde ölebilirsin, yakışıklı." Merih'i elleriyle öldürmeyeceğine emindim ama koskoca adamı korkudan öldürebilecek bir kudrete sahipti deli kızım. "Ruh..." Ona her zaman ki gibi ruh hastası demekten vazgeçen adam Nur kadar beni de şaşırttı. Dengeler değişiyordu değil mi? Kontrol edemediğimiz birtakım hisler hepimizi sarmalıyordu. O an bunu hissediyor olsak bile hiçbirimiz kabullenmek istemiyorduk işte. "Ödeştik say, yakışıklı." Her zamanki gibi yanağından bir makas aldı ve ona cilveli bir şekilde göz kırptı Nur. Merih bu sefer utançtan kıpkırmızı kesildi. Nur'un Merih'in üstüne gitmekten zevk aldığı bir konuşma başladı. Bense ucunu kaçırdığım düşüncelerim tarafından adeta yutuldum yeniden. Bakışlarım yeniden ekibimdeki erlere döndüğünde o bilindik utanç duygusu tarafından sarmalandım. Bunu yapmaktan hicap duyuyordum ama başka çarem mi vardı? Her biri kaygısız görünüyordu yine. Yanlış tek hareketleri, şüpheli hiçbir hamleleri yoktu işte. Belki de biz yanılıyorduk, köstebek falan yoktu. Bahadır, delinin teki olduğundan o şeref yoksunu teröristin normal sözleriyle bile tetiklenmiş olabilirdi. Düşünmekten saçımı başımı yolacak seviyeye geldiğimde başımı ellerimin arasına aldım. Bu yük artık omuzlarıma ağır geliyordu, kaldıramıyordum. Şayet ekiptekiler benim neden bu time gönderildiğimi öğrenirlerse yaşayacağım utancı düşünmek bile istemiyordum. Her biri canını hiçe sayıyor, terörle mücadele için ailelerini artlarında bırakıp buraya geliyor ve ölmek pahasına o hainlerle çatışıyorlardı. Bense aralarında bir hain arıyordum. Daha büyük bir hakaret olamazdı... "Bundan sonra sırtımı sana dayarım, Vipera asla şüphe etmem. Bilirim ki sen daima korursun beni." Merih'in sözleriyle ona döndüm. Ne ara buraya gelmişti konuşmaları? Birbirlerine olan bakışlarında alevlenen duygular adeta dört bir yanı sarmıştı. Ben gördüm ama ikisi de bihaberdi hislerinden. İnsan konu kendisi oldu mu her şeye bile isteye kör ve sağır olabiliyordu ama başkasına geldi mi cin kesiliveriyordu. Ben de onlardan biriydim işte. "Sohbetinize doyum olmuyor ama size afiyet olsun." Hışımla ayaklanınca Nur bir tehdit algılamak için etrafı kontrol etmeye başladı ve en son bana döndü. Göz göze geldiğimiz an bir sorun olmadığına ikna oldu. "Nereye?" Beni bileğimden yakalayıp son anda durdurmayı başardı. "Daha işimiz vardı." Bakışlarındaki imadan Köstebek Peşinde Operasyonunu (bu ismi Nur uydurmuştu) kastettiğini anladım. "Biraz spor yapacağım, sen takıl Merih kankanla sonra bende buluşuruz." Sözlerimi tamamladığımda göz kırptım. Merih ile aynı anda yüzlerini ekşittiklerinde bir kahkaha attım. "Ne kankası?" "Hiç sevmem bu puştu." Merih'in masum sorusuna nazaran biricik arkadaşımın bozuk ağzıyla yaptığı yorum... Onu kınamayıp ne yapacaktım? "Takılın işte Merih'le, sonra buluşuruz Nur." "Takılıyor musun benimle, Nur?" dedi alınmış gibi Merih. "Duygularımla oynayıp, kalbimi kırıp arkanda bırakacaksın değil mi, itiraf et!" "Pes!" Hayretle ona bakakaldım. "Koskoca adamsın sen de her halta kanıp durma!" "Senin de her canın sıkıldığında bana giydirmelerin yok mu?" "Başka nasıl eğlenirdim yoksa, Merih?" Onları aynı masada baş başa bırakıp yemekhaneden çıktım. Spor salonuna doğru ilerlerken etrafta göz gezdirdim. Az önce yaptığım şeyi düşünmemeye çalıştım. Haksızlık ettiğim onca askerimi düşününce vicdanımı susturmak zor oluyordu. Kendimden nefret etmeme sebep oluyordu. Dolabımdan spor kıyafetlerimi alıp soyunma odasında giyindikten sonra salona geçtim. Yarım saatlik aralıksız spordan sonra biraz su içip dinlenmek için matın üstüne uzandım. Gözlerimi yumup soluklarımı düzene sokabilmek için düzenli nefes alıp vermeye başladım. Zihnimin kuytularından çıkıp gelen düşüncelerin istilasına direnmeye çalıştım ama Fatih'i karşısında yıkılmaya mahkûm Konstantinopolis surları misali fazla dayanamayacağıma emindim. Unutmak ne büyük lütufmuş meğer... Annemin bizi terk edişinin yıldönümünü kalan ömrümde anımsamamayı dilerdim. Ardına bakmadan çekip gitmişti ama bir aptal gibi onun anılarını hâlâ zihnimde yaşatıyordum. O bile unutmuştur ama benim ruhuma kazınmış... "Ne oldu, Karadeniz'de gemilerin mi battı?" Gözlerim hışımla açıldığında tavanla karşılaşmayı bekledim. Fakat karşımda ayakta dururken hafifçe bana doğru eğilmiş bir Bahadır figürü vardı. Hayretle ona bakıyordum. Güzel çehresine düşmüş gölgelerin bile gizleyemediği hayran olunası hatları insanı soluksuz bırakan cinstendi. Arsız sırıtışıyla kıvrılmış dudakları kaçmam gerekmeyen Bahadır'la uğraşmam gerektiğini gösteriyordu. Onun bu haline razıydım. Görmek için yırtındığım diğer yanı beni dumura uğratmıştı. O dürüst, sözünü esirgemeyen, beklenmedik şekilde derin adama söyleyecek söz bulamıyordum. Hazırcevap oluşuyla tanınan ben, o Bahadır karşısında hep suspus kesiliyordum. Çünkü ona yenilmeye meyilli bir yanımı uyandırıyordu derin uykusundan. "Ben Kahramanmaraşlıyım." Bunu söylediğime inanamadım bile. Ne alakaydı şimdi? "Ben de Ankaralıyım. İlişkimizde yeni bir boyuta mı geçiyoruz yoksa?" Her şekilde konuyu evirip çevirip istediği noktaya getirmeyi nasıl başarabilirdi? "Burcumu da soracak mısın?" "Kızıl..." dedim sabır çeker gibi. "Benim asabımı bozmadan git başımdan." "Aslan." "Ne?" Gerçek bir şaşkınlıktı benimki çünkü cidden ne dediğini anlamamıştım. "Sen sormadın ama burcum, Aslan." Yattığım yerden doğrulduktan sonra ters ters ona baktım. Somurttuğum suratımdan anlamalıydı aslında varlığından duyduğum rahatsızlığı ama hiç oralı bile değildi. "Yükselenimi bilmiyorum ama istersen öğrenirim..." "Sence umurumda mı, Bahadır?" Ona patlamak gibi bir planım yoktu ama bir kere olmuştu işte. Sanırım insan nazının geçtiğini düşündüğü insanı sıklıkla kırardı... Suratıma bakarken onu dönüştürdüğüm enkazı görmemi sağladı. Ardından tek kelime etmeden arkasını döndü ve boks torbasına doğru ilerledi. Kalbimi dikenli teller sardı sanki. Pişmanlık dört bir yanımı kuşatırken gözlerimi yumup başımı dizlerimin arasına aldım. Kendimden nefret ediyordum. Bir suçlu arıyordum bulmuştum işte... Peki niyeydi göğsümün böyle daralmasının sebebi? "Kalbin bir bana sağır, Bal Bela." Yutkunmak şöyle dursun soluğum ciğerlerimde tıkandı. İlk yumruğunu bu sözlerinin ardından attı. Ardından döndü ve bana baktı, dudaklarında mezarlığa dönmüş bahçeme tohum eken bir tebessüm vardı. Bilmez miydi, mezarlıktaki çiçekler unutuldukları için solmaya mahkûmdular. Ne diye sulamaya kalkışıyordu? Neden hayallerimin mezarlığına umut ekiyordu? "Dilersen altından kafese kilitle o kalbini, dipsiz kuyulara kapat yine de sana ne hissettiğini haykıracak. Bir anda ansızın yüzleşeceksin gerçeklerle, Beyza." Kabullenmek böylesine zorken, kaçmaktan başka yol bulabilir miydim kendime? Bana sırtını dönmüş insanlardan koleksiyonum vardı benim, öylece güvenebilir miydim? Soldurdukları çiçeklerimi, umutlarımı gömdüğüm bir mezarlığım vardı, söylenmemiş sözlerden gazellerim vardı. Ben hiç duyulmamıştım ki, sağırlıktan başka bildiğim bir şey yoktu. Hiç görülmemiştim ki, körlükten başka görmüşlüğüm yoktu. Şimdi hemen kabullenecektim öyle mi? Ben, sevildiğim için bile bedel ödemeliydim. Önce kendime bu bedeli ödetmeliydim. Sonra çok geç kalacaktım nasılsa. Onca sefer arkada bırakılınca, arkada durmaya alışıyordu insan. Geç kalmasam da koşamazdım. İlk sevgi bağından yoksun biri olarak ben o treni kaçıralı çok oluyordu... "Bin kapıdan kilitte vursan gönlüne, her şifresini bulmak için çabalayacak biri var." Bir tekme geçirdi yeniden boks torbasına. "Cehennemin dibinde de olsa bulacak biri var." Boğazıma yapışmış hayali bir el artık nefes almama müsaade etmiyordu. İnsan denen varlığın bin bir çeşit korkusu vardı. Karanlıktan, dar alandan, yüksekten veyahut yalnız kalmaktan korkarlardı. Benim en büyük korkum buydu işte, sevilmek... "Kökleri cehenneme uzanmayan bir ağacın, dalları cennete yükselemez." (Carl Jung) Ayağa kalkarken kaçamak bakışlarım büyük bir zarafetle boks torbasını döven adamın üstündeydi. "Ben batık bir gemiyim, enkazı dahi bulunamamış olan. Bırak battığım yerde kalayım." "Keşfedilmeyi bekleyen tüm hazinelerden vazgeçeyim, öyle mi?" Bir anda bana dönmesiyle öylece kalakaldım. "Seni ne batırdı, Beyza?" Gözlerimi kırpıştırıp şaşkınlıkla suratına baktım. "Bilmiyorum... Sanırım bir fırtına." Kaçmak için köşe bucak aradığım Bahadır tam karşımdaydı şimdi. Yana yakıla kaçsam da dolu gibi tutuluyordum daima ona. "Dışarıdaki fırtına değil," Birkaç adımda tam dibimde bitti ve elini kaldırıp beni işaret etti. "İçindeki kaos batıran seni. İçindeki savaşı kaybettiğini kabullenmişsin, bu haldeyken dışarıdaki hiçbir zafer kalıcı olmaz. Zihninde çözülmeyen düğümler, dış dünyada engeller olarak belirir." (Alıntı) "Kişisel gelişim mi okuyorsun?" Şaşkınlık beni aptallaştırırdı. Sanırım bu da en büyük kanıtıydı. "Okuyamaz mıyım?" "Estağfurullah, elbette okuyabilirsin." Birazdan söyleyeceğim cümlenin keyfiyle sırıttım. "Bağımlı olduğun şeylerin esiri, vazgeçebildiklerinin efendisi olursun. Bunu da yaz aklının bir köşesine, çok işine yarar." "Senin zincirlerin görünmez!" Aynı kitabı okuduğumuzu zaten anlamıştım ama bu sözü edeceğini düşünememekte benim ayıbımdı. Gerçek zincirler, görünmezdir... Yine arkama bakmadan kaçma niyetiyle oturduğum mattan kalktım. Eşyalarımı hızlı hızlı toparlarken dibimde durmuş beni izleyen adamı görmezden gelmek dışında yapabileceğim bir şey yoktu. Ben bu Bahadır ile başa çıkamayacağımı kabulleneli çok oluyordu. "Bu sefer değil!" Beni bileğimden yakaladığında elimdeki eşyalarım bir anda yere düştü. Tek kaşım havalanırken sinirin bedenimi kuşattığını hissettim. "Çek o elini!" Dişlerimin arasından bir yılan edasıyla tısladığımda oldukça tehditkâr olduğuma emindim ama onun üzerinde pek etkisi yok gibiydi. "Çekmiyorum, ne yapacaksın?" Gözlerimi yumdum ve dudaklarımı yuvarlak bir şekle sokup derin, sert bir soluk bıraktım. Bahadır'ın umurunda değildi ama aslında bu canını acıtacağımın ilk uyarısıydı. "Çekmezsen o eli büküp oturma organınla bütünleştireceğim." Bana bakakaldı. Bu sözlerin ağzımdan çıktığına inanamadığını görmek işten bile değildi. Duyacakları yalnızca bununla sınırlı kalsın istiyorsa aklını kullanıp o elini çekerse iyi olurdu. Yoksa dediğim her şeyi noktasına virgülüne kadar uygulayacaktım! "Yaptığını görmek için tutuşuyorum!" Sinir harbi bir yangın gibi beni ele geçirdi. "Bunu sen istedin." Bileğimi tutan elinin etrafında bir tam tur dönüp kolunu da bedenimle beraber döndürdüm. Kolunun doğal yapısı bozulduğu için eğri büğrü bir şekle büründü. Ne kadar acı çektiğiyle ilgilenmiyordum bu yüzden dudaklarından firar eden acı dolu küfrü duymadım bile. Onu uyarmıştım! Öndeki ayağımla onun ayak bileğine sertçe vurduğumda bu sefer acı dolu bir feryat eşliğinde bir dizinin üstüne çökmek zorunda kaldı. Yere düştüğü için kolu biraz yukarıda kaldı bu da çektiği acıya eklenen yeni bir acı oldu. Kolunu dirseğinden büktükten sonra sırtına kadar ittirdim ve serbest eliyle beni yakalamaya çalıştığını görüp o eline de ayakkabımın tabanıyla sertçe tekme attım. Yeniden acı dolu bir haykırış yükseldi dudaklarından. "Sen dayak arsızısın!" "Seni aynen böyle bağırtmayan en adi şerefsiz olsun, Baş Belası!" "Sana o elini çek dedim, deyyus!" Öfke nöbetinden olsa gerek sözlerinin altında yatan asıl manayı o an anlamadım bile. "Yalvaracaksın, yalvaracaksın..." "Yalvaran sen olacaksın, şimdi olduğu gibi" Avuç içimle çok sert olmayan bir şekilde yanağına bir iki kere vurdum. "Bir daha o elin kolun rahat dursun, benim kim olduğumu hiç unutma olur mu?" "Ulan kırmadığın, bellemediğin uzvum kalmadı nasıl unutabilirim?" Onu boş bir çuval gibi ittirip bedeninin yerle bütünleşmesine müsaade ettim. Yerde boylu boyuna yatan varlığını görmezden geldim. Sözlerine kıkırdarken az önce onun yüzünden düşürdüğüm eşyalarımı toplamaya başladım. O ise iki seksen yatıyordu yerde, nefes nefese kalmış bir vaziyette. Acı dolu nidalarını ve gün görmemiş küfürlerini de işitmiyor gibi yapıyordum. "Anladığım sert seviyorsun..." Nihayet ima ettiği şeyi anladığımdan hışımla ona döndüm ve umursamadan bir tane geçirdim böğrüne. "Bir daha bel altı tek kelime edersen seni o çok güvendiğin uzantından etmeyeni..." "Sus, sus kızım kafayı mı yedin?" Karnını tutup can havliyle sözümü kesti. "Madara ettin yetmedi ayağının altına paspas ettin... "Ve sen bunları hiçbirini umursamayıp sadece bana bel altı espri yapamayacağından mı korktun?" Uyuz uyuz güldü arsız herif. Elimde kalacaktı, gerçekten elimde kalacaktı. İnsan demeyecek bağırta bağırta dövecektim ama biliyordum işte, düzelmeyecekti. O buydu işte... "Her şeye tamam ama beni en sevdiğim iki şeyden mahrum bırakma." "Hasbin Allah!" "Favori uzvum ve bel altı esprilerimi rahat bırak." "Yahu ne uzuvmuş anasını satayım, çıkar göster tüm dünya rahatlasın!" Yeni bir öfke patlaması beni sardı. Şu ağzımızdan çıkanı çıkmadan bir tartsak keşke sonra ceremesini çekmek zorunda da kalmazdık hem. "Bu kadar çok görmek istediğini söyleseydin..." "Kes sesini, kes artık sus be adam sus!" Bu kadar arsız oluşuna artık inanamıyordum. Bu kaçıncıydı? Yediği kaçıncı dayaktı ama akıllanmıyordu. Elbette şiddetin her türlüsüne karşıydım ama çileden çıkartıyordu. Ayrıca şartlar eşitti, istese karşılık verebilirdi ama o istemiyordu. Bense hıncımı çıkarmaktan mahrum bırakmıyordum elbette kendimi. Söylene söylene, öfkemin esaretinde eşyalarımı toplayıp arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Gerçekten her an beni çileden çıkarmayı başarabilmesine inanamıyordum artık. Her defasında nasıl beceriyordu bam telime basmayı aklım almıyordu. Gözüm kararıyordu resmen, elimde kalacaktı haberi yoktu. "Bu kaçmalar bir gün yakalanmayla nihayete erecek, Bal Bela." "O gün hakkın rahmetine kavuşacaksın, Bahadır!" *** Krem rengi, önü uzun fermuarlı bir kazak ve sütlü kahve tonlarında kumaş bir pantolon giydim. Kahverengi ince kemeri pantolonun beline taktım. Aksesuarlar, yok gibi duran makyaj, saçlar ve nihayet hazırım. Aynadaki aksime gördüğümden memnun bir şekilde baktıktan sonra sırıttım. Yatağımın üstündeki kahverengi çantayı ve kaşe kabanı alırken sırıtmaya devam ediyordum. Aynada gördüğüm kadın bir yanılsamadan ibaretti. Kendime bu kıyafetleri satın alıyordum ama giydiğim nadir anlar oluyordu. Ben üstünde üniforma, ayağında postalla dolanan saçları sıkı sıkı topuz yapılmış o kadındım işte. Bunun için doğmuştum. Hazırlığımı tamamladıktan sonra evimden çıktım. Terör örgütüne alttan alta destek sağladığı, maddi yardım ettiği düşünülen bir hainin sosyetik kızının peşine düşecektik bugün. Benden şımarık, zengin, sosyetik bir kadın rolü oynamam bekleniyordu. Çocukluğunda bile şımarması hak görülmemiş birine verilebilecek en zor rol bu olsa gerekti. Nur'un bu role çok daha uygun olacağına emindik ama nedense hanım efendi istememişti. Görevi reddetme lüksümüz elbette yoktu, bu yüzden Nur direkt olarak üstüme yıkmayı seçmişti. En yakın arkadaşımın ihanetini bir kenara bırakıp, geçtiğimiz haftayı bu role bürünebilmek için geçirmiştim. Beni zorlayacak bir görevdi ama bir şekilde üstesinden gelebileceğime inanıyordum. Bahadır Sorgun, bu görevde olmak için gönüllü olana kadar her şey çok normal ilerliyordu. Ama hiçbir şey benim biricik arkadaşım Nur'un onu eğitebileceğini söylediği anki şaşkınlığımla kıyaslamazdı elbette. Resmen haindi, saf değiştirmişti! Damarlarımda dolanan kanda deli bir dürtü dolaşıyordu. Bu görevi de elimize yüzümüze bulaştırırsak yaşayabileceklerimizin gerginliği yük olmuştu omuzlarıma. O her elini attığı işi üstün başarıyla tamamlayan Beyza'dan, elinin değdiği görevi kurutan Beyza'ya ne ara dönüşmüştüm ben? "Beni malamat (Rezil olmak, dile düşmek) eden kadın nerede, nereye sakladın onu?" Sesin geldiği yöne gayriihtiyari döndüğümde Bahadır Sorgun ile göz göze geldim. Rolü gereği korumam gibi gözükmesi gerektiğinden siyah bir takım elbise giymeyi tercih etmişti. Gözünde yine siyah camlı güneş gözlükleri vardı. Geçenlerde kısalttığı saçları hafiften uzamaya başlamıştı bile. Sinekkaydı tıraşı her zaman ki gibiydi. Hatta çenesindeki kırmızı ince çizgiden yeni tıraş olduğunu ve kendini yaraladığını anlamak mümkündü. "Üstümdeki kostüme aldanma derim." "Pençelerin ne sivri öyle, Bal Bela." Onun karşısında ciddi durabilmek bir başarıydı. İlk zamanlar bunu yapmak daha az zorken ona alıştıkça, varlığını benimsedikçe ve hayatımdaki yerini kanırta kanırta sağlamlaştırdığından artık çok zorlanıyordum. Anlık sırıtışımı aynı anda yüzümden silmeye uğraştım ama geç kaldım. Bir saniye bile olsa gözünü dahi çekmediğinden suratımda gülüşümü görmüştü işte. "Dikkat et parçalamasın seni." "Estağfurullah, lütfen parçala beni." Sırıtışı bildiğimiz arsızlığının tamamını barındırıyordu. O ardında gizlendiği kabukken daha rahattım. Asıl Bahadır ile çok sık karşılaşmamayı umar olmuştum. Çünkü bana kendi cenazemi taşıttırıyordu her seferinde. "Sen uyuzken, benden nefret ederken ne iyiymişsin meğer ben kıymetini bilememişim." Dedim dertli dertli. Gözündeki güneş gözlüğünü çıkardıktan sonra yanıma doğru yürüdü. Bakışlarında parlayan ifadeden anladım, o Bahadır'dı. Şom ağızlının tekiydim işte! Gördüğüm an kalbimi tutuşturan, korkularımı gün yüzüne çıkaran adam vardı yine karşımda. Beni ardında bırakanlardan biri olduğunda kendimi toparlayamayacağım kadar dağıtmış olacaktı beni. Ve evet, emindim günün sonunda bir başıma parçalarımı birleştirmeye çalışacağımdan. Çünkü bundan önceki hiçbir veda onunki kadar acıtmamış olacaktı. Bahadır Sorgun, gitmeyeceğine inandırdıktan sonra gidecek olan ilk insan olacaktı. Bundan önce beni ardında bırakan kimsenin yanımda kalma sözü yoktu, beni bırakamayacaklarına dair verdikleri bir garanti yoktu. Ama o... O bana beni bırakıp gidemeyeceğini söyleyecek kadar şuursuz, beni bunu inandıracak kadar vicdansızdı. O gittiğinde ardında kalan bir enkazdan bile daha acınası halde olacaktı. Giden miydi kaybeden bilmem ama kalandı tüm yükün altında ezilen. Ve ben o yükün altında ezilmeye alıştırılmış bir aptal gibi serzenişte bulunacaktım yalnızca. "Senden bir an bile nefret etmedim, Bal Bela." Gerçeğin sönmüş külü ruhumda alev aldı. Beni terk edip giden annemi bile bir noktada affedip önüme bakabilmiş olan ben şayet onun gittiği senaryoların hiçbirinde Bahadır'ı affedemezdi. Bu kadar umutlandırdıktan sonra olmazdı. Peki ya bu sefer ben gidersem o zaman daha az yanar mıydı canım? "Bir eşkıya gibi girdin hayatımın tam ortasına, içimde ne varsa aldın benden. Belki buna olan öfkemi nefret sanmışsındır." Yutkunma arzusu öylesine baskındı ki o eylemi yapmadan duramadım. Suratına avaz avaz bağırmak isterken susuşumla sınandım, yine. Çünkü bu Bahadır'a mezarlığa dönmüş kalbimde çiçek açtırmaya çalıştığı için kızamıyordum. Beni kefensiz gömenlerden bile bir dua bekleyecek kadar aciz bir ruhtan ibarettim, nasıl kızabilirdim ona mezarımın üstüne çiçek ekti diye? "Şefkati insafsız bir duygu ile karıştırmaktan iyiymiş..." Kendi kendime vardığım sonucu sesli bir şekilde dile getirdiğimi fark etmedim. "Tulgar denen hırtapoz ile olan bağını da böylece anlamış olduk." Yaptığı haklı çıkarımla dehşetle ona döndüm. Nasıl olabilirdi, Allah aşkına hiçbir özel konuyu konuşmadığım biri nasıl beni böylesine kolay çözümleyebilirdi? Çözülememiş matematik sorusu olduğumu da iddia etmiyordum ama bu kadar kolay anlayabilmesini açıklayabilecek mantıklı tek bir fikrim yoktu. Bu adam nasıl beni kitap gibi rahatça okurdu, aklım almıyordu! "Beni annem bile sevmedi, kimse sevmesin." Bu itiraf benim içimi delip geçti ama gördüm, Bahadır'ın gözlerinde parlayan acının her bir tonunu. Acısı ortak olanlar birbirlerini gözlerinden anlar derlerdi, sahiden öyleydi... "Hayata bir sıfır yenik başlamış olmak, kaybetmek zorunda olduğun anlamına gelmez. O da annenin seçimi, onun sonuçlarını yaşaması gereken sen değilsin, o!" Bahadır Sorgun Kızılarslan'dan duymayı beklediğim son cümle bu olabilirdi. Bu kadar içten, inanmış bir şekilde, beni anlayarak ve samimiyetle konuştuğuna inanamadım. Gerçeklerin acı olduğunu kabullenerek ama bunun bizi durdurmasına izin vermemek gerektiğini de vurgulayarak... Bu adam beni her yeni gün daha da şaşırtmayı nasıl başarırdı? Görev için tahsis edilen aracımız geldiğinde ikimizde tek kelime etmeden bindik. VIP bir araçtı, oldukça genişti, bu yüzden birbirimizden uzak oturmamız kolay olmuştu. Ben itinayla ona dönmeden yolu seyrettim. Ona baktığımda yüzleşmek zorunda olduklarıma düşmandım, ona değil. Bana olan hassasiyetiydi kaçtığım, o değil. Sosyetenin takıldığı mekânlardan birinin önünde park etti araba. Zihnimin içinden karakterime dair tüm bilgileri geçiriyordum. Bahadır, gerçekten korumam gibi arabadan inip benim inmeme yardım etti. O andan itibaren tek kelime etmedik birbirimize. Görev için büründüğümüz kişiler sağ olsun yetişti imdadıma. Mekândan içeri girdikten kısa bir süre sonra yanımıza siparişleri almaya gelen görevliyi gördüğümde hafif bir tebessüm belirdi dudaklarımda. Teşkilattan bir ajanı görmüş olmak endişelerimi biraz dindirdi. Birçok ajanın burada görevde olduğunu biliyordum tabi. "Ne arzu edersiniz, hanım efendi?" Ona havalı bir içki ismi söyledikten sonra arkamda duran adama kaçamak bir bakış atıp önüme döndüm. O esnada masama yaklaşan iki kadını fark ettim. Benim onları görmediği zannettiklerinden kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Kısa sürede yanıma vardılar. "Merhaba," diyerek selamladılar beni. "Merhaba." "Sizi burada ilk kez görüyoruz, ben Melis Can..." "Yeşim Can." Kendimi tanıtmam için bekliyorlardı. Meraktan tutuştuklarını görmem zor olmuyordu. Adeta sabit duramıyorlardı. "Öyküm..." Dedim dudaklarımda sahte bir sırıtışla. "Öyküm Kızıltepe. Tekirdağ'dan geliyorum." Aralarında yine bir bakışma geçti. Tam olarak kim olduğumdan emin olamadılar. Ardından aramızda hummalı bir tanışma konuşması başladı. Hayali babamın topraksız tarımla ilgili büyük projelerinin yanı sıra fabrikatör olduğunu ballandıra ballandıra anlatmayı es geçmedim. Aramızdaki sosyetik muhabbetten Bahadır'ın boğazını temizlemesiyle kusacağını anladım. "Geçen hafta Paris Moda Haftasına katılmadınız mı, sizi göremedim..." Onların katılmadığının bilgisi zihnimin bir köşesinde kalmış olmalıydı. Burada takılan her kişi hakkında gereksiz fazla bilgiye sahiptim maalesef ki. Rolümü en iyi şekilde oynayabilmek için. "İnanılmaz bir haftaydı. O kadar alışveriş yaptım ki özel jet kaldırmak zorunda kaldı babam." Muhabbeti yavaş yavaş asıl peşinde olduğumuz kişinin üstüne çevirmeli, bu kızlardan bildikleri her şeyi öğrenmeliydim. Gerçi onlar bildikleri her şeyi anlatmaya gönüllü gibiydi. "Bizim daha öncesinden verilmiş sözümüz vardı yoksa kesinlikle orada olurduk, tatlım. Ama yanılmıyorsam Nesrin katılmıştı." Tek kaşım havalanırken onun kim olduğunu bilmiyormuş gibi davrandım. Nihayet konunun ona gelmesinden memnundum aslında. Asıl hedefimiz oydu, daha doğrusu babası. "Kim?" diye sordum şımarık, küçümseyici bir edayla. "Nesrin, canım. Nesrin Torun." "Torun, Torun..." Düşünür gibi yaptıktan sonra nihayet hatırlamış gibi onlara döndüm. Yüzümde şapşal yalancı bir şaşkınlık vardı. Rol yapmak konusunda uzmanlığımı konuşturuyordum. "Hani şu Torun Ailesi." "Aynen, onlar işte." Bu andan itibaren Nesrin Torun'un tüm sicil kaydını sözlü olarak bu iki kadından öğrenmeyi başardım. Melis, adeta asli görevi buymuş gibi ballandıra ballandıra hiçbir detayı atlamadan hatta nefes bile almadan benimle konuşurken Yeşim dikkatimi çekti. Melis’in dedikodu tufanı o an anlamını yitirdi. Radarımda artık Yeşim vardı. Gözlerini dikmiş, cilveli bir şekilde Bahadır'a bakıyordu. Yanakları al al olmuştu, utançtan mı? Burada neler oluyordu? Görevdeydik ve bu adam arsızca bir kadına kur mu yapıyordu? Bir anda kendime mani olamayarak hışımla yerimden kalktım. Kızların ikisi de şokla bakakaldı bana. "Çok acil bir işim vardı, unutmuşum!" Kıvırmaya çalıştığımı bilen tek kişi Bahadır'dı. Tepkimin asıl sebebini anlamamasını umuyordun ama o sinsi kesinlikle anlamıştı… "Konuşmamıza daha sonra devam edebilir miyiz?" "Elbette." Şaşkınlıkları umurumda bile değildi. Dönüp direkt Bahadır'a baktım. Dudaklarındaki Allah'ın cezası sırıtış aslında her şeyi anlatıyordu. O kadının bakışlarının da benim verdiğim tepkimin sebebinin de oldukça farkındaydı. İnsanı çileden çıkartmak için çabalamasına bile gerek yoktu. O öylece dursa bile yeterdi. Eşyalarımı toplayıp hışımla mekânın çıkışına yürüdüm. Onu gebertmek istiyordum ama bana neydi? Hangi sıfatla onu kıskanabilirdim ama kıskanıyordum işte. Bu kavurucu hissin beni içten içe kuruttuğuna dair yemin bile edebilirdim. Ben, iş disiplini ile bilinen Beyza, az önce duygularıma mukayyet olamadığım için görevi uzatmak pahasına, riskleri arttırmak uğruna şimdi terk ediyordum burayı. Dışarı çıktığımız anda hışımla ona döndüm. Madem her şeyin farkındaydı, onun yerinde olmayan aklını başına getirmekte bir beis görmüyordum. "Bana bak Bahadır, görevdeyken kimseyle flörtleşemezsin!" "Ne oldu, komutanım?" Beni sanki ihtiyacım varmışçasına iliklerime kadar öfkelendiren alayı yine çehresine yayıldı. "Kıskandın mı?" Bir adım öne atıp ona biraz daha yaklaştım. Tehditkâr bir şekilde ona doğru salladığım başparmağımı iki kere göğsüne vurdum ardından kaldırıp aynı hareketi çenesinin altından da yaptım. "Belki evet, belki kıskandım ne olacak?" ▬▬▬ • Bölümü nasıl buldunuz? Bölüm hakkında düşüncelerinizi merak ediyorum doğrusu. İNSTAGRAM: dilandilanwrites (Aktif olarak tüm alıntılar, spoilerlar bu hesapta yer almakta. Takip etmeyi unutmayınnnn.) DREAME: Dilan Aladağ Çetin (KİTAP ÜCRETSİZDİR) Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın, öptüm xoxo
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD