Ⅻ☾ Senden Kaçıyorum

4059 Words
Helikopter aniden sarsıldığında birkaç kişinin dudaklarından dökülen küfür uğultu gibi ulaştı kulaklarıma. Başımı bile kaldırmadım. Beş dakika içinde helikopterden tahliyemiz gerçekleşecekti. Tam yanımda oturan Nur, yeniden operasyona çıkıyor olmaktan mutluydu. İyileşene kadar saha görevlerinden uzak durması gerektiğine dair emrime elbette itaat etmek yerine onu sorgulamayı, beynimin etini yemeyi tercih etmişti. Kendisini ikna etmek bir hayli zor olsa da en nihayetinde emrime karşı gelemeyerek iki hafta dinlenmişti. Sonunda yeniden sahalardaydı. Uzmanlık alanı kılık değiştirerek suçluların inine sızmaktı. Bunun için özel yetiştirilmiş bir ajandı ama her zaman operasyonun en hareketli kısmını sevmiştir. Kanı deli akıyordu, durup beklemek için yeterince sabırlı değildi. “Bahadır Sorgun ile ne iş?” Beni omzumdan dürttüğünde başımı kaldırıp önce ona baktım. Kafamdaki koruyucu kaska ve bilumum teçhizata rağmen onu çok net duyuyor olduğum için telaşlandım. Bir insanın ses tonunun hiç mi ayarı olmazdı, Nur’un yoktu işte! “Megafon vereyim mi eline, tüm tabur duymadı sesini!” Sözlerime karşılık gözlerini devirdi. Sanki bağıran benmişim gibi bana onaylamaz bir ifadeyle bakması yok muydu insanı çileden çıkartırdı gerçekten. Hareketlerim hoşuna gitmiyorsa almasındı oğluna, ne yapayım? “En son yedi dayağını işte bu kadar, hazırlık süresince pek profesyoneldi benimle de iletişim kurmuyor.” Bakışlarımı özellikte ondan tarafa çevirmedim. Verdiğim son cevaba hiçbir yanıt vermeyen oydu. Onu kıskandığımı itiraf ettiğim için aptal gibi gözükense elbette bendim. Kendimi paralama arzumu bastırmaya çalışmak çok zordu. Adamın karşısında alenen onu kıskandığımı beyan etmiş ve karşılığında koca bir hiç ile ödüllendirilmiştim. Tek bir söz etmemişti, alay bile etmemişti lanet olasıca! “Taktik değiştirmiş,” Sanki dünyanın heyecanla beklediği o bilimsel keşfi yapan bilim insanı gibi konuşuyordu. Bana atomu parçalıyordu sanki haspam, altı üstü çıkarımda bulunuyordu işte. “Baktı peşinden koşmak işe yaramıyor, ghostluyor seni.” Ne demek istediğinden bihaber olduğumdan şaşkınlıkla suratına bakakaldım. “Ne yapıyor?” “Senin şu aşk meşk işlerine olan uzaklığın beni öldürüyor!” “İniş için hazırlan!” Helikopterin pilotu, Yarbay Zahit’in sesini kulaklıklarımızda işittiğimizde konuşmamız yarım kaldı. Uçaktan paraşütle atlayacaktık. Bunun için uzun süren, hummalı eğitimler almış bir düzine askerdik. Merihlerin timi de bize eşlik ediyordu. Terör örgütüne ait olduğu düşünülen yere baskın düzenliyorduk, yine. Olası çatışma ve yanlarında rehin tutuyor olabilme ihtimallerine karşı yüksek güvenlikli olarak sınıflandırılmış bir operasyondu. Bu yüzden tedbiri en üst düzeyde tutmakta fayda vardı. Helikopterin dağlık arazi koşullarında yere inememesinden dolayı öncelikle iple aşağıya sarkıtılmak vardı aklımızda ama iniş için seçilen güvenli konumda helikopterin fazla alçalması riskliydi. Sınıra çok yakın bir yerdeydik. Sınır köylerinden birisi de operasyon bölgesine fazla yakındı. Bu sebeple en güvenli şekilde paraşütle inecektik. Ansızın gece gibi üstlerine çökmek, sürpriz hakkını kaybetmemekti amacımız. Herkes önceden kararlaştırılan konumunu aldığında, helikopterin kapısı güvenli bir şekilde açıldı. Önce Merih, ardından Bahadır ve hemen sonra da ben atlayacaktım. Ekip bizim arkamızdan gelecekti. “Sikeyim, ipi açamıyorum!” Merih’in sözleriyle dehşetle ona döndüm. “O kadar gönülsüzdün ki…” Bu söylenme Nur’dan geldi. “Bir bu eksikti.” Merih, paraşütle atlamamak için neredeyse takla atarak helikopterden inmeyi deneyecekti. Neden bu kadar karşı olduğunu başta anlamamıştık ama Bahadır şiddetle üstüne gitmememiz konusunda bizi uyarmıştı. Sanırım bu konuda geçmiş kötü bir deneyime sahipti, bu yüzden bizde kurcalamamayı tercih etmiştik. “Gönülsüz sikişten burunsuz çocuk doğar, ben sana demiştim Merih!” “Ruhunun izdüşümünü sikeyim, senin paraşütle atlama fantezin mi var lan!” Hayretle onlara bakakaldık. Bu anda bile birbirlerine keyifle küfredebildiklerine inanamıyordum. “Birinin atlaması gerek!” Nur bile bu anı sonlandırmayı diliyordu. Gerginlik giderek yükseliyordu. Uğultular bile artmıştı. “Ben giderim!” Öne çıktığım an hışımla bana dönen Bahadır ile göz göze geldim. Elini bana doğru uzattığı an aslında çok geç kaldığının farkında değildi. Zaman adeta yavaşlamışta olayları ağır çekimde seyrediyor gibiydim. O günün üstünden günler geçmişti ama ilk kez gözlerime bakıyordu. Operasyona hazırlanırken, görevin üstünde çalışırken, üstlerimiz ile toplantıdayken… Bir kere bile bakmamıştı. Bana yaşattığının bir mahrumiyet olduğunu şimdi gözlerime baktığında fark etmiştim. Meğer bana baksın diye bekliyormuşum… Parmakları bana dokunamadı. Çünkü ben sözlerimi söylediğim an kendimi boşluğa bırakmıştım. Gözlerim gözlerinde mahpusken bedenim hızla düşmeye başladı. Bu an tamı tamına bir saniyeden daha uzun değildi ama sanki bir ömürdü. Hızla bedenim yere yaklaşırken doğru anda paraşütü açıp süzülmeye başladım. İneceğimiz noktadan çok saptığımı düşünmüyordum. Yalnızca birkaç dakika sonra sesi kulaklarımı doldurdu. Günler sonra ilk kez direkt benimle iletişime geçiyordu. Onda da yerde değil havadaydık! “Aklının tası bile kalmadı mı senin?” Öfkesinin elle tutulur cinsten bir somutluğu vardı. “Ben atlardım ulan, neden kendini öne atıyorsun?” Aramızda fazla bir mesafe yoktu ama yine de sesini duyabilmem için bağırması gerekirdi. Hem paraşütü kontrol edip hem ona odaklanmak zor işti doğrusu. Kimse paraşütten atlarken kalbinin ritmini üç basamaklı sayılara çıkaranlar için eğitim vermiyordu, ne yazık… Ona cevap vermek için yere inmeyi bekledim. Zaten ayaklarım yere sağlam basmıyordu, bir de yerden kesildiği sırada ona mantıklı yanıtlar verebileceğimi zannetmiyordum. Derdinin ne olduğunu bile idrak edememiştim. Dakikalar sonra yere ilk inen biz olduk. Paraşütün ağır çantasından, vücuduma bağladığım kemelerinden kurtulduğumda resmen hafiflemiştim. Şimdi onunla uğraşabilecek kıvamdaydım işte. “Derdin ne, ne istiyorsun Sorgun?” İrkildi. Ona hitap ederken daima ilk ismini seçmiştim, ikisini aynı anda kullanmıştım ama bu şekilde… Ona herkesin seslendiği gibi bilerek seslenmiştim. Üstünde etkisi olup olmayacağını gerçekten merak etmiştim ama bu kadarını ben bile beklememiştim. Tokat etkisi yaratmıştı. Hayretle gözlerimin içine bakıyordu. “Ne?” “Derdin ne, havada bağırıp duruyordun söyle işte!” “Ulan ne demek Sorgun?” Gerçekten buna takılmıştı. Mutluluktan kişneyebilirdim o an ama put gibi duruyordum karşısında. Onu kıskandığımı itiraf ettiğimde susmuştu, günlerce gözümün içine bakmamıştı, benimle iletişim bile kurmamıştı elbette bunun acısını çıkaracaktım. “Derdin ne sesin?” Yavaş yavaş ekip toplanıyor, etrafımız insanlarla doluyordu. Merih ve Nur bile inmişti, anlaşılan Merih’in paraşütündeki sorun çözülmüştü ama benle Bahadır’ın arasındaki sorun hâlâ devam ediyordu. “Kafayı mı yedin, göreve geldik işte. Merih’in paraşütünü mü bekleyecektik? Hızlı olmamız gerekiyordu, rotadan sapmadan inişi gerçekleştirmeliydik bende gerekeni yaptım!” “Beyza, benim ayarlarımı bozma!” “Bilader, sen hayırdır?” Nur’un bu zamana kadar susması bile mucizeydi. Merih onu bileğinden yakalamasa Bahadır’ın üstüne yürüyecekti neredeyse. “Ne derdin var, yine ne istiyorsun ulan kızdan?” “Sözlerine dikkat et, Vipera. Senin üstünüm ben!” “Yo, değilsin!” Kolunu Merih’in elinden kurtarmak için bir hamle yaptı. Merih’te buna karşılık diğer kolunu da yakaladı. “Gel göstereyim sana kim kimin üstü!” “Sakin olun artık, herkes inişi gerçekleştirdi. Pençe, ekibinle ilerle! Vipera, beni takip et!” “Sen bana emir veremezsin!” Nur çirkef bir şekilde kolunu çekiştirdi. Merih’in uyarı dolu sesiyle bir an duraksayan Bahadır ardından etrafına baktı dikkatle. Herkesin bizi izlediğini gördüğünde kabullenmişlikle gözlerini yumdu. Burası durması gereken noktaydı, farkına varmalıydı. “Kendi canını bu kadar kolay hiçe saymadan nefret ediyorum.” Fısıldayarak söylediği sözlerle tüm benliğimde bir zelzele yarattı. Bakışlarımız birbirine kavuştuğunda o an zamanın akışı yavaşladı. Filmlerdeki gibi ağır çekimde bir an bizi kucakladı. Benim şaşkınlığımın ele geçirdiği çehremin aksine onun yüzünde gerçekten bu duruma karşı duyduğu derin öfke vardı. O katıksız çaresizliği bir gıcık gibi oturdu boğazıma. Hiçbir söz etmedik, sözlerin anlamını yitirdiği bir andı. Ne ben ona ne de o bana her zaman birbirimize baktığımız biçimde bakmıyorduk. Gerçekten kaçınılmaz olandan koşarak uzaklaşamıyordu insan. Bazı şeyler yaşanmak zorundaydı, biz gibi… Nihayet yola koyulduk. Birkaç kişi kendi arasında fısıldaşırken bakışlarım bir kişiye takıldı. Bir mimik, ufacık bir mimikti onu ele veren ve benim içime ilk kurdu düşüren. Emin olana kadar gözlemlemeye devam edecektim ama onu yakaladığımı biliyordum. Hiçbir şey belli etmeden ilerlemeye devam ettim. Kafamın arkasında düşünceler dönmeye başladı. Yaşadığım vicdan azabı bir nebze azaldı. Sırada onu yemlemek vardı. Gerçekten tahmin ettiğim kişiyse, buna emin olabilecektim. “Yanlış yoldayız, komutanım.” Kıdemli Üsteğmen Ömer’in sözleriyle duraksadık. “Buraları avucumun içi gibi bilirim, buradan yolumuzu uzatıyoruz.” Herkes ona dönmüştü. Tek kaşım havalanırken sırıtışımı gizlemeye çalıştım. Yanlış yoldaydık demek… “Rotayı kim hazırladı, yanıma gelsin derhal!” Bahadır’ın huysuz sesiyle ona döndüm. Aldığım her nefes bıçak gibi batıyordu her ona baktığımda. Yanıyordum ve inkâr edilecek o noktayı çoktan geçtiğimi iyi biliyordum. “Komutanım…” Kıdemli Başçavuş Zahit hayret içerisindeydi. Şaşkınlığı samimiydi, yüzünde görebiliyordum. Dönüp baktığı ilk kişi ise şüphelerimi adeta doğruluyordu ama sabırla bekleyecektim. Onu yakalayacağım ana kadar… “Bu ne demek oluyor, Zahit?” “Komutanım… Rota üzerinde hummalı bir çalışma yaptık, geçiş noktalarının tamamını detaylıca inceledik…” “Ve yine de bizi uzun yola mı soktunuz?” Zahit yeniden dönüp yardım aldığı arkadaşına baktı. Bakışlarındaki ifadeden onu ateş hattına attığı için arkadaşına bir öfke vardı ama o da zannediyordu ki arkadaşı işini özenmeden yapmıştı. İşin aslını benim dışımda bilen yoktu. “Özür dilerim, komutanım.” Arkadaşını ele vermedi. Ona verilen görevi bir başkasına yaptırdığı itiraf etmek bu andan daha büyük bir utanca sebep olurdu, bu yüzden sessiz kaldı ama ben onu yakaladım! “Kıdemli Üsteğmen Ömer, bizi doğrusunu bildiğin kısa yoldan götür.” Bahadır çok sinirlenmiş olsa da askerini rencide etmedi. Ömer’in gösterdiği yoldan devam ettik. Ömer’in de ekipte olması sayesinde sürpriz baskın yapma ihtimalimiz arttı çünkü yürüyerek gideceğimiz yol kısaldığından bize yirmi dakika kazandırdı. Kimse bir şeyin farkında değildi ama ben haini sonunda bulmuştum! Operasyon başlamadan önce yerimize yerleştik. Herkesle sorunsuz iletişim kurabildiğimizden emin olduktan sonra operasyon başladı. Sıkıntısızdı çünkü önceden uyarılmışlardı. Teröristler acemiydi, yanlarında rehine yoktu, mühimmatlarının çoğunu kaçırmayı başarmışlardı. Yine de şüphe duyulmayacak şekilde birkaç kemik atmışlardı resmen önümüze. Beklenilenden çok daha az ele geçirilen mühimmat, hiçbir bilgisi olmayan düşük seviyeli teröristler dışında elde edebildiğimiz bir şey yoktu. Yakalanan teröristler sınır karakolundan gelmiş olan askerlere teslim edilirken beklenilenden çok daha erken bitmişti operasyon. Askerler ile sınır karakoluna çekilmiştik. Sinirim adeta tepemden tütüyordu. Aklım almıyordu, neden teröristlere yardım ettiğini anlayamıyordum. “Beyza, neyin var?” Karakolun bahçesinde, elimdeki karton bardaktan çayımı içerken düşüncelere dalmıştım. Daha fazla sessiz kalamayan Nur ise nihayet konuşmuştu. “Buldum.” Söylediğim tek şey bu oldu ama Nur ne demek istediğimi elbette anladı. Kocaman olmuş gözlerle bana şaşkınlıkla bakarken konu hakkında tek bir yorumda bulunmadı. “Önce emin olmam gerek, bunu kışlaya geçince konuşuruz.” “Tamam.” Bu tarz konular hassas olduğundan anlatmam için üstelemedi. Görevle ilgili bilgileri üstlerimize ilettikten sonra kaldığımız kışlaya götürülmek üzere geldiğimiz helikopter ile yola çıktık. İki gün izinli olacaktık yani görev sonrası bol bol vaktim vardı. “Umarım ben yanılıyorumdur…” diye mırıldandım çaresizlikle. Yanılmıyorsam Bahadır’ın yaşayacağı hayal kırıklığını düşünmek canımı yakıyordu. Onun gözlerinin içine bakıp onun yetiştirdiği, iyi bir asker olsun diye eğitim verdiği kişiyi hain olarak işaret edecek olmak… O anda gözlerinde belireceğine emin olduğum hüzün… Boğazım düğüm düğüm oluverdi düşüncesiyle bile. Kışlaya geri döndüğümüzde kimseyle konuşmadan lojmanların olduğu tarafa gitme planım vardı fakat tam önümde biten adamla bu planım askıya alındı. “Konuşalım.” “Neyi?” Günlerce bakmadığı gözlerime bakıyor, o gün susmayı seçtiği halde şimdi konuşmak için tutuşuyordu. Yalan söyleyemezdim, ona dair hislerimle ilgili ilk kez bu kadar açık olmuşken susmuş oluşu kırıcıydı. Kırılmıştım… Hiç gitmeyeceğine inandırmış olması onun acımasızlığıydı. Ben yavaş yavaş varlığını benimserken susmuş oluşu onun hatasıydı. Şimdi konuşsak ne değişecekti? “Biliyorsun neyi olduğunu.” Gözlerimi devirerek cevap verdim. “Bana ne yapmam gerektiğini söyle.” Tek kaşım havalandı. “Ne saçmalıyorsun?” “Bütün dikkatini bana vermen için ne yapmam gerektiğini söyle!” Nemrut herif, geçen gün susan o değilmiş gibi şimdi karşıma geçmiş böyle konuşarak feleğimi şaşırtmaya da utanmıyordu! “İşine bak, Kızıl!” Bir adımla onun yanından geçtim ve arkama bakmadan yürümeye başladım. Tüm dikkatimi ona vermem için ne yapması gerekiyormuş… Mesela onu kıskandığımı söylediğimde bir tepki vermesi! İçimden söylene söylene yürümeye devam ettim. O esnada kafamın içinde gerekli planı yapıyordum. Adımlarım bir anda aksi yönde ilerlemeye başladı. Aklıma gelen şeyle koğuşların olduğu tarafa yöneldim. Yine erkek askerlerin koğuşuna girdiğim an beni gören şaşkınlıkla yüzüme bakakalıyordu. Burada askerlik görevini yapan erlerde kalıyordu. Acemiler beni gördükleri zaman yollarını değiştiriyordu. Sanırım burada dedikodular çabuk yayılıyordu. Geldiğim ilk gün ekibimin koğuşunu basıp, onlara demir ayaklı bir sandalye ile adeta gözdağı verdiğimi duymayan kalmamış gibi gözüküyordu. Koğuşun kapısını yine hışımla açtığımda aynı hızla gidip arkasındaki duvara çarptı. İçeride bulunanlar irkilerek bana döndüler. Gördükleri kişi hareketimden daha çok irkiltti hepsini. “Ulan hanginiz bir halt yedi?” diye sordu çaresizlik ile koğuş sorumlusu Kıdemli Üsteğmen Fırat. “Ben yemedim…” “Şimdi tuvaletten geldim lan ben…” Kendi aralarında yeterince konuştuklarını düşündüğümden boğazımı temizleyip her birini susturdum. Her biri hazır ol pozisyonunda durdular. “Asker, rahat.” Ne diyeceğimi merakla bekliyorlardı. Burada ne işimin olduğunu sorguluyorlardı. “Başçavuş Vural nerede?” Hep bir ağızdan bir anda Vural’a seslenmeye başladılar. Vural orada değildi, bunu zaten biliyordum. “Hemen Vural’ı bulun ve odama gönderin, çok mühim olduğunu belirtin, önemli bir terörle mücadele görevi hakkında…” Özellikle şüphelendiğim kişiye dönüp bakmadım. Son ana kadar onun merakını diri tutmaktı niyetim. Nasılsa öğrenebilmek için ayağıma kadar gelecekti. Oradan ayrılıp odamın yolunu tuttum. Yolda Nur’u arayıp derhâl gelmesi gerektiğini söylemeyi ihmal etmedim. Durumu danışmam gereken biri daha vardı. Bu konuda onun fikrine çok ihtiyacım vardı. Bildiğim her şeyi ondan öğrenmiştim, o benim akıl hocamdı. Yol üstünde de odası vardı, kendi odama geçmeden önce onun kapısını tıklattım. “Gel.” Beklediğim komutu alır almaz kapısını araladım. Beni gördüğü an usulca doğruldu. Şaşkınlıkla odasındaki varlığımı sorgularcasına bana bakıyordu. “Merhaba, komutanım. Müsait misiniz?” “Bu resmiyete gerek yok, Beyza. Geç otur lütfen, elbette müsaidim.” Yorum yapmadan usulca oturdum. Bir süre konuyu nasıl açacağımı düşünmem gerekti. Ona tüm detayları söyleyemezdim nihayetinde. “Ne içersin?” “Bir şey istemiyorum, komutanım…” “Beyza…” Gözlerinde yalvaran bir ifade peyda oldu. İyi bilirdim bu ifadeyi. Kaç insana böylesine çaresizce baktığımı sayamazdım. “Rica ediyorum böyle yapma. Görev için teşkilattan ayrılırken kısa bir süre içinde döneceğimi sanıyordum…” Bakışlarım hışımla çarptı bu sefer gözlerine. İçimde kırgın bir yan vardı. Ne olursa olsun onun da diğerleriyle bir kefede durmasını istemezdim. Sırtımda bıçağı olanlardan biri olmasını hiç istemezdim. Beni ardında bırakmış herkesi bu kefeye koyardım ama bu sefer farklıydı. Tulgar Bora, beni ardında bırakarak kendisi kendisini bu kefeye koymuştu. Sırtımda ona ait olan bıçak belki saplı değildi ama biliyordum her an saplayabileceğini. Şu yarım aklımla bir daha ona kanmazdım. Bir zamanlar ona nasıl bakıyorsam şimdi aynen öyle bana bakıyor olsa bile kanmazdım… “Yurtdışında uzun bir süre kalmam gerektiğinde seninle iletişime geçebilmeyi çok istedim ama yapamazdım, güvenlik sebebiyle mümkün değildi. Baş Kıdemli İstihbaratçısın ne demek istediğimi çok iyi biliyorsun.” Yorum yapmak, bu konu hakkında konuşmak asla istemiyordum ama söyleyecek sözü olana cehennemdi susmak. “Ne olursa olsun ben sana veda ederdim.” Sözlerimle öylece kalakaldı. Bir anda konuyu konuşmamı beklemiyordu ama o mührü kendisi çözmüştü ve sözlerimin hiç hoşuna gitmeyeceğine emindim. “Bana bildiğim her şeyi sen öğrettin ama öğretmeyi unuttuğun tek bir şey kaldı.” “Beyza…” Ne diyeceğimi anladığını gözlerinde gördüm. “İnsanlar nasıl arkanda bırakılır işte bunu öğretmedin. Büyük kayıp doğrusu, ben sürekli arkada bırakılan olmaktan sıkıldım oysaki.” Sırıtıyordum. Dudaklarıma yayılan o sırıtışta acımtırak bir tat vardı insanın damağında keyifsizlik yaratan. “Böyle düşündüğünü bilmiyordum, beni de mi o yere koydun Beyza?” Bakışlarım tam arkasındaki camdan dışarıya kaydı. Nefesim inat edip dökülmüyordu dudaklarımdan. Ben beni yakanlara küsmem gerektiğini ne zaman öğrenecektim? “Sen kendine orayı layık gördün, ben bir şey yapmadım Tulgar.” Tüm sohbet ikimize de zehroldu. Acılarımın mesken tuttuğu bu izbe düşüncelerden kurtulmak için bir an önce konuyu değiştirmem gerekiyordu. “Yıllar geçti üstünden, ben bir daha haddim olmayan hiçbir şey beklemedim kimseden. Merak etme, hiçbir üzüntü ilk günkü gibi kalmıyor.” “O gün duygularına karşılık veremezdim Beyza, o gün gideceğimi bile bile kalbini kırmak pahasına sana umut veremezdim…” “Sende hayal kırıklığı bırakmayı tercih ettin, anlıyorum ama artık bir önemi yok.” Kafasına sıksam böyle bir etki yaratmayacağından adım kadar emindim. Hayretle bakakaldı suratıma. “Özür dilerim, Beyza.” Bu gecikmiş özrün nazarımda pek kıymeti yoktu. “Seni onun kollarına iten zaten benim aptallığım…” Mırıldandığını duymadığımı zannediyordu ama duydum. Üstüne yapacak yorumum yoktu. Herkesin farkında olduğu ama benim inatla reddettiğim bir gerçekti sonuçta. Şimdi yalanlamanın bir anlamı yoktu çünkü ne hissettiğimi gizlemek istediğim o değildi. “Ben farklı bir konuyu danışmak için geldim aslında. Çok detay veremem ama bir görevim var, şüpheli bir çalışan…” “Ekipte köstebek mi var?” Aramızdaki o yapışkan his dağıldığı için mutlu, ben leb demeden leblebiyi anladığı içinse şaşkındım. “Detay veremem…” diyerek geçiştirdim. “Her neyse, şüphelendiğim birisi var. Onu yemlemeyi düşünüyorum, bu konu hakkında bana fikir verebilir misin diye sormaya gelmiştim aslında.” Konu bizden uzaklaşıp asıl meselemize geldiğinde ikimizde gözle görülür derecede rahatladık. Ben içimde kalmayan her şey adına çok mutluydum, Tulgar Bora ise zamanında sustuğu her şeye pişman. Artık yapılacak bir şey yoktu, o tren kaçmıştı. Gönlüm bu sefer daha beterini tutulmuştu… Bana uygulayabileceğim birkaç fikir veren Tulgar Bora’ya teşekkür edip yanından ayrıldım. Odama gittiğimde ayakta kaç dakikadır dikildiğini bilmediğim bir Vural bulmayı beklemiyordum. Onu çağırdığımı tamamen unutmuştum. “Kusura bakma, Vural Başçavuş. Binbaşı Tulgar Bora ile olan görüşmem tahminimden uzun sürdü.” Ben otururken hâlâ ayakta dikildiğini gördüğümden elimle tekli koltuğu işaret ettim. “Otur lütfen, ayakta kalma.” “Emredersiniz, komutanım.” Çekincesini anlayabiliyordum. Onu neden çağırdığımı bilmemek korkusunu perçinliyordu ama zaten anlatacaktım. “Sen eğitim sırasında, düşmanın eline düşmen halinde konuşmamayı sonuna kadar başaran nadir askerlerden birisin.” “Estağfurullah, komutanım.” “Gereksiz mütevazılık sevmem, Vural!” dediğim an oturduğu yerde bir anda dikleşti. “Bir konuda yardımına ihtiyacım var.” “Emredin, komutanım.” “Sana birine söylemen için gerçek olmayan bir şey söyleyeceğim. Konu hakkında kimseye tek kelime etmeyecek ve sadece dediğimi yerine getireceksin. İşin başını sonunu merak etmeyeceksin ve öğrenmeye çalışmayacaksın, anlaşıldı mı?” “Emredersiniz, komutanım.” “Bu çok önemli, hayat memat meselesi. Söylemeni istediğim kişi dışında bir kişiye bile öttüğünü duyarsam…” Sustuğum an korkuyla bakışlarını bana çevirdi. “O zaman seni bir de ben öttürürüm, anlaşıldı mı?” “Anlaşıldı, komutanım.” “Yüksek gizlilik derecesindeki bu görev sana emanettir, asker. Gazan mübarek olsun!” Ona söylemesi gerekeni harfi harfine ezberlettikten sonra gönderdim. Sıra beklemekteydi. Bekleyecek ve görecektim… *** Nur Beyza’nın aciliyetle gelmemi istemesinden kısa bir süre sonra arabamı kışlanın açık otoparkına park ediyordum. Neden çağırdığını tahmin etmek zor değildi. Köstebeği bulmuştu! Arabadan inip hızlı olmaya özen göstererek taşlı yolda yürümeye başladım. Heyecanım görmezden gelebileceğim kadar düşük değildi. Sonunda o haini yakalamış olmak mutluluk vericiydi. Sırf onun varlığı bilinmesin diye görevlere devam etmişti koca bir ekip. Sırf biz varlığını bildiğimizi fark ettirmemek için normalde ekiple bile paylaşılan bilgileri saklamak zorunda kalmıştık. Her operasyon öncesi ekiple yapılan toplantılarda mühim detayları gizlemek için nasıl uğraşmıştık ama artık bu durum değişecekti. Bir tane hain yüzünden zan altında kalmış herkes aklanacak ve asıl suçlu yakalanacaktı. Tutuşuyordum adeta bu an için. “Hangi rüzgâr attı seni buraya, cici kız?” Arkamdan gizlice yaklaştığını sanan avanak Merih, konuştuğu an karın boşluğuna isabet eden yumruğumla adeta tıkandı. Hayretle ve biraz da hayal kırıklığıyla gözlerime baktı. Yine son anda burnumu dolduran kokusu sayesinde ölümcül bir yaradan kurtulmuştu aslında. Yoksa aynı şeyi yapan şüpheli biri olsa alacağı hasar çok daha büyük olurdu. “Oğlum sen beynelmilel bir beyinsiz misin?” Hâlâ nefes alamadığı için cevap veremedi. “Boynunu sıyıran bıçağım mı seni böyle aptal cesaretiyle kuşatan? Tehlikeliyim diyorum, yar ben belanın ta kendisiyim diyorum bana niye arkadan sessizce yaklaşıyorsun e be akılsız?” “Mabadı aile kabristanındaki ecdadım bile inledi, ne yapıyorsun be kızım?” “Olum arkamdan arkamdan yaklaşmasana!” “Torosların en el değmemiş akrabam bile senden nasibini aldı artık…” “Toroslar ne alaka?” Onca şey varken buna takıldığıma inanamıyordum gerçekten. “Anne tarafı Mersinli.” Bizim neden hiç normal bir muhabbetimizin olmayışını sorguladığım ilk an buydu. Bu adamla yan yana geldiğimiz an normalden daha bozuk bir ağza sahip oluyordum. Bunda onun payının yadsınamaz olduğunu düşünüyordum. “Ne istiyordun?” “Görünce bir selam vereyim dedim,” diyerek duraksadı ve olduğumuz duruma bakıp sırıttı. “Aldım boyumun ölçüsünü. Aklımın cidarlarına bile kaydın, vicdansız.” “Kusura bakmıyorsundur umarım.” Göz kırptığım an derin bir nefes aldı. “Ne kusuru, estağfurullah. Hep hayalimdi garabetimi belleyecek bir hatun.” Hayretle ona bakakaldım. Ne dediğinin farkında olup olmadığından emin olmak istedim. Bu kadar şuursuz bir şekilde kurduğu cümlenin anlamından haberi var mıydı yani? “Rüyalarını süslediğimi biliyordum ama hiç hayallerinden bahsetmemiştin, yakışıklı.” Alaya vurmak benim en iyi bildiğim şeydi. “Demek sert hatunlardan hoşlanıyorsun…” “Lan, lan… LAN!” Uyuyan güzel uyanıyordu sanırım. “Öyle bir şey demek istemedim!” “Ne demek istedin tam olarak, yiğidim?” derken ona doğru bir adım attım. Korkuyla gözlerime bakakaldı. “Senin benim garabetimi bellediğini…” “Ve garabetini belleyen bir hatunun hep hayalini kurduğunu.” İşte sıkıştırmıştım onu. “O mecazdı…” Sırıttım. Çırası tutuşmuştu ama tek çare inkârdı. O da herkesin yaptığını yaparak inkârı seçiyordu ama bilmediği bir şey vardı o da benim lafı dolandırmayı hiç sevmediğimdi. “Benim nazarımda adam dediğin hislerinin arkasında durana denebilir, aslanım. Ya kendinden ya da ne hissettiğinden emin olmadan mecaz yapma sen bir daha, olur mu?” Her zamanki gibi yanağından bir makas aldım ve arkamı dönüp yoluma devam ettim. Şimdi oturup düşünsün ve bir karara varsın. Aşkın tek enayisi ben değildim ya, bir de peşinden mi koşacaktım? *** Albay Cemil’e gerekli bilgilendirmeyi yaptıktan sonra odasından çıktım. Kimseyi töhmet altında bırakmamak için ona bile şüphelendiğim kişinin ismini söylemedim. Yakalayacağıma olan inancım artık çok daha güçlüydü. Bu süreçte başıma bir iş gelmesi durumunda tüm bilgileri Nur ile ortak olarak kullandığım bulut dosyasına yüklemiştim. Yem görevini yerine getirmesi için seçtiğim erden tutun da şüphelendiğim en ufak detaya kadar her şeyi detaylıca açıklamıştım. Yine de tam emin olmadan kimseyi zan altında bırakmak istemiyordum. Nasılsa bana bir şey olsa bile Nur vardı, görevi o tamamlardı. Köstebek bir aksilik çıkmaz ise bu hafta kıskıvrak yakalanacaktı. Bu yüzden görev süremle ilgili de Albay Cemil ile gerekli konuşmayı yapmıştım. Görevin bir parçası olarak az sonra içtima sırasında söyleyeceklerimi de detaylıca düşünmüştüm. Her şey tıkır tıkır işliyordu. Üst üste gelen başarısızlıktan sonra bu bünyeme ilaç gibi gelmişti. İçtima yerine vardığımda, tüm ekibin orada olduğunu gördüm. Bahadır Sorgun, tam karşılarında duruyordu. Her gün içtima için benim gelmemi bekliyor olması içimde bir yanı çocuklar gibi sevindirse de aklıma karşımda susuşu geldiğinde boğazımda kalıyordu o sevinç. Neden sustun Bahadır? “Günaydın, Yüzbaşı Sorgun.” Hışımla bana döndü ama konuşmasına fırsat vermedim. “Günaydın, asker.” “Sağ ol!” “Rahat, size vermem gereken güzel bir haber var.” Bahadır dahil hepsi merakla bana döndüler. Beraber çalıştığımız Bahadır’a dahi söylemediğim son olaylar sebebiyle elbette şimdi söyleyeceğim sözler onu çok şaşırtacaktı. Duyacaklarına vereceği tepkiyi çok merak ediyordum. “Bir hafta sonra eski düzeninize geri dönebileceksiniz…” “Ne?” Sözümü hışımla böldü Bahadır ama onu umursamadan devam ettim. “Son görevimi de tamamladım ve çok elit teşkilatıma geri dönüyorum!” Yine Bahadır’ın zamanında beni sinirlendirmek için seçtiği sözü ona karşı kullanabileceğim bir silaha dönüştürmüştüm. “Beyza…” Dişlerinin arasından adeta bir yılan gibi tısladı ama hâlâ onu umursamıyordum. “Hepinize görev hayatınızda başarılar dilerim.” “Sağ ol!” Bahadır Sorgun artık çileden çıkmak üzereydi bunu gözlerindeki delilikten net görebiliyordum. Kendini zor tutuyordu. “Talim alanına geç, asker!” “Önce parkur var, Yüzbaşı Sorgun!” diyerek ona hatırlatmada bulundum. “Sözümü ikilemem mi gerekiyor, Gökbörü?” Öyle bir gürledi ki en şiddetli şimşek yanında cızırtı gibi kalırdı. Onun öfkesini gören askerler düzenli bir şekilde tek kelime etmeden talim alanına yöneldiğinde tek kaşımı kaldırıp, umarsızca suratına baktım. “Bugün iyi misiniz, Yüzbaşım?” “Çok iyiyim, zevkten dört köşeyim, dört köşeyim ki dört köşemden belleyebilesin beni, Baş Belası!” Başını iki yana sallayıp sabır çekmeye başladı. “Ne demek oluyor bu?” “Dört köşenden bellenmişsin demek oluyor sanırım.” Yalancı bir tereddütle duraksayıp ona baktım. “Hasbin Allah… HASBİN ALLAH!” Bu hali hep hoşuma gidecekti. “Nereye gidiyorsun, Beyza?” “Çok elit teşkilatıma.” “Allah’ım sen bana sabır ver, ver yoksa ben kendi kendimi… Tövbe tövbe!” Eliyle yüzünü sıvazladıktan sonra yeniden bana döndü. “Neden?” “Görevim bitti, Yüzbaşı Sorgun.” “Sorgun’un geçmişini sikeyim…” Hayretle ona bakakaldım. “Sorgun deyip durma bana!” “Niye, adın değil mi?” “Adım. Adım, maalesef adım. Adımı…” “Yeter be artık, sabah sabah senin fantezine şahit olmak zorunda mıyım ben?” “Beyza… Beyza… Beyza…” Arkasını döndü. Onu sinir etmeyi başarmış olmaktan memnun bir şekilde delirmesini seyrettim. Hiç üzülmedim. “Adımı mı ezberliyorsun?” “Gönlünde biri mi var?” Bir anda sorduğu soru ile şaşkınlıkla ona bakakaldım. İşte bunu demesini beklemiyordum. “Bekleyenin mi var? Neden geri dönmek istiyorsun, Bal Bela?” “Senden kaçıyorum.” ▬▬▬ • Bölümü nasıl buldunuz? Bölüm hakkında düşüncelerinizi merak ediyorum doğrusu. İNSTAGRAM: dilandilanwrites (Aktif olarak tüm alıntılar, spoilerlar bu hesapta yer almakta. Takip etmeyi unutmayınnnn.) DREAME: Dilan Aladağ Çetin (KİTAP ÜCRETSİZDİR) Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın, öptüm xoxo
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD