SEKİZ
Hezeyanın Buruk Tebessümü
♫ ♪ ♫
Emir Can İğrek – Tırnağın Kırılmasın
Merih
Zamanın akışı yavaşlarken aldığım nefes kulağımda çınlıyordu. Havadaki toz, yüzümdeki maskeye rağmen ciğerime yapışıyordu. Umursayacağım son şey bile bu değildi. Öne doğru atılırken nefes alamamayı göze alışımı sorgulamıyordum. Nefesimi düzene sokarken seri hareket edebilmeyi düşünüyordum. Aldığım onca eğitime rağmen tam bu anda kendimi çaresizliğin kirli ellerine düşmüş gibi hissediyordum. Hem de daha önce hiç hissetmediğim kadar. Göğsümü sıkıştırıp nefesimi kesen bu his de neyin nesiydi?
Zihnimde, omuzlarıma tırmanıp beni boynumu kırmakla tehdit ettiği anılar canlanırken bir kolumla ağzımı ve yüzümü kapattım. Az önce yıkılan toprak tavan kalıntılarının üstünde yürümeye başladığımda bakışlarım çevremi dikkatle taramaya başladı. Başımın üstündeki fener etrafı aydınlatıyordu. Telaşsa sinsi bir düşman gibi damarlarımda dolaşıyordu. Ellerim titriyordu ulan, bu korkmak değilse başka ne diyebilirdim adına?
“Nur?”
Bir ses vermesini hatta evveliyatıma sövmesini istedim. O an bunu duyabilmek için yapabileceklerimin bir sınırı yoktu. Beni yaşanmamış onca şeyin ihtimali ile geride bırakıp gitmesine dayanamayacağımı anladığım an sanırım buydu. Ben bu yarayı tanımıyordum, tanışmak da hiç istemiyordum.
Kulaklığımda kulaklık cızırdadıktan sonra helikopterin birkaç dakika içinde burada olacağını öğrendiğimde panik dalga dalga vücudumda yayılmaya başladı. Onu derhal bulmalı, kollarımın arasına almalı ve buradan defolup gitmeliydim. Arkamda bugüne kadar kimseyi bırakmamıştım, bu anda bir istisna olmayacaktı. Bu her silah arkadaşıma karşı boynumun borcuydu. Aileleri en azından cenazelerini isterlerdi, evlatlarının bedenine sarılamayacaklarını bildiklerinden bari toprağına sarılalım isterlerdi.
Bu düşünce zihnimde can bulduğunda tüm bedenim uyuştu. Öyle bir şey olmayacaktı, Nur’u buradan sapasağlam çıkaracaktım!
Aldığımız bilginin hemen ardından Beyza’nın acı dolu feryadı yankılandı. Sesi giderek uzaklaşıyordu, Sorgun onu mağaradan dışarı çıkarıyor olmalıydı. Elimi çabuk tutmalıydım. Helikopteri çok uzun süre havada tutamayacaklarını biliyordum eğer onu bulamazsam buradan arkada bırakılmayı göze alıp onu aramaya devam edeceğimi de... Düşüncelerimin cehenneminden çıkıp harekete geçtim.
Yıkıntıların arasında birkaç dakika daha onu arayarak dolaştıktan sonra nihayet görme şansım oldu. Yıkılmış topraktan yapının altında, savunmasız bir şekilde yatan baygın bedenini gördüğüm an sahiden nefes alabildim. Beklemeksizin yanına koştum. Yanına vardığım an üstündeki toprak tabakasını temizledim ve nabzını kontrol ettim. Parmaklarımın altında hissettiğim nabızla dünya sanki yeniden dönmeye başladı. Dikkatli olmaya özen göstererek onu kollarımın arasına aldım. Kollarımın arasında küçücük kalan bedenini bulamazsam delirecekmişim meğer. Ne kadar endişelendiğimi inkâr etmenin anlamı yoktu.
“Buldum seni, Deli Kız...” Kendi kendime mırıldanırken mağaranın çıkışına doğru hızlı hızlı yürüyordum.
Kucağımda Nur ile çıktığımı gören Beyza bu sefer onu tutan Bahadır’ın ellerinden kurtulmayı başarıp bize doğru koşmaya başladı. Yanımıza geldiği ilk an nabzına bakmayı ihmal etmedi.
“İyi,” dedim bu gerçeğin bünyemde bıraktığı müthiş huzurun farkındalığıyla. “Vücudunda birkaç yara var ama iyi, sakinleş.”
Helikopterin gelişiyle buradan bizim tahliyemiz başlamış oldu. Farklı bir ekip gelip olay yeri araştırmasını yapacaktı ama bizim acilen gitmemiz, yaralıları tedavi ettirmemiz şarttı.
Nur’u bedenime halatlarla sağlam bir şekilde bağlayan Beyza’nın işi bittikten sonra bunun ona herhangi bir zarar vermeyeceğini umarak helikopterden sarkıtılan iple yukarı çekildik. Bilinci kapalı, savunmasızken nasıl da insanın içini eritir bir hali vardı. Öylesine masum ve korunmaya muhtaç görünüyordu ki... Elbette gözü açıkken buna ihtiyacı yoktu, terminatör gibi kadındı.
Eksiksiz bir şekilde helikoptere binişimizden hemen sonra en yakın güvenli konuma doğru yola çıktık. Sınırdan girdikten sonra askeriyeye bırakıldık. Nur ise en hızlı şekilde tedavi edilebilmek için sağlık görevlilerine teslim edildi, diğer yaralanmış silah arkadaşlarımızla birlikte.
Onların iyi olduğuna dair haberler kısa sürede gelmeye başladığında diken üstünde Nur’un da iyi haberini beklemeye devam ettim.
“İyi misin?” Sorgun, gözlerindeki gerçek endişeyle bana bakıyordu. Onunla bu kadar ciddi olduğumuz anlar iki elin parmak sayısını geçmezdi. Daima hastane koridorunda, bir arkadaşımızın iyi haberini beklerken olurdu zaten.
“Olacağım,” dedim yalnızca.
“Ona hiçbir şey olmayacak.” Beni teselli etmeye çalıştığını biliyordum.
“Aksi mümkün değil...”
***
Beyza
Nur'un iyi haberini alana kadar ölümlerden ölüm beğenmek zorunda kaldım. Hangisi cehennemdi o an ölmek mi yaşamak mı emin değildim. O benim için aileye dair tek şeydi, onu kaybedebilmenin ihtimali bile ölmeden gömülmeme yeterdi.
Neyse ki durumu iyiydi, normal odaya alınmıştı ve uyanması için bekliyorduk.
“Beyza, bu suyu içeceksin ve itiraz duymak istemiyorum. Ve evet, şu andan itibaren emirleri ben veriyorum, sen mantıklı düşünebilene kadar!”
Aslında itiraz etmek gibi bir niyetim yoktu ama sanırım Nur’un iyi olduğunu duyana kadar geçen sürede onu birçok kez reddetmemden böyle bir sonuç çıkarmıştı.
“Teşekkür ederim, Bahadır Yüzbaşım.” Diyerek elinden su dolu şişeyi aldım ve bir dikişte bitirdim. “Çok susamışım.”
Anlamlandıramadığım bir ifadeyle yüzüme baktı. Konuşması birkaç saniye gecikmeli gerçekleşti.
“Onu fark ettim.” Çehresinde anlayış dolu bir gülümseme belirdi.
Şu anda yanımda duruşu öylesine kıymetliydi ki… O bilmiyordu ama varlığıydı beni dimdik ayakta tutan. Zafiyetlerini göstermemeyi iyi bilen, eğitimli bir asker ve istihbaratçıydım ama bazen her insan gibi birinin yanında zayıf kalabilmek istiyordu insan. Bahadır’ın yanında bunu yapmak çok kolaydı. Baştaki tutumunun aksine biri olduğunu anlayalı uzun zaman olmamıştı ama kimseyi yargılamayan bir yanı vardı. İnsanları yüreğindeki izlerle, ruhundaki yaralarla kabullenmekte zorlanmıyordu. Kim bilir onun nasıl bir hikâyesi vardı?
“Sorgun, sen Beyza Yüzbaşımı da alıp dinlenmek için misafirhaneye git. Ben Nur’un yanında kalacağım.” Duyduğum sözlerle tek kaşım havalanırken dikkatle Merih’e baktım. Gerçekten aile namına hayatımda olan tek insanı bırakıp gidebileceğimi mi düşünüyordu?
“Ben hiçbir yere gitmem.”
“Beyza, çok yorgun görünüyorsun. Korktun, perişan oldun ve bu da seni halsiz bıraktı. İtiraz etme, ben buradayım işte. Söz veriyorum bir an yanından ayrılmayacağım, o gözünü açana kadar ben gözümü kırpmayacağım.”
Daima Nur’dan kaçmaya çalışan adama da ne olmuştu şimdi?
“Evin yanıyor, Merih.” Bahadır’ın tespitiyle hayretle bu sefer de ona döndüm. Nur’un en yakın arkadaşının yanında söylenecek şey miydi bu?
“Evimin altına dinamit döşeyip götümde patlattı zaten bu Zır Deli, yanmış çok mu be Sorgun?” Hiçbir çekincesi olmayan Merih daha şaşırtıcıydı. Bu duyduklarımı Nur’a söylemeyeceğimi falan mı zannediyorlardı? Çünkü söyleyecektim! Uyanır uyanmaz yetiştireceğim ilk şeydi şimdi bu.
“Arkadaşımı bırakmıyorum!”
“Böyle diyeceğini tahmin etmiştim.” Bahadır, cümlesini tamamlar tamamlamaz oturduğum hastane bankının yanına yaklaştı. Hiç umursamadan, itirazlarımı görmezden gelerek beni tutup ayağa kaldırdı ve konuşmama bile müsaade etmeden beni kucakladı. Şaşkınlıktan neredeyse bayılacaktım. “Uslu bir Baş Belası olursan, yarın söz uyanır uyanmaz seni hastaneye getireceğim ama şimdi kaçmadığından emin olmak için seninle uyumak zorundayım.”
“Paşama bak, bir de bundan şikâyetçiymiş gibi konuşuyor yalanına soktuğum!”
“Çenenin yayına kezzap döküp köpürte köpürte sikerim o ağzını!” Bahadır ile göz göze geldiğimizde dudaklarında alaycı bir sırıtış belirdi. “Yine küfrettim değil mi, Baş Belası?”
“Senin ki küfür değil, sanat artık Kızıl!” Sırıttı. Bu adam tüm dengemi altüst etmek için yaratılmış gibiydi adeta.
“Keyfin yerinde tabi, Sorgun Yüzbaşım. Sülalen rahat!”
“Sülalemin önünde şenlik varmışçasına sikeceğim en son seni, Merih. O gevşek ağzının vidalarına sokmadan kes sesini!” Ve yine bana baktı. Ondaki arsızlığa artık şaşıramıyordum bile. “Bak sen şu işe, yine küfrettim. Acı biber bize şart artık, Baş Belası.”
“Sen eğitilmezsin...” dedim bıkkınlıkla.
Kucağında ben varken yürümeye başladı. Halimden memnun olmalıyım ki itiraz bile etmedim. Sanırım yorgunluktan... Bu inanılmaz durum karşısında kendimi tokatlama arzusuyla yansam da öylece Bahadır’a bakmaktan alıkoyamıyordum işte.
“Aynı yatakta mı uyayacağız gerçekten, Bahadır?” Derdime bakın…
“Seninle uyumaktan kastımın bu olduğunu düşünmen çok hoş, aynı odada iki ayrı yatakta hayal edebilirdin ama sen kollarımda olmayı mı düşlüyorsun?”
Bu adam… Ah bu adam! İnsanı çileden çıkartmak konusunda üstüne tanımazdım. Bakışlarım anında sertleşirken öfkem tepemden tütmeye başladı. Onu cidden paralamak istiyordum. Temiz bir dayağımı hak ediyordu yine, özlemiş olmalıydı.
“Sen yediğin dayağı unutmuş gibisin Bahadır, hatırlatmak artık farz oldu!”
“Onu hatırlattığın iyi oldu, Baş Belası. Malum, pek kıymetli uzvumu kırdığın için artık birbirimize mecburuz.”
“Hele bir bana dokunmaya kalk, bak o zaman sana neler yapıyorum.”
“Yap diye uğraşıyorum zaten.”
Çığlık atmak istiyordum. Bu adama laf yetiştirmek ve onu susturmak neden bu kadar zordu gerçekten?
Kapıda bekleyen arabaya kadar bu şekilde didişmeye devam ettik. Bu adamın hiçbir lafının altında kalmazdım ama o da durmuyordu. Ben bir desem beşle geliyordu. Lafları daima bel altı olduğundan kıpkırmızı kesilmiş bir vaziyetteydim beni kucağından indirdiği sırada. Sanki bebekmişim gibi arabanın koltuğuna yerleştirilirken bile hiç itiraz etmiyordum. Hareketlerim yanlış anlaşılmaya oldukça müsaitti ama sanırım amacım da bu şekilde anlaşılmaktı. Ona karşı koymak zordu. Bilişsel yeteneklerim şu anda bu kadar hassas bir haldeyken de karşı koymamayı seçiyordum. Kesinlikle tek açıklaması buydu!
“Her sözüme cevap vermeyi kes artık, ben senin komutanınım!”
“Her sözün, her sabahın, her yolun bana toslasın o zaman Baş Belası.”
Gözlerim duyduğum cümle karşısındaki hayretimle büyürken dut yemiş bülbüle dönen ben oldum. Bu nasıl bir duaydı?
“Beddua mı ettin sen bana?” Anlamazlıktan gelirken sözlerini aptal gibi göründüğümün farkındaydım. Farklı şekillerde görünmekten iyiydi o an için.
“Kimi ne beddua kimi ne dua.”
Kemerimi bağlamak için hareket ettiğinde ondan hızlı davranarak kendi kemerimi bağlamaya giriştim. Zaten eğilmiş olan Bahadır ile yüzlerimiz arasındaki tehlikeli yakınlığı görmezden gelmeye çalışmak çok zordu. O uzanıp topuzumdan kaçmayı başaran inatçı saçlarımı gözümün önünden çekerken kayıtsız kalabilmek daha da zordu.
“Ne yapıyorsun?” Nefes nefese kaldığımı o an fark ettim.
“Saç tellerinin bile seni rahatsız etmesine engel oluyorum, seni rahatsız eden tek unsur ben olmalıyım Baş Belası.”
Bilerek mi yapıyordu sırf benim dengemi bozmak için? Bu böyle olmazdı, bu iş böyle yürümezdi. Ellerim titriyordu, insafsız bir adamdı. Benim toyluğumdan mı faydalanıyordu? Ne oluyordu burada Allah aşkına?
“Dengemi bozuyorsun, Yüzbaşı Bahadır. Bu hareketlerinden hoşlanmıyorum.” Külliyen yalan olduğunu haykıran zihin hapishanemi duymazdan geldim. Ben bu yarayı tanıyordum, ben bu hissi biliyordum. Önce aklımı sonra beni fethedecek olan bu hislerin sonunu görüyordum. Asfalta yapışan benliğimi parmak uçlarım kanaya kanaya kazımak zorunda olacak bir ben vardım bu işin sonunda. Yine arkada bırakılmış, yine sevileceğine inandırılıp hezeyana uğratılmış bir ben!
“Dilin başka gönlün başka konuşur olmuş, Beyza Yüzbaşım. Sen önce ne düşündüğünden emin ol derim ben sana.”
“Bana akıl verme, çok varsa kendine sakla!” Kendimi koruma kalkanım aktifleştiğinde hep böyle olurdu. Hemen karşımdakine karşı agresif bir şekilde atağa geçerdim.
“Evin yanıyor, Beyza Yüzbaşım.”
“Camı kırılsa bile yanına koştuklarımın, evim yanarken kılını bile kıpırdatmayışlarını izlemekle sınandım ben, Yüzbaşı Bahadır. Benim dilim de gözüm de bir konuşur, sen ne görmek istiyorsan onu hayal ediyorsun yalnızca.”
Kaşlarının ortası derin bir çukur oluştururken düşüncelerinin akıntısına kapılmış gibi kaşlarını çattı. Gördüğü ve tespiti gerçekten doğruydu ama sözlerimle aklını karıştırmayı başardım. Bu düşünceler yalnızca bizi üzerdi, yanlış düşünmesi ikimizin de selameti için en iyisiydi.
Arabanın önünden dolaşıp sürücü kapısını açtı, sessizce yerine oturdu ve bana hiç bulaşmadan arabayı çalıştırdı. Sessizlik eşliğinde misafirhanenin yolunu tuttuk. Onun böyle sessiz kalması ender görünen bir olaydı ama sessizliği bozan da ben olmak istemediğimden susmaya devam ediyordum.
Misafirhanelerin olduğu yere geldiğimizde Bahadır kısaca kimlik kartımı istedi ve beni yalnız bırakarak resepsiyona gitti. Oradaki işi uzun sürmedi. Görevlinin uzattığı iki anahtar kartını görme şansım oldu, ardından bakışlarımı dışarıya çevirdim. Öyle bir haldeydim ki hangi şehirde olduğumuzu bile sormamıştım. Çevreden anlamaya çalışırken yanıma gelen adamla bakışlarımı ona çevirdim.
“Oda hazır, çıkalım.”
Hiçbir şey demedim, başımla onayladıktan sonra onu takip ettim. Üstümüzde hâlâ görev sırasında giydiğimiz kıyafetlerimiz vardı. İçimdeki atlet ve taytla uyumayı uygun buldum. Asansöre bindiğimiz sırada Bahadır’ın üçüncü kat düğmesine basışını göz ucuyla gördüm. Kafam pek yerinde olmasa bile detaylara dikkat ederdim.
Asansörden inip koridor boyunca yan yana yürüdükten sonra Bahadır nihayet bir kapının önünde durdu ve elindeki kartı kapıya okuttu. Kapıyı açıp eliyle geçmemi işaret ettiğinde durumu pek önemsemedim. Kapıdan içeri girip tam ağzında durup kartı vermesi için elimi uzattım.
“Ne?”
“Oda kartımı alayım.”
Ben sanki konuşmuyorum da vızıldıyormuşum gibi davranıp bir adımla kapıdan içeri girdiğinde ona hayretle baktım. Kartı odanın elektriğini aktifleştirmek için kapının yanındaki yuvasına taktıktan sonra girişten geçip odanın içerisine ilerlemesiyle kafamdan vurulmuşum gibi bir etki bıraktı üstümde.
Ciddiymiş.
Kapıyı kapatır kapatmaz hemen peşinden gittim. Odadaki büyük iki kişilik yatağa ayağındaki postalları bile çıkarmadan uzanmış, kollarını kaldırıp ellerini başının altına koymuştu. Ayağının birini diğerinin üstüne yerleştirip gözlerini kapatmıştı. Hayretle ona bakakaldım. Bu ne rahatlıktı, üç oda bir salon resmen!
“Ne yapıyorsun?”
“Yatıyorum.” Hadi canım...
“Neden benim yatağımda yatıyorsun?”
“Senin değil.” Gözlerini bir anda açıp bana çevirmesiyle tüm bedenim kaskatı kesiliverdi. O nasıl bakmaktı? “Bizim yatağımız oluyor bu denklemde.”
Hayretle ona bakakaldım. İki tane oda anahtarı aldığına emindim, gözlerimle görmüştüm!
“Ne saçmalıyorsun? İki tane oda kartı aldığını gördüm, bana odamın kartını ver gidiyorum!”
Yataktan aniden doğrulduğunda yerimde sıçramamak için büyük çaba sarf etmem gerekti. Usulca kalktı, tasasız bir şekilde yanıma geldi ve tam tepeden bana bakmaya başladı.
“Sözlerimde ciddiydim, Baş Belası. Uslu durursan sabah ilk iş arkadaşının yanına gideceğiz ama gecenin bir vakti buradan kaçmanla falan uğraşacak halim yok, dinlenmek istiyorum.” Nereden bilebilirdi aklımdaki kaçma planını, kahretsin!
“Aklını mı kaçırdın, aynı odada kaldığımız duyulursa komutanlarımıza nasıl hesap vereceğiz Bahadır?”
“Pek akıllı olduğum söylenemez. Sen bir şey söylemezsen komutanlara ben de söylemeyi planlamıyorum.”
Onun sözüne mi güvenecektim gerçekten? Benden kurtulmak istediği bir vakit bunu aleyhime kullanmayacağından nasıl emin olabilirdim?
“O tilki aklında dönen düşünceleri biliyorum, Beyza. Fakat unutma ki sen de bu durumu benim aleyhime kullanabilirsin. Ben riski göze alıyorum ve sana güvenmeyi seçiyorum.” Sana güvenmeyi seçiyorum... “Ayrıca, bu durumu hangimiz ispiyonlarsak ispiyonlayalım her ikimiz de zararlı çıkarız.” Haklıydı, yine.
Kendimi sakin kalmaya zorlarken bakışlarımı odanın herhangi bir duvarına çevirdim ve odanın içindeki heybetli varlığını aklımdan silmeye çalıştım ama ne yaparsam yapayım bu pek mümkün değildi. Onun varlığı bu küçücük odada öylesine kapsayıcıydı ki kendimi minicik kalmış hissediyordum. Böylesine baskın olmayı özellikle mi yapıyordu yoksa bu yalnızca benim hissettiğim bir şey miydi?
Uzatmamaya karar verdim. Onunla tartışmak anlamsızdı, aklına koyduğunu yapacaktı nasılsa. Banyoya gidip elimi yüzümü yıkamaya karar verdim. Hiçbir şey söylemeden hızlıca banyo kapısını açtım ve sert olmasına özen gösterdiğim bir şekilde kapattıktan sonra kilitledim. Musluğu açıp buz gibi suyu birkaç kere yüzüme çarptım ve ellerimi lavabonun iki yanına yerleştirip aynadaki aksime baktım. Pembeleşmiş yüzüm şaşırtıcı değildi. Tüm vücudum yanıyormuş gibi hissediyordum.
Biz ne yapıyorduk? Mantığımın kalan minik bir kısmı kaçmam için haykırırken tüm yanlarımla ona koşuyordum, her defasında! Bu nasıl bir tezattı, bu nasıl bir ikilemdi? Kendimi bu cendereden kurtarmanın bir yolunu bulamazsam, gerçekten cayır cayır yanacaktım.
Mağlup olmak vardı yolun sonunda... Çoktan olmamışım gibi...
Banyodan çıkıp usulca odanın içine girdim. Az önce onu bulduğum pozisyonda yatıyordu yine. Ses çıkarmadan yatağın boş tarafına doğru ilerledim. Gözü kapalı olduğu için uyuduğunu düşünüp üstümdeki kıyafeti çıkarmaya başladım. Altımda ip askılı bir atlet ve üşümemek için giydiğim tayt vardı. Ben onun gibi kıyafetlerimle asla uyuyamayacağımdan üstümdeki kalın kumaştan yapılma kamuflajı çıkarttım.
“Benden çekinmediğini görmek hoşuma gitti.”
Sözlerini işittiğim sırada bacağımdan kamuflajın paçasını çıkartmaya çalışıyordum. Adeta yerimde sıçradım ve neyse ki yere değil de yatağa düştüm.
“Korkuttum mu, özür dilerim.” Özür dileyebildiğini öğrenmek gözlerimi yaşartacaktı neredeyse.
Bana uzandığını gördüğümde ruhum bile titredi. İncinmemi istemezcesine bacağıma dokunacağı sırada ayağımı kendime doğru çekerek buna engel oldum. Hayır, dokunamazdı. Kefensiz gömülmeyi tercih ederdim, olmazdı!
“Dokunma!”
Ateşe dokunmuşçasına seri bir şekilde elini kendine çektiğinde şaşkın bir şekilde gözlerime bakakaldı. Paramparça olmaktan çarpıklaşmış ruhum sığınağına çekilirken nasıl baktığımı bile bilmeden gözlerine baktım.
“İyi misin?”
“Değilim!” Diye parladım bir anda. “Uzak dur benden... Lütfen!”
Göz bebekleri küçülürken onun etrafını saran sıcak kahve hareler şefkatle büyüdü. Hayır, bu olmamalıydı. Hayır, bu olamazdı!
“Beyza...” dedi acı çeker gibi.
Arza hacet yok, halim sana ayandır.
Zihnimde Şems-i Tebrizi’nin şiiri yankılanmaya başladı.
“O sınırı geçme, Bahadır!” Dile gerek yok, sessizliğim sana beyandır
“Sınır mı koydun kendine Beyza?” Ses tonu, bakışı, duruşu bile tanıdığım adamdan eser taşımıyordu. “O sınırların fethedileceğini bile bile?”
Hiçbir şey söyleyemedim. Haklı olduğunu kabul etmiyordum!
Söze lüzum yok, susuşum sana kelamdır.
“Neden sınır koyma ihtiyacı hissettin, Beyza?”
Kelama ihtiyaç yok, aşk sana figandır. (Şems-i Tebrizi)
Saatlerce durmaksızın bağırmışım gibi nefes nefese kaldım karşısında. Bu savunmasız halim kendimi bile delirtecek kadar sinir bozucuydu. Anlatmadan anlaşılmak ne büyük dertmiş meğer. Gözlerime bakıp her şeyi görüyordu. Karşısında çırılçıplak kalmışım gibi hissediyordum. Dağılmış, korkak bir şekilde duruyordum işte. Nesini anlamayacaktı ki?
“Kaçmak istiyorsun değil mi, kapana kısılmış bir kuş gibi...”
“Bahadır...” Sesimi kendim bile duymadım.
“Kaçınılmaz olandan kaçmak, suyu buharlaştırarak temizlemeye çalışmaya benzer. Sonunda elinde su değil, çamur kalır, Baş Belası.” (Dilan Aladağ Çetin)
O çamura dizlerime kadar batmıştım zaten. Çırpındıkça daha çok batıyordum. Nihayetinde içine gömüleceğimi bile bile çırpınmaya devam ediyordum.
“Ne olsun istiyorsun, Bahadır?”
Gözlerime bakakaldı. İşte o sınırı Bahadır bile aşamazdı. İlk itiraf eden, kaybedecekti!
“Dinlen, Baş Belası.” Böyle kaçarsın işte Bahadır Efendi!
Hiçbir şey söylemeden üstümdeki kamuflajdan hızlıca kurtuldum ve yatağın en ucuna uzandım. Örtüyü boğazıma kadar çekip ona sırtımı döndüm ve gerçekten yorgun olduğum için nasıl olduğunu anlayamadan uyuyakaldım.
Gece boyunca tanıdık kâbuslar peşimi bırakmadı. Bilinç altım daima terk edileceğimi anımsatmak istercesine hep o günü döndürüp durdu. Annesi yatak odasında hızla çantasını hazırlarken gözyaşları ile kapı pervazından onu izleyen küçük kızın kalbi hâlâ çok kırgındı. Kapıdan çıkarken o küçük kızı ittirip yere düşüren kadının yüreğinde merhamet olduğunu düşünmüyordum artık. Artık biliyordum o küçük kızı hiç sevmediğini. Hıçkırarak gidişini camdan seyreden o küçük kız, bir daha asla o günkü kadar çaresiz kalmayacağına inanmıştı ama yanılmıştı...
Bahtımın karasını silememiştim.
“Beyza...”
Kulağımın yakınında işittiğim şefkatli ses bile kurtaramıyordu o an beni kâbuslarımdan. Acı çeker bir nida döküldü dudaklarımda yan tarafıma dönerken. Bilincim yavaştan uyanmaya başladığından yüzümü ıslatan gözyaşlarının varlığını hisseder olmuştum.
“Beyza... İyisin, buradasın, yanımdasın.”
Terden yüzüme yapışmış saçları çeken nazik parmaklarının dokunuşu bu kâbuslarımdan kaçarken tutunduğum şey oldu. Islak bakışlarımı kaldırdığım an onunla göz göze geldim. Beni çekip kurtardığı korkunç anılardan bihaber endişeyle yüzüme bakıyordu merhamet dolu bakışları. Merhamet yoksunluğum muydu beni onun kollarına iten asıl sebep?
“Bahadır...” diye mırıldanırken sesim çatallı çıktı.
“Buradayım!” Varlığını dört bir yanımda buram buram hissediyordum zaten. Bakışlarına tutunmuş bir biçareden farkım yoktu.
Hiçbir şey söylemeden bir süre öylece gözlerine baktım. Çektiğim ızdırabının yakinen tanığıydı. Bakışlarındaki endişe buna kanıttı.
“İyi misin?” Uzanıp kalan son bir saç tutamını yüzümden çekti.
“Değilim.” Doğrudan başka çarem yoktu. İyi olduğumu söylesem inanmazdı da zaten.
“Kim incitti seni böyle?”
Sorusuyla birlikte sanki dünyanın yerçekimi tarafından göklerden çekilip yere çakıldım. Gerçeklik beni dört bir yandan sararken karşımdakinin kim olduğunu, konumumuzu anımsadım. Dikkat çekmemeye çalışarak yatakta doğruldum. Bahadır'ın sorusu havada asılı kalırken sessizce banyoya gittim. Elimi yüzümü soğuk suyla yıkadıktan sonra nemli ellerimi enseme sürdüm ferahlamak için.
Bu nasıl ikilemdi? Bir yanım deli gibi onun kollarında teselli arıyor diğer yanım koşarak kaçmak istiyordu.
Yeniden odaya döndüğümde Bahadır’ı sırtını yatak başlığına yaslamış beklerken buldum. Oldukça ciddi bir şey konuşacakmış gibi görünüyordu.
“Beyza...”
“Sorma!” Daha fazla ileri gitmeden onu durdurmam gerekiyordu.
“Biri rızan dışında...”
Hayretle yüzüne bakakaldım. Çıkarımı oldukça saçma görünse de uykumdaki halimi gördüğü için bir şey diyemedim. “Hayır, öyle bir şey değil. Lütfen bu konu hakkında soru sorma.”
Yalan söylemediğime ikna olmak için birkaç saniye bakışlarını gözlerimden hiç çekmedi. Daha fazla öylece dikilemeyeceğim için yatağa ilerledim yeniden. Atletim terlediğim için sırılsıklamdı.
“Üstünü çıkar.”
“Ne?” Dehşetle ona döndüm. “Sen aklını kaçırdın herhalde, sorun çıkmasın diye aynı yatakta bile uyudum ama duracağın yeri bil artık, ben senin...”
“Sen benim komutanımsın, biliyorum.” Sözümü kesip araya girdi. “Terlemişsin, üstünü çıkar.” Elini tişörtünün yakasına attığında kasılarak olduğum yerde kaldım. Tişörtünü tek hamlede başından çıkarıp bana uzatmasıyla nevrim döndü. “Çantamda her zaman yedek tişört bulunur, merak etme temiz.”
Yutkunamadım, nefes almayı unuttum. Hareket edemeyeceğimi anladığından elinde tuttuğu tişörtü bana doğru attı. Reflekslerim bile donduğundan tişört suratıma çarpıp yere düştü.
Düşünme. Oraya bakma. Beyza, sakın oraya bakma!
Bakışlarımı önüme serdiği güzel bedeninin üstünde gezdirmekten kendimi alamadım. Koca bir yumru boğazıma oturdu. Kavruk teni varlığını bile bilmediğim birtakım duygular uyandırırken bakışlarımı kaçırmak istesem de başaramadım. Asker olmasının yanı sıra kendisi sıklıkla spor salonuna uğruyor olmalıydı. O adalelerinin, karnını süsleyen altılının, insanın aklını başından alan omuzlarının başka açıklaması olamazdı.
Salyalarımı akıtmadığımı umarak derhal bakışlarımı kaçırıp yere eğildim. Düşen tişörtü elime aldım ve orada oluşunu umursamadan eğildiğim için görmeyeceğini düşündüğümden atletimi çıkardım ve sütyen ile kaldım. Tişörtünü hızlıca üstüme geçirdikten sonra yeniden ayağa kalktım. Türkiye standartlarına göre uzun bir kadın olsam da tişörtü üst bacağımın yarısından fazlasını örtüyordu.
“Taytını da...”
“Sus artık!” Beni utandırmaktan zevk mi alıyordu? Evet, alıyordu kesin hain...
***
Sabahın ilk ışıkları ile uyandım. Bahadır'ın uyuduğuna emin olduktan sonra taytımı da çıkarttığım için uyanır uyanmaz yaptığım ilk şey üstümü giymek oldu.
“Merak etme Baş Belası, ısırmam.”
Arkamdan gelen sesi işittiğimde bakışlarım ona döndü. Bildiğim adam geri dönmüştü anlaşılan. Uyku mahmurluğuna rağmen arsız sırıtışı çehresindeki yerini almıştı bile.
“Sen kimi ısırabileceğini düşünüyorsun aslan parçası, seni kemiğinle beraber yutarım!” Gözleri hayretle büyürken alayla bana bakmayı sürdürdü.
“Lütfen... Lütfen yap.”
“Arsız!” Sözlerimi duyduğu gibi bir kahkaha attı. En son bu kahkahayı işittiğimde mest olduğumdan gerçek anlamda vurulmuştum. Şimdinin de bir farkı yoktu. Büyüleyici bir kahkahası vardı.
“Artık çok geç, Baş Belası.” Kaşlarım çatıldı çünkü ne demek istediğini bile anlamadım.
“Ne için?”
“Tek yön bir yola girmişiz, buradan dönüş olmaz.” Bu sözlerle beni dumura uğratsa da hesaba katmadığı şey benim buna rağmen cevap verebileceğimdi.
“Sorun yok, ileriden döneriz Kızıl. Bizde fren yok, virajda denk gelirsin anca aslan parçası.”
“Yapma şöyle şeyler, çok hoşuma gidiyorsun sonra.”
“Senin de nefes alsak hoşuna gidiyor, Kızıl. Sokak lambası gibisin mübarek, kime yandığın belli değil!” Ona göz kırptıktan sonra banyoya gittim. Arkamdan şaşkın şaşkın baktığını görmek sabah sabah tatmin olmamı sağladı.
Hazırlandıktan sonra odadan çıktık. Son sözlerimi sanırım hazmetmeye çalışıyordu ki hâlâ sessizdi. Anahtar olarak kullanılan oda kartlarını teslim ettikten sonra misafirhaneden çıktık.
“İyi dinlenebildin mi, Bahadır Yüzbaşım?”
“Uzun zamandır uyuduğum en huzurlu uykuydu, Beyza Yüzbaşım.” diyerek cevap verdi ve oldukça ciddiydi. Sonrasında da sanki hiçbir şey dememiş gibi arabanın kilidini açıp yerine oturdu.
Kapıyı tutan elim asılı kalırken tüm bedenimin ısındığını hissettim. Yine gafil avlanmıştım. Oysa ben onu yatırmadığımdan yakınacağını zannetmiştim... Tutukluğumu fark ettiğinden aniden kornaya basmasıyla olduğum yerde zıpladım ve ona döndüm.
“Binmeyecek misin, Beyza Yüzbaşım?”
“En büyük bela sensin aslında...” diye söylene söylene bindim arabaya.
Yolculuk uzun sürmedi. Arabayı park ettiğimiz gibi indim ve adeta koşar adımlarla hastaneye gittim. Ben gözümü açtığım an yanımda o vardı, Nur’un da beni görmesi gerekiyordu. Danışmadan oda numarasını doğrulattım değişme ihtimaline karşı. Neyse ki değişen bir şey yoktu. Kattaki hemşireden henüz uyanmadığı bilgisini aldım. Heyecanla odasına gittim. Kapıyı açmamla karşılaştığım manzara karşısında hayretle kalakalmam aynı anlar da yaşandı.
“Ov...” diye bir tepki kaçtı ağzımdan tutamadığım. Bir adım gerilediğim an bedenim Bahadır’ın geniş gövdesine değdi ve duraksadım.
Merih, Nur’un elini mi tutuyordu? Koltukta oturur pozisyondayken, Nur’un yatağına kollarını koymuş, başını da kollarına yaslamıştı. Sıkı sıkı Nur’un elini tutuyordu. Gördüklerime inanabilmem mümkün değildi çünkü onlar daima kedi köpek gibi kavga eden iki insanlardı.
“Benim gözlerim mi bozuldu lan, yaşlandım harbiden!” Bakışlarımı arkama çevirip ona baktım.
“Ha doğru gördüm yani?” dedim hâlâ şaşkındım ve gördüğümü doğrulatma ihtiyacı hissettim.
“Hassiktir lan!” Bahadır’ın tepkisiyle Merih irkilerek uyandı ve koluna dayadığı başını kaldırdı.
“İki kere hassiktir!” diyerek tepki verdi gördüğümüz manzaranın farkına varır varmaz.
“Ne bu tantana ya?”
Nur'un uyanır uyanmaz kurduğu ilk cümle bu oldu. Uyandığını anladığım için bir sevinç nidası atıp derhal yanına koştum gördüğüm manzarayı bile unutarak.
“Deli Kızım!”
“Sorgun’um...” dedi Merih kenara çekilirken. “Gece kontrol ederken tuttu elimi bırakmadı ben de hasta diye şey etmedim...”
“Elini tutuyordun ulan, gördüm.” derken eğlenir gibi çıkıyordu Bahadır’ın seni.
“Ve seni aldattığımı düşündün, öyle mi?”
Bahadır'ın o büyüleyici kahkahası odayı doldururken tüm ilgimi arkadaşıma çevirdim. Ona sarılırken boğmak umurumda değildi.
“Beyza, bebeğim ben de seni özledim ama nefes alamıyorum.”
“Bıraksana kızı, nefes alamıyormuş!” Kolumdan tutup çekmeye çalışan Merih’e had bildirir bir bakış attım.
“Çek lan elini!” Uyarısı Bahadır’dan geldi.
“Hayırdır Bahadır?” diye diklendi hemen Merih.
“Gözümü açar açmaz bitmedi dırdırınız, bir susun be!” Nur, daha fazla katlanamamış olacak ki nihayet konuştu. “Ölümden dönmüşüm şurada.”
“Kusura bakma, Nur Bacım. Odaya bir girdik bizim eşek senin elini sıkı sıkı tutmuş uyuyor gördük şaşırdık, her gün görmüyoruz böyle manzaralar sonuçta.”
Nur'un şaşkın ve manidar bakışları Merih’e döndü. Şimdi yanmıştı. “Bütün gece başımda mı bekledin sen, yakışıklı?”
Merih'in az önceki cesareti suyunu çekerken Nur’un karşısındayken gördüğümüz tanıdık korkusu derhal geri geldi.
“Sen uyurken ne de zararsızdın oysaki, gözünü açar açmaz iflahıma girişmezsin sanmıştım...”
“İflahını da kuruturum, yakışıklı. Hiç korkma, acıtmam canını.”
“Allah’ım al şu canımı, beni bu ruh hastasının eline bırakma yalvarırım!”
“Senin Azrail’in benim, Pembe Yanaklı. Benden kurtuluşun yok.” Göz kırptığı sırada ona evladının mürüvvetini görmüş ebeveynler gibi bakmadan edemedim.
“Pembe Yanaklı mı?” Bahadır’ın sözlerini kahkahası böldü. “Ulan, Kızıl ile dalga geçiyordun. Bana diyordun madara olmuşsun diye, senin halin benimkinden beter.”
“Bahadır’ın diline düşeceğine kötü yola düşseydim keşke...” Çaresizce mırıldanan Merih’e acıyarak baktım. Nur'un da Bahadır’ın da affı yoktu...
“Düşüreceğim seni kötü yola, yakışıklı. Hiç sıkma canını.”
Yüksek seslerimizin kakofonisi arasında açılan kapıyı işitmedik. Ayliz, elindeki çiçeklerle odanın ortasına kadar gelmişti o sırada. Halimizi görünce suratında bilindik memnuniyetsiz bakışı belirmişti.
“Bu odada hasta var hasta, ne bu sesler?”
“Sen hangi ara geldin?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Beni tanıyamamışsın, Beyza.” Elindeki çiçeği odanın köşesindeki masaya koydu. “Geçmiş olsun, Nur. Sana da geçmiş olsun, Bahadır Yüzbaşım.”
“Bana mı?” dedi merakla Bahadır. “Haberim olmadan vuruldum mu yoksa?” Son cümlesini söylerken bakışları üstümde kilitlenmişti.
“Seni kurşun değil de başka bir şey vurmuş, Sorgun’um.” dedi gevşek gevşek Merih.
“Zevzekliği bırakırsanız söyleyeceğim zaten, saçma sapan çıkarımlar yapmanıza da gerek kalmaz hem.” Ayliz, yine kimseye acımadan laflarını sıraladı. “Seni akladım, Bahadır Yüzbaşım. Timinin başına geçebilir, komutanlığa devam edebilirsin!”