ⅩⅢ☾ Sinsi Şeytan

3973 Words
ON ÜÇ | Sinsi Şeytan ♫ ♪ ♫ Hande Yener – Armağan Sözlerim onu can evinden vurdu. Karşımda koskoca adam darmadağın oldu. Aklı karıştı. Sanki zehirdi sözlerim de zehir yutmuş gibi bakıyordu gözlerimin içine. Üst üste gelen itiraf silsilesi dengesini şaşırtmışa benziyordu. Benim bu kadar açık seçik konuşacağıma inancı yok gibiydi. “Yarım aklımı da başımdan almaksa niyetin durma, devam et.” Benden aldıklarını bir bilse şu sözü etmeye utanırdı ama bilmiyordu işte. Bilmesin diye çevirdiğim onca işten sonra da pek tabi normaldi. Bilmesindi zaten, bir kelimesine hasret bırakmıştı beni. Susacaksa, öyle duracaksa bilmesindi zaten bir anlamı yoktu. Evimi küle çevirip seyredecekse dursundu öylece, beni nasıl köze çevirdiğine baksındı. “Kurtuluyorsun işte benden, en başından beri dileğin bu değil miydi?” Yutkunmak meğer ne zor eylemmiş öyle. Bu sözleri edipte hâlâ karşısında dimdik durabilmem mucizeydi. İçimde koca bir şehir çöküyordu, ben karşısında dağ kadar sarsılmaz görünmek için kendi etimi dişlerimin arasında sıkıyordum. “Değildi, böyle bir dileğim hiç olmadı Beyza.” Onun dudaklarından dökülen ismimin üstümdeki etkisini açıklayabilecek herhangi bir yazılı kanun, kural yoktu. Adeta ismim onun dudaklarından farklı bir frekansta dökülüyordu. Beni efsunluyordu, beni benden alıyordu ve gıkım dahi çıkmıyordu. “Hareketlerin hiç öyle demiyordu, Sorgun.” “Sorgun diyen dilini yerim, Bal Bela. Beni yeterince delirttin artık dur Allah aşkına!” Avaz avaz çığlıklarla kaçmak istediğim adamı tam karşımda bulmanın afallaması ile ağırlığımı bir ayağımdan diğerine verdim. Bu kadar açık sözlü olduğu anlarda kuruttuğu iflahımı anlamasın istedim ama görüyordu, öyle bir bakıyordu ki sanki kafamın arkasını görüyordu. Saydam mıydım ben, nasıl bu kadar iyi görebilirdi içimi? Her şeyimi bildiğini, gördüğünü biliyor olmak insanın kursağına bir yumru gibi oturuyordu. Farkındalık beni kendi kendime ateşe verecekti artık. O kadar yoğun hisler tarafından sarmalanmıştım ki boğuluyordum, medet diye çığlık atacak o son noktadaydım. “Hoşt!” Ne söylediğimi anladığımda kendime inanamadım. Karşısında bu kadar aptal birine dönüştüğüm zamanlar kafama sıkasım geliyordu. Beni çevirdiği bu aptaldan nefret ediyordum. Beni gafil avlamıştı. Kendine inandırmıştı. Ona inandığım için dünyayı yakasım vardı. Beni terk eden öz annemin karşısında küçücük bir çocukken bile bu kadar çaresiz kalmamıştım. Onun olduğu terazide hep yanlışı seçmem de bu yüzdendi. Sanki hep onun karşısındaki aptal kadın olmayı ummuşum gibiydi. Her hamlemi tahmin edebilmesinden yılmıştım. Hamleleriniz bilinirken o taşı oynayamıyordunuz, öylece bakıyordunuz satranç tahtasına. Benimki de tam o hesaptı işte. “Köpek miyim ulan ben?” Bir an kahkaha atacağım sandım ama kendimi tuttum. Yine de dudaklarımda peyda olan o hain tebessüme mâni olamadım. “Sen böyle güleceksen kapında köpeğin de olurum, Bal Bela.” Yine oynuyordu ayarlarımla. Yapıyordu işte büyüsünü. O her karşımda dikildiğinde çocukluğumda unuttuğum güven duygusu tarafından sarmalanıyordum. Her zor anımda yanımda olacağına olan inancım beni savunmasız bırakıyordu. Bu duygular tekinsizdi ve benim sonum olacaktı. Ben ona yenilmeye hep meyilli olacaktım… “Düşmem artık tuzaklarına…” Çoktan düşmemişim gibi. “Ulan şaşırdım!” Bir anda celallenip patlamasını beklemiyordum. Oysa sakinleştiğini sanmıştım. “Ecdadımın üstüne apartman diktin, içimi oydun be içimi...” “Ben dediğin hiçbir şeyi yapmadım!” Ama o yapmıştı… “Yaptın ulan, savaşıma da zaferime de bayrağını diktin. Ne varsa bende hepsini sen ettin. Beni benden ettin, zalimsin kızım sen zalim!” “Ondan mı sustun?” Demiştim ya, söyleyecek şeyi olana cehennemdir susmak. O anın hatırası bir silsile gibi zihnimde dönüp duruyordu. Bunu söylemesem ölürdüm! “Yo,” Rahatlığı karşısında bir hah nidası döküldü dudaklarımdan. Pişkin herif. “Duygularından emin olman için beklemek, o duygulardan emin olana kadar aklını bulandırmamak için uzak durdum.” “Ne?” “O an öfkeliydin, söylediğin sözlerin sebebini buna bağlayacaktın ve sıyrılmaya çalışacaktın gerçeklerden eğer ben o an sana bir cevap verseydim. Sustum ve sen gerçek cevabı kovaladın, Beyza. Kalbindeki bilmeceyi çözmeni bekledim. Ben emindim, sen de emin ol istedim.” Mecalim, dermanım adeta hiçbir şeyim kalmadı. Karşısında kıskıvrak tuzağa düşüverdim. Ben kendimi akıllı, kurnaz sayıyordum meğer en büyük saf benmişim. Adam adım adım planlamış, kafese girmemi beklemiş. Bense saf gibi kendi ayaklarımla girmiştim işte! “Seni pislik...” Son anda kendime hâkim olamasam neredeyse üstüne atlayacaktım. “Bu kadar şeyi akıl edip sonra da kendine yarım akıllı mı diyorsun? Sinsi şeytan, sinsi şeytansın sen!” Öfkelensin diye söylediğim sözlere kahkaha atmasıyla benim olduğum yerde sinirden tepinmeme neden olacaktı neredeyse. Onu boğmamak ne kadar zormuş meğer hele de böylesine güzel gülerken. Ağzıyla götünün yerini değiştirmeme ramak kalmıştı ama o an bile gülümsemesine tutulmuştum! “Mızrağım çok güzel, görmek ister misin?” Alık alık suratına bakakaldım. Kastettiği şeyin şeytan mızrağı olduğunu zannedecek kadar masum olduğum gerçeği ile yüzleşmem birkaç saniyemi aldı. Allah’ın cezası herif yine bel altı vurmaya çalışıyordu. “Kırdım ben o mızrağı ya hani, artık sağ eline kuvvet Kızıl.” Pis pis sırıttım. Madem pis oynayacaktık, oynayalım bakalım! “Bana mahkûmsun sende biliyorsun.” “Git başkalarına salça ol, hiç çekemem ömrüm boyunca senin o gudubet suratını.” “Mızrağımı kırdığın için oldu tüm bunlar, kırmasaydın üzmezdi seni.” “Bahadır...” Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. “Söyle, Bal Bela.” “Siktir git!” Sözlerimi söyledikten sonra gözlerimi açtığımda karşımda şaşkınlıktan kalakalmış bir adam buldum. “Ne oldu, seviyordun bunu dememi hani.” “Gözüme perde indi resmen. O perdenin kornişini bile belledin, Bal Bela.” “Hak ettin!” *** Bahadır ile konuşmamızın ardından başka işlerimin olduğunu belirterek oradan ayrıldım. Bahadır’ın öfkeden kudurması umurumda değildi. Bende susmuştum hatta en çok ben susmuştum ama yine de o gün sustuğu için bunun intikamı alacaktım ondan, işte o kadar! Bu savaştan bende sağ salim çıkamayacaktım belli ki. Nur ile Köstebek Peşinde Operasyonu üzerine çalışmak için kışladan ayrıldık. İskender’in beni tek yakaladığı ve ardından Bahadır’ın imdadıma koştuğu kafeden içeri girerken anılar zihnimi doldurdu. O gün yaşananları anımsadığımda dudaklarımda bir tebessüm belirdi. Delinin tekiydi ama bana iyi gelen bir yanı olduğunu inkâr edemezdim. Bunun yanında aldığım hasarları da yok sayamazdım elbette. Beni kahru perişan etmişti. “Ne içersin?” Nur’un sorusuyla zihnimin hapsinden kurtuldum. İki kahve söyleyip siparişimizi aldıktan sonra içerideki masalardan birine oturduk. Laptoplarımızı çıkarıp konunun üstüne hummalı bir şekilde çalışmaya başladık. Nur, kronolojik bir sıralama yapmıştı bile. “Bahadır’ın o terörist puştu vurduğu günden başlayıp tüm operasyonları ve sızdırıldığına emin olduğumuz bilgileri şuraya not aldım. En sona senin Vural’a verdiğin yalan bilgiyi ekledim. Ondan haber var mı?” Başımı olumlu anlamda salladım. “Evet, Vural koğuşa döndükten kısa bir süre sonra yanına gidip ne olduğunu sormuş zaten. Kimse şüphelenmemiş tabi ama biz biliyoruz o hainin bunu neden sorduğunu. Vural, dediğimi harfi harfine iletmiş köstebeğe. Yakında yalancı operasyona gideceğiz. Köstebekte kazdığımız kuyuya düşecek.” “Korkak Bahadır’dan ne haber?” Konuyu bir anda buraya çekmesiyle başımı kaldırıp şaşkınlıkla ona baktım. “Korkak Merih’ten ne haber?” Ateşe ateşle karşılık vermeyi çok iyi bilirdim. “Onu cisim sayan yerçekimine sokayım!” Bir anda öfkeyle köpürmesi beni şaşkına çevirdi. “Korkak it! Önce diyor bana garabetimi belledin sonra diyor garabetimi belleyecek bir kadın hep hayalimdi ve en son ne dese beğenirsin?” “Garabet ne demek?” “Takıldığın noktaya bak,” dedi sanki en tuhaf şey benim bunu sormammış gibi. “Mecaz yapıyormuş prenses, verdim ateşi tutuşsun beni göreceği ana kadar puşt!” “Ben konu kapanır sanırken meğer senin içini dökesin varmış be deli kızım. Peki ne yapmayı düşünüyorsun?” “Hiçbir şey, adam olan hislerinin arkasında durabilmeli. Duramıyorsa bu saatten sonra benim çoluk çocukla uğraşacak vaktim yok, Beyzoş.” “Helal olsun kardeşim, yürü ben arkandayım!” Tek kaşı havalanırken bana döndü. Tabi o dökmüştü içini, benim de dökmemi bekliyordu. “Bende en son verdim Bahadır’a ayarı ama aldım payımı da.” Son konuşmamızı kısaca özet geçtiğimde ağzı açık bir şekilde beni dinledi. “Adam daha ne desin, sırf sende emin ol diye susmayı bile başarmış. Zor kadın seviyorlar ama sen imkânsız olmak yolundasın be yârim, acı artık şu adama.” “Yer ve gök birleşse anca bizden olur gibi. Öyle bir imkânsızlık pençesi.” “Bunu ona söylesen Bahadır yeri göğü birbirine sokar.” Birbirimize kısa bir an bakıp ardından kahkaha attık. İhtimal söz konusuydu. Hatta söz konusu Bahadır ise yapabileceklerinin bir sınırı olmadığını düşünüyordu insan. İstediği şey uğruna her şeyi deneyebilirdi. “Kimileri daha ne hissettiğinden emin değil, yanar döner. Kimisi de böyle dümdüz işte.” “Akşam eskiden gittiğimiz o mekâna mı gitsek?” Heyecanla ona baktım. Biraz efkâr dağıtmaktan zarar gelmezdi. “Ayliz’e sözüm var, hanım efendi en son yine kaymış Savcı Beyin mabadına, yediği naneleri anlatacak. Gidelim Ayliz de dağıtalım efkârımızı.” “Mabadına mı?” Hayretle arkadaşıma baktım. “Nereden öğreniyorsun bu garip sözleri, arkadaşımla mı konuşuyorum Bülent Ersoy’la mı?” “Allah’ın cezası dilime dolandırdı, puşt!” Birkaç saat daha çalıştıktan sonra Nur’u Ayliz’in yanına postaladım. Bugün kafamı dağıtmak arzusuyla yanıyordum. Çünkü gidiyordum, bu sefer gerçekten gidiyordum... Köstebeği teslim ettikten sonra son görevimi de tamamlamış olacaktım. Sabah Albay Cemil ile de konuşmuştum. O sıra tabi üstümde Bahadır Sorgun’un vermediği cevabın öfkesi vardı, görev bittikten sonra teşkilata döneceğimi net bir dille belirtmiştim. Şimdi istesem de sözümü geri alamazdım. Hem görevim bittikten sonra ne yapacaktım ki? Buraya gelirken de biliyordum günü geldiğinde gideceğimi. Yine de kursağıma dizilmiş sıra sıra yumruyu yutkunmak artık daha zordu. Gidecektim, hayatımın bir dönemi daha kapanacaktı. Burada geçirdiğim aylar... En son ne zaman kendimi bir yere bu kadar ait hissetmiştim, hatırlamıyordum. Tanıştığım her yeni insan, hayatıma dokunanlar... Ben canıma tak ettiğinden kaçarak gitmiştim buradan teşkilata ama oraya yeniden döndüğümde anlamıştım. Ben orada olmayı çok istemiştim. Ben orada olmak için benden geriye kalan her şeyimi vermiştim ama Albay Cemil yüzünden gitmek zorunda kalmıştım. Ne büyük gariplikti ki yine Albay Cemil sayesinde geri dönmüş ve aslında olmak istediğim yerin tam da burası olduğunu yeniden hatırlamıştım. Eziyet gibiydi. Gideceğimi kendime anımsattığım an içimde bir yan sızlamıştı. Olmak istediğim yerden koşa koşa kaçmakta ömrüme yazdığım bir yeni ikilemdi... Eşyalarımı eve bıraktıktan sonra üstümü değiştirip çıktım. Nur gelmese de ben gidecektim. Tek başıma dışarı çıktığım zaman başıma hep bir iş geldiğinden ilk başta tereddüt etsem de kafamın dikine gitmek en iyi bildiğim şey olduğundan düşünmemeyi tercih ettim. Çakıllı yolda yürürken arkamdan işittiğim sesle duraksayıp oraya döndüm. “Nereye, Beyza Yüzbaşım?” “Aferin, öğrenmişsin nihayet bize sessiz yaklaşılmayacağını.” Nur’un ayar vermesinden sonra aksini de düşünemezdi insan. “Cehenneme gitsem bile gelecek gibisin, Merih Yüzbaşım.” “Asabım bozuk...” “Nur mu bozdu?” Sorumla bakışlarını bana çevirip teslimiyet bayrağını sallamaya başladı. Nur gerçekten ateşi vermişe benziyordu. Karşımda kafa karışıklığıyla cayır cayır yanan bir adam vardı. “Anlattı mı?” Çaresizliği birazcık üzülmeme sebep oldu ama yalnızca birazcık. “Büyük eşeklik etmişsin.” “Ettim değil mi?” Ya yaşıttık ya da aramızda bir iki yaş farkı vardı. Hangimizin büyük olduğundan emin değildim ama onu bir kardeş gibi görmekten kendimi alıkoyamıyordum. Hiç kardeşim yoktu, malum sebeplerden ötürü. Hayatımda kardeşe en yakın kişiler Nur ve Ayliz’di. Pek anlamazdım kısacası ama yine de ona bakarken vicdanımda bir burulma hissediyordum. Yalnızlıkları benzer insanların hissedeceği türden. “Kafa dağıtmaya gideceğim, gelmek ister misin?” “Seni kurtların arasına tek gönderirsem yarın Sorgun’um da benim kafamı dağıtır. Geliyorum tabi!” Kahkaha attım. Gerçekten inanılmaz birisiydi. Onu çözmek zordu ama onunla anlaşmak için özel bir çaba sarf etmeme gerek kalmıyordu. Diyordum ya erkek kardeşim gibiydi. Didişiyor olsak bile bir noktada onunla anlaşmayı hep başarıyorduk. Benim arabamla gideceğimiz için pek memnun olan Merih, yol boyunca susmayarak ona gelmesini teklif ettiğim ana pişman olmamı da sağladı. Nur’dan daha çok konuşabilen bir insanın olabileceğini hayal dahi edemezdim. Gerçekten tencere kapak misaliydiler. Car car konuşup birbirlerinin ömrünü yerlerdi. Mükemmel ikili! Mekândan içeri rahatça girdik. Köşede kalan bir masa tercih ettik. Zaten bangır bangır çalan bir müzik yoktu ama yine de burası daha iyi gelmişti ikimize de. İlk siparişlerimizi verip birbirimize döndük. “Sizin derdiniz ne Sorgun’la? Hâlâ inkâr aşamasında mısın?” “Hayır, çok kıymetli Sorgun’un susmayı seçti bende görmezden gelmeyi.” “Ulan biz erkekler ne mal herifleriz ya. Kalıbımıza sokayım ben.” “Memnuniyetle yardımcı olurum.” Siparişlerimiz geldiğinde sohbetimiz kısa süreli durakladı. İkimizde karşımızda onlarca yıllık dostumuz varmış kadar rahat konuşuyorduk ve bunu tuhaf bile bulmuyorduk. Nasıl bu kadar rahat olduğumuzu sorgulamayı artık bırakmıştım. Derenin yatağını takip ediyordum, akıntıya karşı yüzmekten sonunda tükenmiştim. “Bu İskender ne iş, takmış sana diye duydum.” “Sorma, bir o eksikti. Başımdaki bela birken iki oldu.” “Ver bana numarasını, iki gün bulanık sıçmasını sağlayayım.” Hayretle havalandı kaşlarım. Bazen onların küfür haznesi karşısında nutkum tutulurdu bu da o anlardan birisiydi işte. Bir abi edasıyla, korumacı yaklaşımı benim için yeni bir şeydi. Bilmezdim ki böyle şeyleri. Çok uzun süre arkamı kollamak zorunda kalmıştım. Birinden rica bile etmeden buna gönüllü olmak istemesi çok kıymetliydi nazarımda. “Küfür konusunda senle Bahadır çığır açmışsınız.” “Konu bu oldu mu çağ açar çağ kapatırız.” İnanılmazlardı. Bir de bununla övünmeleri yok muydu? “Sorgun’um almış mı o itin boyunun ölçüsünü?” “Sesi soluğu çıkmıyor son görüşmemizden beri. Belki de pes etmiştir.” “Gerçi benimki de soru, gözü döndü mü ölünün götündeki pamuğu bile alır o puşt!” Gözlerimi devirdim. Asla bir sınırları yoktu gerçekten. Hobi olarak yapıyorlardı resmen bu işi. Meditasyon gibiydi adeta onlar için bu yüzden artık uyarma gereği bile duymuyordum. Nasılsa yakında gidecektim ve belki onların küfürlerine bile hasretlik çekecektim kim bilir? “Yani ben sapık gibi görünmemek için lafı kıvırayım dedim ama Nur lafı kâğıt gibi büzüp bana soktu.” “Onu gördüğün an korkudan aklını kaybediyorsun, ondan bu kadar aptallaşman doğal. Tüm cesaretini toplamalısın.” Çıkarımımda ne kadar yanıldığımı söylemesine gerek yoktu bakışları adeta ne demek istediğini anlatıyordu. “Ondan korkmuyorum Beyza. Başta evet biraz ürküttüğü doğrudur ama şu anda hayır…” Ses tonu bir anda ciddileşti. “Bir gün baktığımda onu orada görememekten korktuğum kadar hiçbir şeyden korkmuyorum.” “Gideceğimizi biliyorsun, değil mi?” Teselli etme konusunda kendimi geliştirmem gerektiğini aklımın köşesine yazdım. Ama duymuş olmalıydı, kışlada haberler çok hızlı yayılırdı. Ben gideceğimi alenen söylemiştim ve ben gidersem Nur’un da benimle geleceği herkesçe aşikârdı. “Kal işte yanımızda, Sorgun’um pek paylaşımcı değildir ama ben onun aksine centilmen bir erkeğim. Benim Timimde yardımcı komutan olabilirsin.” Her sözü beni biraz daha şaşırtmayı başaracaktı sanırım. “Merih, ben senden rütbeli olabilirim...” “Kaç yıldır askersin kızım, yaşın kaç senin, dünkü bebe nasıl benden üst rütbede olacak?” Kahkahamı bastıramadım. Gerçekten o kadar küçük gösteriyor muydum ya? “Yüzbaşı ya benim rütbem... Dünkü çocuk olamayacak kadar büyüğüm. Otuz beş yaşındayım.” Mavi gözleri kocaman açıldığında fazlasıyla korkutucu göründü gözüme. Renkli gözlü insanların öfkesi beni ekstra ürkütürdü. Misal Ayliz, o yeşil koca gözlerini belertip kızdığında bazen altıma yapacak gibi olurdum. “Eşek kadar olmuşsun kızım, evde kalmışsın. Hemen evlenin, ben daha amca olacağım!” “Ulan sen amca olasın diye ben evlenmek zorunda mıyım? Aday bile yok!” “Ya bir yürü git kızım, Sorgun’umla evleneceksiniz işte. Yeme beni şimdi.” “Şuursuz.” Koluna bir tane geçirdikten sonra bardağıma uzandım. Büyük bir yudum aldıktan sonra masaya geri koydum. Sohbetimiz zaman geçtikçe iyiden iyiye koyulaştı. Merih, durması gerektiği noktayı bildiğinden olsa gerek bir yerden sonra içmeyi bıraktı ama benim akıtacak fazla zehrim vardı anlaşılan ben kendimi adeta durduramamıştım. Bir noktadan sonra dilim bile dolanmaya başladı. “Beyza, sen beni öldürtecek misin? Dur dedim sana değil mi?” “Bırak içeyim, ayda yılda bir yapıyorum zaten...” Ben tam olarak söyleyemesem de Merih anlamış gibi baktı gözlerime. “Sorgun benim gözyaşlarımı bile sikecek, ulan yaktın çıramı Beyza!” Masanın üstünde duran koluma başımı yaslayıp sırıttım. Onun adını duyunca aptal aptal sırıtır olduğuma göre kıvama gelmişim demekti. Zihnim bulanıktı ama tamamen yitik değildi. Çakır keyiftim diyebilirdik ya da biraz daha fazlası. “Güzel beller, ağız dolusu böyle, bazen öfkeden köpükler saçıyor kuduz köpek!” Sözlerimin ardından kıkırdadım. “Beni batıran fırtınanın ta kendisi.” Ona beni batıranın fırtına olduğunu söylediğim an zihnimde canlandığında şapşal şapşal sırıttım. Fırtınanın o olduğunu da söyleseydim keşke yine susup kalsaydı karşımda. Merih’in tüm engelleme çabalarına rağmen bir iki bardak daha götürmeyi başarmıştım. Daha devam edecek kıvamdaydım ta ki karşıma oturan adamı görene kadar. Başımı kaldırıp bulanık bir ifadeyle yüzüne baktım. Görüşüm çok net sayılmazdı ama zifiri karanlık bile olsa onu tanırdım. Maalesef ki tanırdım. İnsan kalbini kaptırdığı insanı görünce nasıl tanımazdı ki? “Bu halin ne, Bal Bela?” “Bu seni hiç alakadar etmez!” Merih’in arka fonda kıkırtısı işitildi. “Kurtlar Vadisi bile izlemiş, ruh hastası.” “Hadi gidelim...” Beni kolumdan tutup masadan nazikçe kaldırmak istedi. Denemekle kaldı. Hiç öyle bir planım yoktu. Biraz sarhoş olabilirdim ama hâlâ ona karşı koyabilecek kıvamdaydım. “Sen git, ben daha dans edeceğim.” Onun elinden kurtulur kurtulmaz ayaklandım ve seri adımlarla insanların çok yüksek sesli olmayan müzikle dans ettiği pistin yolunu tuttum. Adımlarım birbirine dolansa da hızlıydım ama elbette bana yetişmeyi başardı. Belimden tuttuğu an yerinde olmayan aklımı dahi başımdan almayı başardı. Beni çekip kendi bedenine yasladığında kokusuyla afalladım. Bazı insanların çok güçlü bir koku hafızası olurdu, bende o insanlardan biriydim. Bahadır’ın kokusu açık ara herkesten ayrılıyordu nezdimde. Burnumu doldurduğu an zihnimde onun adı canlanıyordu. Bunun sebebinin herkesçe malum olduğunu düşünüyordum. “Seni evine götürmeden yakandan düşmeyeceğim, Bal Bela.” “Dans etmeden şuradan şuraya gitmeyeceğim, Allah’ın cezası herif!” Sırıtışı sarhoş ediciydi. Ki buna pek ihtiyacım yoktu ama o sırıtışta tutuklu kalmıştım. Görevde olduğumuz esnada yine bunun gibi bir pistte dans ettiğimiz anlar aklıma gelince ürperdim. Bu adam yüzünden bende dengenin esamesi bile kalmamıştı. Nasıl beni bu kadar savunmasız bırakmasına izin verebilirdim? Başımı göğsüne yaslasam tüm dertlerim biterdi ama ben inatla kaçmaya çalışıyordum. Ne aptaldım, sadece kötüye odaklanıp yaşanma ihtimali olan onca güzelliğe gözlerimi kapıyordum. Homurdandığını duyduğumda ona döndüm. “Sen sustun diye oldu Sorgun, şikâyet etme hakkın yok Kızıl!” “Sen konuşsun isterken susan Sorgun’un cibilliyetini sikeyim ama gidelim artık!” Bir kendine etmemişti o muntazam yaratıcı küfürlerini ama onu da es geçmemişti. Kendini de bellemişti. “Küfretmenden nefret ediyorum ama bazen...” Duraksadım. Ağzımdan çıkanları filtreleyemediğimi hatırlayabildiğime şükrettim. Kapalı tutmadığım her an benim aleyhime yazılacaktı, Bahadır’ın eline koz veremezdim. “Bazen?” “Öyle işte.” Diyerek onu geçiştirmeye çalıştım. Gözünün içine baktım. Oraya yansıyan kendi ifademi yakaladığımda hayretle duraksadım. O umut dolu, saf bakış benim miydi gerçekten? Küçük bir çocuğun elma şekerine baktığı gibi bakıyormuşum. Adeta yalvaran gözlerle bakıyormuşum meğer beni görsün diye sonra da diyorum ki beni nasıl can evimden vurur? Vursun diye uğraşan benmişim. Ona böyle bakarak… Allah’ta beni kahretmesin, ben ona hep böyle mi bakmıştım? Kalbimi ellerine en başında mı teslim etmiştim? Elbette okurdu kitap gibi beni. Aksi nasıl mümkün olsundu ki? Canım yandı, farkındalığın ıstırabı tarafından sarmalandım. Ona öyle baktığımı bilmek ruhuma kesikler attı. Böylesine sevgiye muhtaç, ona hasret bırakandan bir kez daha nefret ettim. Annemi tam anlamıyla asla affetmeyecektim, yapamazdım ki. Beni sevginin kırıntısına bile tamahkâr bırakandı o, ona da anneliğine de yazıklar olsundu! “Bana öyle bakma, Beyza…” Nefes nefeseydi. Onu heyecanlandıran tek şey bu bakışım mıydı? Bu muhtaç, kırgın kadına baktığında ona acımıyor muydu? “Ben sana hep böyle mi baktım?” “Nasıl?” “Böyle işte… Bu kadar çıplak mıydım karşında, tüm gardlarımı düşürmüş müydüm? Surlarımda ne ara bir oyuk açtın?” Ona gardını düşürmemesi için akıl veren ben, ilk gün gardımı indirmişim meğer. Asıl savunmasız olan benmişim... “Beyza…” İçim acıya acıya gözlerimi kaçırdım. Konu sevilmekse pes etmiş bir annenin kızı olarak daima kaçacaktım çünkü en az annem kadar korkaktım! “Ben surlarında bir oyuk açmadım. Fethetmeye geldiğimde sen teslim oldun.” Gözlerimi yumduğumda bir damla gözyaşı sol yanağımdan aşağı kaymaya başladı. Her şeyin farkındaydı, her şeyin. Ben kalbimi onun avuçlarına bırakmıştım, o da benim emanetime sahip çıkmaya çabalıyordu. “Bana hiç duvar örmedin, Bal Bela. Benim aksime…” Başparmağının ucuyla gözyaşımı sildi. “Benim duvarlarıma çarpa çarpa canı yanan sendin…” Nasıl, nasıl olabilirdi? Kaçmaya çalışan, hep giden ben değil miydim? Elbette onun duvarlarına çarpa çarpa nasır tutmuştu bir yanım, asıl Bahadır’ı tanıdığımda da nutkum tutulmuştu. Ama kaçan o muymuş? “Ev sahibi kaçsa bile çok iyi misafir etti beni gönül nârında.” Bakışları gözlerimdeydi fakat aralık dudaklarımdan sık sık nefes aldığımı fark ettiğine bir anlığına kaydı. Dudaklarım onun bakışları altında yanmaya başladığında öylece çehresine bakakaldım. Zorlukla çektiği gözleri yeniden gözlerimi buldu. İçinde parıldayan duyguyu görmemek imkânsızdı. Kavurucu bir arzuyla yanıyordu, ben gibi… “Ne yapmak istiyorsun, Bahadır?” Yutkundu. Yutkunduğu sırada Âdem elması önce yukarı sonra aşağı hareket etti. Cayır cayır yanan arzusu gözlerine bir parıltı ile ulaşıp onu ele verdi. Ne istediğini anladığımda boğazım kupkuru kesildi. Sevmeyi kendime yasaklamıştım çünkü sevdiğim herkes bana bunun bedelini ödetmişti ama fark ediyordum ki onun ödeteceği bedele bile razıydım. “Seni evine götürmek istiyorum.” O kadar zorlandı ki konuşmakta, söylediği yalan buharlaşıp havaya karıştı ve aramızda asılı kaldı. “Yalancı...” dedim arsız bir şekilde gülümserken. “Yapsana aklından geçeni.” Bunu ayık kafayla ölsem bile söyleyemezdim ama kanıma karışan alkolün verdiği cesaretle ne de kolay dökülmüştü dilimden. Yapsın diye yana yakıla yalvaran yanımı da görmezden gelmek olmazdı şimdi. “Tutuşturmak mı beni niyetin?” “Hep bunu istemedin mi?” Bakışları karardı anında sözlerimle. “Şimdi neden öpmüyorsun beni, Yüzbaşı?” Yaslı olduğum bedeni kaskatı kesildi açık sözlerimle. Bir süre nefes bile alamadı. Dümdüz bir şekilde gözlerime bakıyor, gözünü dahi kırpmıyordu. Aynı şekilde kararlıkla gözlerine bakıyordum. Nasıl kaçacağını, nasıl saklanacağını bilmek istiyordum. Ben kaçmaktan yorulmuştum, yakalanmak istiyordum. Beni yakalasın istiyordum! “Beyza, eğer o eşiği geçmeme izin verirsen feriştahı gelse beni tutamaz!” “Tutmasınlar ya işte ne güzel...” Sarhoş bir kıkırtı döküldü dudaklarımdan. Bu pervasız hal ne güzelmiş. Çok düşünmek insanın zihninin duvarlarıydı, o duvarların ardına düşünerek tıkıyorduk kendimizi. “Sarhoş falan demeyeceğim öpeceğim seni burada o olacak!” Derken bunu yapmak için delirdiğini gördüm. Gözbebeğinin içinde deli bir ateş yanıyordu. Beni de yaksın! “Kışkırtma beni.” Şuh kahkaham arka fondaki müziğin içinde kayboldu. Umurumda değildi, bugün onu tutuşturacaktım işte o kadar. Bir daha bu kadar cesur olamayacağım göz önüne alındığında çok makul bir istekti sanırım benimki. “Sen buna kışkırtmak mı diyorsun?” “Ya ne?” “Kışkırtmak böyle olur...” Ağır çekimle devam eden bir film sahnesi gibiydi. Elimi uzatıp nazikçe ensesine yerleştirirken bir yandan da parmak uçlarımda yükseliyordum. Belimi tutan elleri yapacağım şeyi anladığı an sıkılaşmıştı. Nefesimizi birbirimizin dudaklarında hissettiğimiz an ikimizin de gözleri kapanmıştı. Nefes nefese aralık kalmış kupkuru dudaklarına kendiminkileri bastırdığımda sanki binlerce yıldır bu anı beklemişim gibi hissettim. Bozulmuş olan hayat saatimin yelkovanı yeniden hareket etti. Donmuş zamanım işte yeniden akıyordu... Onun dudaklarını benimkilerle nemlendirirken dudaklarımdan çok lezzetli bir şeyin tadı varmışçasına bir nida döküldü. Bedenimi daha çok kendisine çekip aramızda kalmış boşlukların tümünü doldurmaya çalışıyordu sanki. Genzinden yükselen o ilkel zevk inlemesi benim uyluğumdan başlayıp tüm bedenime yayılan bir yangını başlatmıştı. Hiç durmadan, bu andan sonsuza dek onu öpmek istediğimi tam o anda anladım. Meğer onu öpmek için geberiyormuşum da haberim yokmuş! Kendini kaybeden adamın beni tüketircesine öpmesi için kıvranıyormuşum. Dilime değen dilini hissettiğimde tüm bedenim zangır zangır titremeye başlamıştı. Böyle bir uyum, böyle bir tanıdıklık bilmiyordum. Sanki ruhum eşini bulmuştu. Ezeliden ebediye bir yolculuk gibiydi. Çepeçevre sarıldığım duygular tarafından yönetiliyordum. Üstümdeki çakır keyiflikten geriye hiçbir şey kalmamıştı. Kanıma pompalanan adrenalinle adeta çok berraktı her şey. Nefes nefese geri çekildiğimde her şeyin farkındaydım. Kafamdaki duman dağılmıştı, zihnim açıktı. Tüm bedenim titriyordu. Onu öpmek hayat suyundan bir yudum almak gibiydi. Bana yaşadığımı hissettirmişti. Bir ömür yeter bana bu armağan, ölsem de gam yemem artık. Gözlerimizin içine baktığımız sırada nihayet yeniden duymaya başlayan kulaklarımıza ulaşan şarkıyla ikimizde sırıttık. Tam da bu anı tasvir ediyordu. Bir ömür yeterdi gerçekten bu armağan. Artık ölsem de gam yemezdim. “Gözlerindeki ifadeden aklının ne kadar başında olduğunu görüyorum. Yarın bana sakın sarhoştum deme, Bal Bela.” Damağımda kalan tadını pekiştirmek istercesine dudaklarıma sinsi bir gülümseme yayılırken dilimi üstünde gezindirdim. Bakışları anında kavurucu bir ağırlıkla dudaklarıma kaydı. Yetmediğini biliyordum çünkü aynı şeyi hissediyordum. Hiçbir zaman yeterli olmazdı da zaten. Yıldız gibiydi hislerim, milyarlarca yıl yakıtını tüketene kadar yanacaktı. Yakıtını tükettiğinde ise kendi üstüne çöküp bir kara deliğe dönüşecekti. Hemen öncesinde bir süpernova ile patlayarak uzaya saçılacaktı. Doyumsuz bir arzuyla yanacağımı öğrenecektim, öğretecekti çünkü Bahadır. “Sarhoştum diyenin iflahı kurusun mu, Bahadır Sorgun?” “Sen yalnızca benim iflahımı kurut, kendine hiçbir zarar verme.” “Kurutamadım mı hâlâ ya? Tüh, bana da yazıklar olsun!”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD