Zorlubey konağının taş duvarları arasında yükselen ağıtlar giderek daha boğucu hale geliyordu. Güneş, odasında yatak ile pencere arasındaki boşlukta yere çökmüş, başını dizlerine yaslamış halde gözyaşlarına boğulmuştu. Seslerin içini daha fazla acıtmaması için ellerini sıkıca kulaklarına bastırdı. Uzun kirpiklerine takılan gözyaşları, yanağında küçük nehirler oluşturuyordu. Odadan çıkmanın bir yolu yoktu, kapı her zamanki gibi kilitliydi. Aniden gelen bir tıkırtıyla kapı açıldı ve karşısında eltisi Zelal belirdi. Zelal kibirle bakan gözlerini Güneş’e dikerek sert bir ses tonuyla, “Hemen kalk” dedi. “Hastaneden haber geldi. Seslerden de anlamışsındır zaten. Salih ölmüş. Artık dul bir kadınsın. Seni burada tutmazlar, yakında bu konaktan gönderirler.”
Güneş titreyen güçsüz bacaklarıyla zorla ayağa kalktı. Zelal’in bakışlarında bir tür zafer vardı. Kocası Salih’in ölümünü duyururken yüzündeki alaycı gülümseme gözlerinden okunuyordu. Gözyaşlarını silip Zelal'e baktı. “Neden benden bu kadar nefret ediyorsun? Sana ne yaptım ki?” diye fısıldadı, sesi yorgundu, güçsüzdü.
Zelal aldırış etmeden, sorusunu yanıtsız bıraktı. “Herkes toplanmaya başladı, konak kalabalıklaşıyor. O yüzünü temizle, insanlar seni soruyor. Reşit ağa ortalıkta beş dakika görünsün diyor” dedi ve hiç beklemeden kapıya yöneldi. “Seni dışarıda bekliyorum”
Güneş aynaya doğru adım attı. Gözleri morarmış çenesine takıldı. Salih’in evden çıkmadan önce vurduğu son darbe, yanağında mor bir leke bırakmıştı. Parmaklarını hafifçe şişliğe dokundurdu, acı hissi yeniden canlandı. İçinden “Bir daha bana vuramayacaksın,” dedi. Yüzüne bakarken geçmişin izleri birer birer gözlerinin önünde canlanmaya başladı.
Henüz çocuk sayılacak yaşta, on altısına girer girmez zorla evlendirilmişti. Salih, ondan çok daha yaşlı, otuz yaşında bir adamdı. On dört yaş vardı aralarında. Babası ve abisi, başlık parasının cazibesine kapılmış, hiçbir tereddüt göstermeden onu Zorlubey aşiret ağasının oğlu Salih'e vermişlerdi. O gün Güneş’in hayatı, kâbus dolu bir evliliğe sürüklenmişti. Üstelik bu evlilik, yaşından dolayı resmi kayıtlara bile geçmemişti. İmam nikahı kıyılalı üç yıl olmasına rağmen resmi nikah yapılmamıştı. Onun için düğün gecesi, yeni bir hayatın başlangıcı değil, hayatı boyunca sürecek karanlığın ilk adımı olmuştu.
Şimdi ne olacaktı? Kocasını kaybetmişti, ama bu kayıp ona özgürlüğü getirecek miydi? Baba ocağına geri dönerse, abisi ile babası onu bir kez daha satacak mıydı? Onu ne bekliyordu? Salih’in attığı yumrukların izi henüz silinmemişken, kaderinin başka bir erkeğin ellerine teslim edileceği korkusu içini kemiriyordu. Hayatındaki tüm erkekler, babası, abisi, kocası ona şiddetle hükmetmişti. Geri döndüğünde bu döngüden kurtulabilir miydi, yoksa daha karanlık bir geleceğin içine mi itilecekti?
****
Mirza çalıştırdığı gece kulübünün ofisinde kamera görüntülerinden mekanı izliyordu. İçkisini yudumlarken odaya dört yıllık sevgilisi Cansu girdi.
“Sürpriz” diyen genç kadın yanına yaklaşıp kucağına oturdu. Parmak uçlarıyla Mirzanın ensesinin üst kısmındaki saçları okşayarak dudaklarına eğildi.
“Seni beklemiyordum”
Mirzanın buz kadar soğuk çıkan sesi Cansu’yu durdurmadı. “Seni özledim” dedi. Kollarını genç adamın boynuna dolayıp büyük bir açlıkla öptü. Öpücüğünün sıcaklığı Mirzanın bedeninde anında bir kıvılcım çaktı, tüm düşünceleri sustu. Elleri kendiliğinden Cansu’nun ince beline dolandı, onu kendine çekerek karşılık verdi. Damarlarında dolaşan yoğun arzu, her şeyi durdurup sadece Cansu’yla bir olmak isteği yarattı.
“Bunu seviyorsun” diyerek genç kadını sertleşen erkekliğinin üzerine bastırdı. Cansu gözlerini kapattı, dudağını ısırarak bedeni geriye doğru esnetti. “Çok” dedi. “Bana kadın olduğumu hatırlatıyor”
Mirza duyduklarıyla daha çok şevke geldi. Cansu’yu aletinin üzerinde ileri geri hareket ettirirken şehvet, içindeki ateşi daha da körüklüyordu. Daha fazla dayanamayarak, Cansu’yu kucağından indirdi. Kapıya doğru hızlı adımlarla yürüyüp kapıyı kilitledi. Artık kimse onları rahatsız edemezdi. Geri döndüğünde konuşmadan masanın kenarına oturdu. Gözleri karşısında onu izleyen kadını baştan aşağı tararken, elleri zaten harekete geçmişti. Hızlı bir şekilde pantolonunu ve iç çamaşırını indirdi. Cansu, Mirzanın ereksiyon halindeki erkekliğine bakarken dudağını yaladığında emir verir gibi “Gel buraya” dedi.
Cansu ne yapması gerektiğini anlamıştı. Önünde eğilip Mirzanın kasığından öpmeye başlayarak aşağı indi. Mirza ise sırtını geriye atıp iki elini masaya dayayarak destek aldı. Bu esnada Cansu’nun dili erkekliğinin başında dolaşıyordu. “En iyi yaptığın şey bu” diyerek kadının saçlarından tutup başına bastırdığına penisi ağır ağır Cansu’nun ağzının içini doldurdu. Sonuna kadar girdiğinde Saçlarından çekip tekrar iterek hareket etmeye başladı. Dakikalarca bu şekilde devam ettiler.
Cansu bedeninde yayılan zevkle titrerken, Mirza ayak bileklerinde toplanan pantolonunu çıkartmak için onu durdurdu. Pantolonundan tamamen kurtulur kurtulmaz koltuğa geçti. Cansu’ya “Soyun” dedi. “Ama bluzun kalsın. Sadece altını çıkart”
Genç kadın onun dediğini yaptı. Kendi pantolonunu çıkartıp koltukta üzerine çıktı. Ağır ağır aletinin üzerine oturarak onu içine alırken zorlandığı yüzünden belli oluyordu. Nefes nefeseyken “Çok büyük ve sert. Her seferinde canım acıyor. Ağzıma almak daha kolay” dedi.
Mirza konuşmadan devam etmesini söyledi. İmalı bir şekilde “Her seferinde aynı şeyi söylüyorsun” diyerek Cansu’nun beline sardığı kollarını aşağıya doğru bastırdığında genç kadın çığlık attı “Mirza!”
Cansu’nun canı yansada vücutları tamamen uyumlu bir şekilde birleşmişti. Az sonra inlemeleri odayı dolduruyordu. Cansu Mirzanın penisinin üzerinden kalkıp üzerine tekrar otururken genç adamın vücudundaki tüm kasları, bu anın verdiği zevkle gerildi. Mirza bir an durup Cansu’nun gözlerine baktı “Korunuyorsun, değil mi?” dedi.
Cansu “Evet” dediğinde nefesleri hızlandı, Odada yankılanan tek ses ikisinin birbirine karışan nefesleri ve öpücük sesleriydi. Mirza, Cansu'nun vücudunda ellerini gezdirirken, her anın tadını çıkarıyordu. Cansu’ya aşık değildi belki ama onunla seks yapmayı seviyordu. Çünkü o, bir adamı nasıl doyuracağını çok iyi biliyordu. “Daha hızlı” dedi.
Cansu hareketlerini serileştirdi. Arada durarak içindeki penisin üzerinde dans eder gibi daireler çizdi. Sonunda Cansu’nun kadınlığının verdiği o eşsiz haz Mirzayı doruğa taşıdı.
Mirza boşalırken gözüne kamera görüntüleri çarptı. Soluk soluğa Cansu’yu üzerinden itip kendini temizledi. Hemen pantolonunu çekti, masanın çekmecesinde bulunan silahını gömleğinin altından beline taktı. “Ben aşağıya iniyorum. Yarın görüşürüz” dedi.
Cansu her zamanki gibi onun odadan çıkıp kapıyı kapatmasını izledi. Mirzanın kendisine duygusal bir yakınlık hissetmediğini, sadece cinsel amaç için kullandığını biliyordu. Tıpkı birlikte oldukları dört yıl içerisinde zaman zaman başka kadınlarla takıldığını bildiği gibi. Mirza zevkine, cinselliğe düşkün doyumsuz bir adamdı. Sadakatsizdi, sabırsızdı. Mirza ona bir gelecek düşünmediğini, evlilik kafasında olmadığını yüzlerce kez dile getirse bile Cansu genç adamı takıntı haline getirmişti. Eninde sonunda onu nikah masasına oturtacaktı. Çünkü Mirza magazinin peşinde koştuğu, eğlence hayatının taçsız prensiydi. Onun yanında objektiflere görüntü vermeyi seviyordu. Sahip olduğu maddi imkanları rahatlıkla kullanabiliyordu ama Cansu daha fazlasını istiyordu.
Odadan çıkan Mirza gece kulübünün arkasındaki odada iki güvenlik görevlisine bağırıyordu. “Herifler mekanımda mal satıyor, siz ayakta uyuyorsunuz. Oğlum boşuna mı para veriyorum lan size. Mal mısınız!”
İki görevliye bağırdığı sırada diğer güvenlikler yanlarında iki genç adamı sürükleyerek getirip Mirzanın önüne attılar. Yirmi beş otuz yaş arası olan adamlara ateş saçan gözleriyle bakıp güvenliklerden birine elini uzattı. Güvenlik hemen duvara dayalı olan sopayı getirip Mirzanın avucunun içine bıraktı. Tuttuğu sopayı diğer elinin içine hafifçe vurmaya başladı. Dövmeye hangisinden başlayacağını düşünüyordu. Adamlar ise bir daha yapmayacaklarına dair yeminler ediyorlar, yalvarıyorlardı. Mirza onların seslerine dayanamadı “Kesin lan!” diye bağırdı. En çok konuşanın sırtına sopayı indirdi. “Demek benim mekanımda uyuşturucu satarsınız ha!”
Adam acıyla inlerken diğerine vurdu. “Ben şimdi sizin *mınıza koymaz mıyım *ruspu çocukları”
Bir sonraki darbeyi indirmek üzereydi ki cep telefonu aniden çalmaya başladı. Melodiyi duyduğunda arayanın memleketten biri olduğunu anladı. Tereddüt etse de telefonu açması gerektiğini biliyordu. Sopayı kenara bırakmak yerine, belindeki silahı hızla çekti ve yerdeki iki adamın bacaklarına ateş etti. Adamlar çığlıklar içinde kıvranırken, Mirza sakince silahı yerine koydu ve güvenlik amirine sert bir bakış atarak emretti: “Bunları alın, sahiplerinin kapısına atın. Uyarılarını alsınlar.”
Odasının kapısına yaklaştığında Cansu’nun içeride olmamasını dileyerek kapıyı itti. Gitmişti. Hemen koltuğa oturdu, annesini aradı. Karşı taraf görüşmeyi kabul ettiği an ilk duyduğu ağıt sesleri sonra ki duyduğu ses ise annesinin sesiydi. “Oğlum… Salih abin öldü. Kalp krizi. Buraya gel.”
ŞANLIURFA
Mirza Salih abisinin ölüm haberine hala inanamıyordu. Aralarındaki ilişki hiçbir zaman yakın olmamıştı, sürekli çatışmalarla dolu geçmişleri vardı. En son bir yıl önce onunla İstanbul’da tesadüfen bir mekânda karşılaşmışlardı. İki yabancı gibi selamlaşmışlar ayak üstü iki dakika konuşmuşlardı. O kadar uzaktılar birbirlerine. Ancak yine de ne olursa olsun kan bağı her şeyden önce geliyordu ve abisini kaybetmenin acısını duyuyordu. Daha abisini kaybedeli yirmi dört saat olmadan bir de babası cenazede fenalaşmıştı. Reşit ağanın kalbi otuz üç yaşındaki oğlunun ölümüne dayanamamıştı.
Cenaze akşamı Reşit ağa hastaneden çıkartılıp konağa getirildi. Evlat acısıyla yanan adam ayakta zor duruyordu. Mirza babasını özellikle geç saatte, kalabalık dağıldıktan sonra eve getirmişti. Çünkü okunan dualar, konağın kalabalığı Reşit ağanın acısını katlıyordu. Annesinin yardımıyla babasını yatağa yatıracakken Reşit ağa Mirzanın yüzüne bakarak “Salih abinin karısıyla evleneceksin.” dedi
Cenaze gününde böyle bir şey duymayı beklemeyen Mirza, şok içinde karşı çıktı. “Sen ne diyorsun baba? Yengemle evlenmemi mi istiyorsun? Abimi toprağa koyalı daha birkaç saat oldu. Bu nasıl bir talep? Böyle bir şeyi nasıl düşünebilirsiniz?”
Tam o sırada annesi Zöhre, duruma müdahale etti. Oğlunun ölümüyle ciğer kavrulan kadın bitkin çıkan bir sesle konuşmaya başladı: “Biz ‘evleneceksin’ diyorsak, evleneceksin Mirza. Bu konuda söz hakkın olmayacak. Sen bir zamanlar buralardan ayrılmak istediğinde bize ne söz vermiştin hatırlıyor musun? İstanbul’a gidip yeni bir hayat kurmak istiyordun. O zaman ‘Ne isterseniz yapacağım, yeter ki gitmeme izin verin’ demiştin. İşte, şimdi o sözünü yerine getirmenin vakti geldi.”
Mirza, annesi konuşurken gözlerini kaçırdı, başını iki yana sallayarak ne kadar saçma bulduğunu göstermeye çalıştı. Ancak Zöhre Hanım’ın soğukkanlılığı devam ediyordu: “Sen düğüne gelmediğin için Güneş’i hiç görmedin, değil mi? Konağımıza geldiğinde daha on altı yaşındaydı. Bu konakta nasıl bir düzen olduğunu bilirsin, onu o kurallara göre yetiştirdik. Güneş itaatkâr ve sakin bir kızdır. İstediğin gibi yönlendirebilirsin.”
Annesinin her sözü Mirza'nın sinirlerini daha da geriyordu. Zöhre Hanım konuşmaya devam ettikçe, Mirza kendisini gittikçe köşeye sıkışmış hissediyordu. Sanki her adımında daha fazla boğuluyor, hareket edecek alanı kalmıyordu. Ailesinin bu zorlayıcı isteğine karşı çıkmak istiyordu ama içinde bir yerlerde onların dediğini yapmaktan başka çaresi olmadığını da biliyordu. İçindeki öfkeyi kontrol edemeyerek odayı terk etti ve arkasından kapıyı hızla çarptı.
Zöhre Hanım, kapının ardından hafifçe iç çekerek kocasına döndü. “Doğru olanı mı yapıyoruz Reşit ağa?” diye sordu. Kocası ise derin bir nefes alarak kararlılıkla cevap verdi: “Başka çaremiz yok. Eğer Güneş’i babasının evine gönderirsek, her şey ortaya çıkar. Güneş’in abisi ve babası olacak o iki fırsatçı herif durumu öğrenirlerse, bu aileye bela olurlar. Bu konağı bile versek o ikisini doyuramayız. Üzerlerine servet yığsak bile susmazlar. Salih’in adının lekelendiğini herkes duyar, şerefimiz ve gururumuz yerle bir olur. Güneş bu ailenin bir parçası olarak kalmalı. Yoksa bütün itibarımızı kaybederiz.”