ALMANYA...
Elindeki diplomayı gururla babasına ve annesine karşı sallayan kız kocaman gülümsüyordu. Bu gülüşte haklı bir gurur vardı. Çalışma, azim, hayaller ve istekler. Üzerindeki cübbesi, sarı saçları, güldüğünde belirginleşen gamzeleri ve deniz mavisi gözleriyle Dilşah annesinin gururu babasının kıymetlisiydi. Arkadaşlarının yanından ayrılıp ailesine ulaştığında sıkıca sarıldı iki bedene ve hevesle “Başardım” dedi.
Helen kızının sözüne karşın saçlarını öperken yorgunca “Başardın kızım” diyerek karşılık verdi. Ciwan ise gururlu bir tonla “Başka türlüsü seni kesmezdi zaten” dedi. Arkadaşları ona “Emma gelsene” diye seslendiğinde babasının yüzü buruştu. Yıllardır bu isme bir türlü alışamamıştı. Dilşah ismi kızına daha çok yakışıyordu. Yaşanan ailevi sorunlardan dolayı karısını ve kızını Almanya’ya yollamış ve ara ara yanlarına gidip gelerek onları geride olan sorunlardan korumuştu. Ama bu süreçte karısının lenf kanseri olduğunu öğrendiğinde ise çok geç kalmıştı.
Annesi Helen “Hadi kızım git.” dediğinde onu yeniden öpen genç kız biraz bozulmuş peruğunu düzeltti ve “Geç kalmam anne. Siz de babamla baş başa vakit geçirin ben gelene kadar” dedi. Kıkırdayıp diplomasını annesine vererek cübbesini çıkardı. Güzelce katlayıp çantasına koydu ve onu da annesinin almasına izin verdi. Sadece küçük çantasını alırken Ciwan hemen ondan emir bekleyen üç korumaya başıyla işaret verdi. Bunu fark eden kız “Baba” dediğin de “İtiraz istemiyorum kızım.” Diyen adamla soluğunu bıraktı ve arkadaşlarının yanına gitti. Gece bir arkadaşlarının evinde mezuniyet kutlaması vardı. Dilşah, dans edip biraz da alkol aldı. Üç koruma ise dikkatle kızı izliyor sorun yaşamaması için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Diğer yandan evin salonunda oturan ikili birbirine bakarken gözlerinde büyük miktarda suçluluk ve geç kalmışlık vardı. Ciwan Ağa “Onunla konuşmamız lazım” dediğinde başındaki peruğu çıkaran kadın iç çekti.
“Haklısın. Bunca zaman sakladık. Artık zamanı geldi. Fazla bir ömrüm kalmadı. Kızımı kalan birkaç ayımda yaşayacaklarına göreceklerine hazırlamam lazım.”
“Helen” demişti ki yaşlı adam kadın başını sağa sola salladı.
“Sorun değil. Özür dileme. Ben seninle evlenirken neyin ne olduğunu olabileceğini tüm gerçekliği ile biliyordum. Anlatmıştın. Kabul eden bendim. Çünkü çok sevmiştim. Kadınlık gururumu, kendine olan saygımı, insanların gözünde değerimi sırf sevgim yüzünden düşürmedim mi?”
Ciwan Ağa kalkıp kadının yanına oturdu. Ona sarıldığında artık ihtiyarlamış gözleri yaşlarla dolmuştu. Helen devam etti.
“Dilşah, üvey kardeşlerini ve annesini bilmesi. Benden sonra sana düşman olmamalı. Çünkü ailene karşı onu koruyabilecek tek kişi sensin. Biraz delirir laf eder ama ben kızımı biliyorum. Beni seni bizi anlar.”
“Anlar değil mi? Mecburiyetleri görür.”
“Görür.”
Sonuna ekledi hasta kadın. “Umarım.”
Gece biterken Dilşah korumalarla eve geri döndü. Fazla alkol almadığı için kafası ayıktı. Odasına çıkıp duş aldı. Çok uykusu olsa da biraz olsun bedenindeki eğlence zamanı oluşan teri atmalıydı. Yatağına girdiğinde babası ve annesiyle yapacaklarını düşündü. Onlara kahvaltı hazırlayabilmek için saatini erken bir zamana kurup gözlerini kapadı.
İstediği gibi erkenden uyandığında kısa kol bol bir tişört ve siyah tayt giyip mutfağa indiğinde ses seda yoktu. Uyanmadıkları belliydi. Hemen Türk usulü bir kahvaltı hazırladı. Babasının getirdiği peynir bal reçel zeytin ve sucuk çeşitleriyle masayı donattı. Aslında doğup on yaşına kadar büyüdüğü yöreye ait olmasa da iyi yaptığı ve sevdiği bir yemek olan mıhlamayı da hazır ettiğinde sesini yükseltip “Günaydın canım ailem. Kahvaltı hazır çayları döküyorum” diye bağırdı. O sırada merdivenleri inen ikili gergin ve yorgundu.
İkisi de tüm gece konuşulacak şeyleri ve alacakları tepkileri hesap ediyor ama bir türlü tam olarak kestiremiyorlardı. Mutfağa girdiklerinde enerjik bir Dilşah her derde deva gibiydi.
Genç kız anne babasını öpücüklere boğdu. Masaya geçtiklerinde gece olanları, nasıl eğlendiklerini, birinciliği elinden aldığı kızla yaşadığı laf sokma yarışını ve daha fazlasını kuş gibi şakıyarak anlattı. Ekmek bana bana mıhlama yerken parmaklarının ucunu emip “Ellerime sağlık yine harikalar yarattım yahu” dediğinde annesi istemsiz güldü. Babası da bıyık altı gülerken “Eline sağlık evladım” dedi.
“Afiyet bal şeker olsun babacım. Hadi sende anlatsana. Amcamlar nasıl? Kuzenlerim, yengemler. Mardin’e döndünüz mü mesela? Halledildi mi şu arazi olayları.”
Büyük bir soluk alan adam “Onlar döndü kızım. Ben buraya geldim. Birkaç ay burada sizinleyim.” Dediğinde mavileri annesine kayan kızın yüzü soldu. Her ne kadar kabul etmese de annesi birkaç ay içinde ölecekti. Ağzındaki lokmayı usulca yutarken babasına “Annem ölene kadar yani. Yoksa bu kadar uzun kalmazsın sen bizimle” dediğinde tüm neşe heves ve masanın o tatlılığı kaçmıştı. Kasvet gelip baş köşeye oturduğunda Helen “Kızım” diye uyardı.
“Yalan mı anne? Tamam, babamı çok seviyorum. Canımı istese gözümü kırpmam ama doğruya doğru. Dokuz yaşımı bitiyordum Almanya’ya geldiğimizde. Şimdi yirmi beş yaşındayım. Koca on beş sene. Doğduğum topraklardan ülkemden insanlardan en önemlisi babamdan ayrı büyüdüm. Ben parka gitmedim babasıyla oynayan çocuk göreceğim diye. Yılda kaç kez gelirdi babam. Bayramlarda. Doğum günümde. Başka? Belki çok fazla hasta olursam. Ben babamı özleyince gelsin diye çoğu zaman soğuk su içip ya da kendimi hasta etmeye uğraşıp hastanelik oldum. Sen, ya sen kansersin anne. Ölüyorsun. Sesimi çıkarmıyorum ya da belli etmiyorum diye buna alıştığımı atlattığımı düşünmeyin. Şimdi gelmiş birkaç ay buradayım diyor. Madem bu kadar uzun kalabiliyordu o zamanlar neden kalmadı. Sen üzüntüden kanser olurken neredeydi?”
Ciwan Ağa “Haklısın kızım ne desen haklısın ama benim hayatım da güllük gülistanlık değildi.” Değince Dilşah acı acı tebessüm etti.
“Niye baba, oradaki karın ya da çocukların sana iyi bakmadı mı? Huzurun mu yoktu? Belki de amcalarım buraya geliyorsun diye huzur vermemiştir.”
Sözleri ikiliyi büyük bir şoka sokarken çayından içen kız “Bakmayın öyle. Beş yıldır bir karın ve çocukların olduğundan haberdarım. Bana söylemenizi bekledim hep ama siz saklamayı tercih ettiniz. Yine de başaramadınız.” Dedi.
Helen “Kızım, ama sen nasıl?” dediğinde ona dolu gözlerle bakan Dilşah “Seni dinledim anne. O gün okulda erken gelmiştim. Babamla telefonda konuşuyordun. Babamın sesi dışarıya verilmişti. O kadını çocukları sordun. Sana yapma dedi. Sen her şeyi bilip susmak çok zor diye ağladın. Babam da belki de milyonuncu kez sana mecburiyetlerini gerekçelerini törelerini anlattı. Çok kızmıştım ona, o kadar kızmıştım ki artık benim öyle bir babam yok demiştim. Elbette nedenleri vardı ama hiçbir neden biz buradayken orada bir aile kurmasına sebebiyet veremezdi. Kanser olduğunu öğrendiğimde bilet alıp Maraş’a gitmek için alana kadar gittim. Babamdan hesap soracaktım. Ailesinden de aynı şekil de ama vazgeçtim. Seni yalnız bırakamazdım. Düşündüm. Benim annem gururlu onurlu kendine saygısı olan bir kadındı. Neden bunu kabul etti neden babamı boşamadı sustu diye. Sonra zamanla anladım. Belki de anlamadım bilmiyorum. Bildiğim tek şey senin yaptığını hiç yapmayacağım.” Dediğinde yanaklarından yaşlar süzülüyordu.
Evet, Ciwan Serçiyan karısını ve kızını Almaya’ya yolladıktan sonra babasının ve abilerinin zorlaması ile imam nikahlı bir evlilik yapmış o evlilikten de iki çocuğu olmuştu.
On üç yaşında kızı Evin ve dokuz yaşındaki oğlu Karwan. Karısı ise Dila idi. Büyük abisinin eşinin yeğeni. Aile içi evlilikti. Çok direnmişti. Gitmek istemişti. Sonra büyük abisi Dilşah ve Helen ile tehdit edince mecbur kalmıştı. Karısına durumu izah ettiğinde bir süre kendi içinde bunalıma giren Helen aslında beklediği bir durum olduğunu kendi de kabul etmişti. Şimdi ise kızları Dilşah ortalığı yıkmasını beklerlerken onlara karşı serin kanlıydı. Hem anlıyor hem anlamıyordu. Galiba hayat tam da burada başlıyordu. Anlaşılmak ve anlaşılamamak.
O konuşma üzerinden üç ay geçti. Annesi her gün Dilşah ile konuştu. Ona içindekileri anlattı. Babasına kızmamasını onun yanında güvende olacağını söyledi. Sonunda da vefat ettiğinde cenazesini sevdayı bulduğu doğumda kaybettiği Dilşah’ın ikisi isimsiz küçük oğlunun yanına koymalarını vasiyet etti. Bunu bilen Ciwan Ağa işlemleri hızla hallederken yıkımı yaşayan Dilşah’a arkadaşları destek oluyordu. uçağa bindiklerinde yıllar önce aynı cam kıyısına oturduğunu hatırladı. Annesi de yanındaydı elbette ama şimdi fark vardı. onun sıcak nefesi saçlarına değmiyordu. Ya da avuçlarında pamuk gibi yumuşak elleri yoktu. Soğuk, buz gibi bir cesetti.
Yaşanan bir kan davası yüzünden Maraş’a gitmek zorunda kalan aileler ise Mardin’e yuvalarına geri dönmüştü. Mardin ona da yuva olacaktı ama cehennemin mi cennetin mi kapıları açılacaktı bilmiyordu. Bildiği tek şey doğarken ölen ikizinin mezarını ilk kez görecek o mezarın yanına da annesini koyup yasını tutacaktı. Diğer yandan iki kardeşi ve üvey annesi ile başlı başına bir gerçek olarak onu bekliyordu. Dilşah, bindiği uçakla hem kaderine hem büyük sırlara hem de acıların yuvasına kuş misali uçuyordu.