BIRAKMA

3775 Words
Müzik insanın ruhunu ele geçiren bir büyüydü. Bir ortamda dururken melodisiyle seni başka bir âleme götürüyor, acı tatlı anılara salabiliyordu. Her daim öyle hissetmiştim. İçimden geçen şarkıları söylerken, gitar çalarken veya dinlerken hep öyle hissettirmişti. Her zaman müziğin içinde bulunduğu şeyleri yapmayı sevdim. İleri ki yaşantımda da müzikle uğraşmak istiyordum. Lise biteli iki yıl olmuştu. Burada güzel bir üniversitede eğitim alıyordum. Ama İstanbul’da konservatuar okumak en büyük hayalimdi. Şimdi de bilgisayarımın ekranında aylar önce yapmış olduğum başvurumun gelen sonucunu okuyordum. “Güzel sanatlar fakültemize yapmış olduğunuz başvurunuz değerlendirilmiş ve size mülakat hakkı verilmiştir” Bunca zamandır hayalini kurduğum tek şey bu mülakata hak kazanmaktı. Kesinlikle kabul edileceğimi, bunu başaracağımı biliyordum. Müzik benim içimde olan enerjiydi ama babam resmen bu enerjimi sömürüyordu. Kendisi mükemmel bir baba olmasına rağmen bazı katı kuralları vardı. Bunlardan biri de sonu olmayan bir meslek için yıllarımı harcamamam gerektiğiydi. Müzik için özel ders alabilirdim. Ama eğitim olarak daha sağlam bir bölüm seçmem gerekiyordu. Şu anda okuduğum işletme bölümü de benim için en doğru olanıydı. İnsanların müziği veya müzikle yapılan her eylemi sadece şarkıcılıkla yargılamalarına anlam veremiyordum. Ve benim bu şekilde düşünen çok modern bir babam vardı. Bu arada ben İpek Salman, tek hayali kendini müziğe adamak olan, Amerika’da yaşayan ve buradan iyiden iyiye sıkılan bir kızım. Babam Kerem Salman ve annem Hande Salman yıllarını buradaki şirketlerini devleştirmek için savaşarak geçirmiş ve sonunda başarmıştı. Her ikisi de mükemmeldi. Benim için her zaman mükemmel bir aile olmuşlardı. Fakat kalbimden geçenleri anlamıyorlar, benim için iyi olduğuna inandıkları yolda istemesem de yürümemi istiyorlardı. Bu düşüncelerle savaştığım esnada bu savaşımı “İpek’im” diye seslenerek bozdu. Aslında annem farklıydı. O her zaman ne istersem, neden zevk alırsam onu yaşamamı ama kendi geleceğimi de düşünmem gerektiğini söylerdi. Annemin bu sıcacık seslenişine acıyla gülümsedim. Bu gülümsememe annem anında kaşlarını çatarak konuştu: “Sorun ne?” Hemen anlardı. Anında hissederdi. Üzüntüm sanki ona sinyal verirdi. İlkokuldan, lise ve devamında her hissimi anlamış saklamama izin vermemişti. Onun o telaşlı anne bakışlarına, üzgün kedi yavrusu bakışlarımı takınarak karşılık verdim. Bilgisayarda bana şeytanca sırıtan tek hayalimin mailini anneme gösterdim. Annem bilgisayara baktı ve aynı benim gibi hüzünlü bakışlar takınarak; “Babanı biliyorsun, buna karşı” dedi. Sitemli bir sesle anneme, “İlla şarkıcı olacağım diye bir şart yok ki. Müzik öğretmeni olurum” diye çıkıştım. Annem gülümseyerek, “İkimiz de bunu seçmeyeceğini biliyoruz. Onun için zorlama. Ama baban istediğin eğitimi burada özel hocalardan alabilirsin dedi. Neden bununla yetinmiyorsun?” diye sordu. İçimden avazım çıktığı kadar bağırmak geldi. Ardından sakin kalmaya özen göstererek, “Bu benim hayalim. İstediğim, düşlediğim şey. Anne sen hep nasıl araba kullandığını ve o yarışlara katılma hayalini söylerdin. Ama yapmamışsın. Bunun için daima üzüldüm dedin. Ben ileride yapmak isteyip engellendiğim hayallerim için pişmanlık duymak istemiyorum” dediğimde gözlerime buğulanan gözlerle bakan annem derin bir nefes aldı. “Tamam. Tatil için İstanbul’a Melek’in yanına gitmek istemiştin. Tatilini biraz erkene çekelim, sınav tarihinde denk gelsin. Eğer kazanırsan babanı ikna etmek için elimizden geleni yaparız” dediğinde önce duyduklarıma inanamadım. Ardından içime dolan umutla havalara uçtum. Ve sevinçle annemin boynuna sarıldım. İyi ki vardı. İyi ki beni dünyaya getirmişti ve benim annemdi. Onu hiçbir şeye değişmezdim. Her zaman bir yolunu bulurdu. Sınavı kazanırsam kesinlikle bir yolunu bulacaktı. Sevincime ara verip hemen saat farkına bakmadan Melek’i aradım. Melek İstanbul’da annemin, hatta anne ve babamın kardeşi gibi olan Azra teyze ve Bora amcamın kızıydı. Çocukluğumuzdan beri hep birlikteydik. Uzakta olsak da birbirimizden kopmazdık. Her şeyden haberimiz vardı. Heyecanla telefonun açılmasını beklerken beşinci çalışında uykulu bir sesle Melek telefona cevap verdi: “Efendim, İpek?” Uykusundan uyandırılmanın verdiği huysuzlukla homurdanıyordu. Onun bu şikayetci homurdanmasına, “İstanbul’a geliyorum!” diye sevinçle haykırdım. Karşımda benimki gibi bir sevinç çığlığı beklerken Melek bir an duraksadı. Ardından bana beklediğimi verince ikimiz de çığlık çığlığaydık. Beni çok özlediğini, beklediğini söylediğinde gülümsedim. Epeydir görüşemiyorduk. Birçok konudan ve olaydan uzak kalmıştım. Melek yıllardır Mert abimi seviyordu. Mert abim, Yiğit Amca’yla Aylin Teyze’nin biricik oğullarıydı. Adı gibi Mert ve yürekli biriydi. O da Melek’i seviyordu. Bu iki şaşkın durumlarından habersiz birbirlerine âşıktı ve çok komik görünüyorlardı. Melek’le birçok şeyden konuştuktan sonra telefonu kapattım. Artık bilet bakma vaktiydi. Heyecanla tekrar bilgisayarımı açıp biletlere baktım. Melek ve diğerleri Alaçatı’ya gideceklerdi. Benim biletim uymuyordu. Mecburen direkt İzmir’e bilet bulmuştum. Onların da Doruk diye bir arkadaşları önceden oraya gidecekmiş. Beni orada Doruk karşılayacakmış. İki gün sonra Melek, Mert, Savaş ve Rüya yanımızda olacaklardı. Süperdi. Onlar gelene kadar ben de kafama göre iki gün takılırdım. Burada babamın korumaları yüzünden gönlümce eğlenemiyordum. Orada iki gün tamamıyla özgür olacaktım. Bir hafta içinde babamı zor da olsa İstanbul’a erken gitmek için ikna etmeyi başarmıştık. Gerçi bunda annemin rolü çok büyüktü. Yani zaferi tek başına kazandı desek yeriydi. Elimde biletim ve valizimle havalimanında uçuş için bekleme salonundaydım. Zaman geçmek bilmiyordu. Heyecandan ayaklarım titremeye başlamıştı. Annem ve babam olmadan tek başıma ilk kez böyle bir yolculuk yapacaktım. Tüm bu yorucu senenin sonunda kendi ülkemde, cenneti andıran İzmir’de dört günlük mükemmel bir tatil bana iyi gelecekti. Özellikle bunun ilk iki günü tamamıyla bana ait olacaktı. Ondan sonrasında yine bir aylık maraton beni bekliyordu. Sınava girmem, o sınavı kazanmam ve babamı ikna etmeliydim. Çok ama çok zorlu bir iş beni bekliyordu. Uçak için son anons duyulduğunda yerimden kalktım ve giriş kapısına doğru yürüdüm. Uçağa bindiğimde kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Çok uzun bir yolculuk olacağa benziyordu. Biletimde yazan koltuk numaramı bulup yerime oturdum. Kemerimi taktım ve hayallerime doğru ilk uçuşumu gerçekleştirmek için derin bir nefes aldım. Bu yolculuğun hayatımda birçok şeyi değiştireceğini hissediyordum. Duygularım değişecekti. Hislerim değişecekti. Hatta hayatım değişecekti… Uzun derin bir uykudaymış gibi hissediyordum. Tüm bedenim aynı pozisyonda uyumaktan kaskatı kesilmiş, demir gibi olmuş ağrıyordu. Uçak birçok kez türbülansa girmiş, deli gibi sallanmıştı. Bu da benim derin bir uykuya dalmamı engellemişti. Tam tekrar bir uykuya dalıyorum diyordum ki gözlerimi açmama sebep olan bir sarsıntıyla irkildim. Ardından hostesin İzmir Adnan Menderes Havalimanına indiğimizi duyuran anonsu doldu kulaklarıma. Uçağın durmasını, perona yerleşmesini ve iniş anonsunu bekledik. Beklenen anons gelince yavaşça yerimden kalktım ve dışarıya çıktım. Bagaj teslim alma bölümüne gidip valizimi beklemeye başladım. Yaklaşık otuz dakika sonra valizim göründüğünde hızla gidip aldım ve sonra hızla çıkışa doğru yürüdüm. Alandı çıkınca etrafıma bakındım. Beni almaya gelecek arkadaş acaba nerelerdeydi? Karşılamada duran adamların ellerindeki pankartlara baktım. Hiçbirinde adımı göremiyordum. Aralarından geçerek bekleme salonuna kadar gelmiştim. Ama burada da beni karşılamaya gelmiş herhangi biri yoktu. Son bir dikkatle etrafıma bakınmaya devam ederken bekleme koltuklarında uyuklayan bir çocuk gözüme takıldı. Çocuk dediğime bakmayın, Adnan Menderes Havalimanına bildiğiniz meteor düşmüştü. Gözlerim sandalyede uyuklayan meteorun üzerinde dolanırken kaslarına odaklandım. Mükemmel kasları ve kalıbı vardı. Çok tatlı uyuyordu. Bu tatlılık da fazlasıyla seksi görünmesine neden oluyordu. Umarım beni almaya gelen sen değilsindir, bay mükemmel. Eğer öyle ise aşk her an beni bulabilir diye içimden geçirdim ve yanına doğru yürüdüm. Allah’ım yanına yaklaştıkça daha da bir taş oluyordu. Melek bu taşın adını ne demişti bana? Doruk’tu sanırım… “Ya ada bak, tam da yakışmış Doruk” diye fısıldadım ve sinsi bir gülüşle onu süzmeye devam ettim. Sonra kendimi toparlayıp biraz daha yüksek çıkan sesimle, “Umarım Doruk sensindir?” diye homurdandım. Hiçbir tepki vermedi. Hâlâ uyuyordu. Biraz daha yüksek çıkan sesimle sordum: “Beni karşılayacak olan Doruk sen misin?” Bu soru karşısında aldığım tek karşılık mırıltılı bir ses tonuyla, “Hıı” oldu. Bu tepkiye gülümsemeden edemedim. İçimden, Ah, Melek! İnsan söyler, değil mi? Seni karşılamaya insan değil, bir meteor gelecek, dikkat et der diye söylendim ve azıcık ona doğru eğilip, “Doruk” diye seslendim. Doruk’tan tekrar bir “Hıı” sesi yükseldi. Gülümsemem daha da büyüdü. Şu anda bir rüya gördüğüne emindim. Çok tatlıydı. Onu saatlerce burada bu şekilde durup izleyebilirdim. Ama buna ara vererek tekrar, “Doruk” diye sert bir şekilde ismini söyledim. Doruk aynı anda, “Ne!” diye kükreyerek karşılık verdi. Uyuyan gözleri aralandı ve ben kahve diyarına açılan kahveliklerle göz göze geldim. İnsanın nefesi böyle kesilir mi? Kesilmişti. Kalbim bugüne kadar hiç olmadığı kadar hızlı atmaya başlamıştı. Tüm bedenim felç olmuş gibi kaskatı kesilmiş, sadece o kahvelerin büyüsüne kapılmıştı. Sadece birkaç saniyelik bakışmada sanki ruhumu teslim ediyordum. Bu transa geçmiş bakışmayı, “Amerika’dan gelecek olan fındık sen misin?” diyerek bozan Doruk oldu. Duyduğuma afallarken Doruk ayağa kalkmıştı. Hey maşallah, adamdaki endama bak. Nerede yetiştin? Seni ne ile beslediler diye içimden laf atsam da eminim içimden geçenleri gözlerim ona tercüme ediyordu. Doruk bu halime gülümserken benim yavaşça görünmeye başlayan aklım tekrar uçuşa geçti. Öyle gülümseme olur mu? Yazık bana diye içimden söylendim. Ama bu karizmatik meteordan beklenmeyecek bir tavırla derin bir nefes aldı ve bir elini beline yerleştirerek, “Dilini mi yuttun, bir konuş istersen” dedi. Bense tam o esnada sesimi buldum: “Fıstık değilim ben!” dedim. Doruk bir an bana baktı. Sonra ne söylediğimi algılamaya çabaladı. Ardından da gür bir kahkaha attı. O kahkaha atarken ben ruhumu bedenimden çıkarıp başka bir âleme saldım. Esmer teni üzerine giydiği beyaz tişört tüm kaslarını sarmıştı. Siyah gür saçları sabah hiç uğraşılmamış gibi dağınık ama kimsede o kadar seksi duramayacak gibi duruyordu. Gözlerinin kahveliği yüzünü aydınlatan ışıkta sarı gibi duruyordu. Kirli sakal eminim onda durduğu gibi kimsede durmuyordur. Gülüşü kadınlar için en büyük silahı olmalıydı. Ve Doruk kahkahaları arasından, “Evet, değilsin” karşılığını verince bir anda kapıldığım büyüden yere düştüğümü hissettim. Sonra neden güldüğünü fark edip bedenime yüklenen sinirle, “Az önce Amerika’dan gelecek olan fıstık sen değil misin demedin mi?” diye sorduğumda, “Ben değildim. Kimin sorduğu hakkında da hiçbir fikrim yok. Ben Amerika’dan gelecek olan fındık sen misin diye sordum” karşılığını verdiğinde bir an yutkunup tüm bedenimin kızardığını hissettim. Kahretsin, rezilliğe bak diye içimden resmen haykırdım. Kahretsin, fena rezil olmuştum. Bu utançla söyleyecek laf bulup cevap da veremiyordum. Zaten böyle bir rezilliğe de nasıl bir karşılık verilirdi? Doruk bu utancımı fark etmiş olmalı ki, “Hadi, anlaşılan uçmaktan beynin sulanmış. Benim de sayende popom sandalyeye yapıştı. Bir türlü inemedin” dediğinde gözlerim kocaman oldu. Suratımdaki kızarıklık bu sefer kesinlikle utançtan değil, sinirdendi. Ben bu adama az önce meteor mu demiştim? Halt etmişim, bu adam bildiğin odun. Yok yok, bildiğin yontulmamış tomruk... Sessiz ama büyüleyici manzaralar eşliğinde bir yolculuğun ardından bu her tarafından meteorluk akan uyuzla kalacağımız otele gelmiştik. Oteli görünüşünü incelemeye başladım. Küçük, otelden daha çok pansiyon gibi görünen, giriş duvarlarının her iki yanını kaplayan fuşya rengi çiçeklerin bulunduğu bir oteldi. Görünüşü o kadar hoştu ki arabadan inip hayran hayran otele baktım. Amerika’da bu tarz oteller görmek imkânsızdı. Her yerde büyük ve şaşaalı, bir o kadar da soğuk oteller olurdu. Bu tarz büyüleyici, sıcak oteller sadece benim ülkeme has gibi geliyordu. Orada ne kadar dikilip bu büyüleyici atmosferde kaldığımı bilmiyorum. Bıraksalar hiç ama hiç kendime gelmeyeceğim de kesindi. “Otele ilan-ı aşk bakışın bittiyse içeri geçelim” diyen bay uyuzun sesi ile tüm büyü kaybolmuş, gerçek hayata geri dönmüştüm. Onun bu hiç de kibar olmayan alaycı tavrına tam ağzımı açtım cevap verecektim ki adam uyuzluktan öküzlük mertebesine sıçradı. Ve beni ardında bırakıp girişe doğru yürüdü. Bir an şaşkınlıktan ağzım açık kalsa da kendimi toparlayıp gözlerimi kıstım, ardından baktım. Değişen hiçbir şey olmayınca derin bir nefes alıp peşine takıldım. Otel kadar şirin tasarlanmış resepsiyon da tüm sempatikliğiyle bizi karşılayan resepsiyonist karşısında durup oda anahtarımı isterken onu arkadan süzdüm. Yahu bir adam bu kadar taş olup da üzerine bir de bu kadar öküz olmayı nasıl başarıyor diye içimden söylenmelerime Doruk oda anahtarımı gözüme sokarcasına sallayarak son verdi. “Al bakalım oda anahtarını bayan fındık. Hayallerinize odanızda devam edersiniz” diye dalga geçince, sinirle elinden anahtarımı aldım ve hızla yürümeye başladım. Tam merdivenlere ulaştım ki bir şeylerin ters gittiğini fark ettim. Birinin benim bavulumu getiriyor ve önümde yürüyüp beni yönlendiriyor olması gerekmiyor muydu? Bu düşünceyle olduğum yerde dönüp Doruk’u resepsiyon görevlisiyle konuşurken gördüm. Şaşkınlıkla, “Eee, valizim ne olacak?” diye sordum. Sanki saçma bir şey sormuşum gibi Doruk sabır dilercesine havaya baktı ve tekrar gözlerini gözlerime çevirdi. Sonra hırlayarak, “Babanın uşağı mı var burada?!. Al çık ya da bekle, adamlar çıkarır! Allah Allah. Bela mısın benim başıma?” diye söylendi. Onun bu yobaz tavrına yüzümü ekşiterek, “Ne olur yani bir centilmenlik yapıp sen çıkarsan?” diye sordum. Sonuçta ben misafirdim. Burada dostlarım gelene kadar beni ağırlayacaktı. Neden biraz centilmen olmayı denemiyordu? Yani en azından biraz insan olmaya çabalayabilirdi. Doruk sanki ona hakaret etmişim gibi bir bakış eşliğinde, “Sen o centilmenlik hakkını havalimanından buraya kadar kullandın. Onun için şimdi burada bekleyeceksin. Resepsiyondan eminim bir centilmen sana yardım edecektir” dedi. Artık öküzlükten hangi mertebeye terfi ettiğini düşünmeye başlamıştım bile. Sanki ayılık olabilirdi. Bu şaşkın bakışıma karşın Doruk, “Ne bakıyorsun?” diye sordu. Şaşkın bakışlarımı düzeltip, “Bakmıyorum, düşünüyorum” diye karşılık verdim. Doruk ne dediğimi anlamamışçasına, “Valizi ne yapacağını mı?” diye sordu. Ben parmağımı dudaklarımdan çekip, “Hayır, meteordan öküzlüğe havalimanında terfi ettin. Burada kendini aştın ve öküzlükten ayılığa terfi aldın. Başka hangi mertebe kaldı ve sen oraya nasıl bir hızla tırmanacaksın bakalım?!. Yani şimdi cidden bu mertebelerin hakkını veriyorsun” dediğimde onun bana öfkeyle bakışından etkilenmemeye çalışarak ileri geçtim. Adam cidden karizmatikti ve o bakışlara iki saniyeden fazla dayanabilmek imkânsızdı. Valizime ulaştığım anda resepsiyondan bu ayı kadar taş olmasa da yakışıklı bir çocuk valizimi aldı. Ben de odaya doğru yürüdüm. İkinci katta küçük, şirin, sade ama süper bir odaya girdim. Derin bir nefes aldığımda bedenimdeki yorgunluğu hissettim. Görevlinin odama bıraktığı valizimi açıp içinden bornozumu çıkardım ve duş almak için banyoya girdim. Duş çok iyi gelmişti. Yorgunluğum kendini daha fazla hissettirmişti. Uyku neredeyse bedenimi duşta ele geçirecekken çıkıp bornozumu giymem bir işkence gibi geldi. Banyodan çıktım ve kendimi yatağın üzerine bıraktım. Geceliğimi giymeye hiç dermanım yoktu. Odada benden başka biri olmadığı için yatağın üstünde, bornozumun içinde uykunun beni kollarına almasına izin verdim… Ne kadar uyuduğum hakkında hiç fikrim yoktu. Ama mükemmel bir uyku çektiğimden emindim. Bedenim kendine gelmişti. Gözlerimi cama çevirdiğimde havanın çoktan karardığını fark ettim. Dışarıdan karanlıkta sessizlik bekliyordum ama oldukça gürültülü bir müzik geliyordu. Bu da demek oluyordu ki millet çoktan gecelere akmaya başlamıştı. Ve benim odada kalarak zaman kaybetmem de bu akşamki hiçbir seçenekte yoktu. Hızla yataktan kalktım ve aynı hızla valizimden siyah kısa ve sırt dekolteli elbisemi aldım. Hızla giydim. Saçımı açık bırakarak koyu bir göz makyajı ve açık renk bir rujla hazırlığı tamamladım. Çantamı telefonumu elime alıp odamdan dışarıya çıktım. İki günüm vardı. İki günlük özgürlüğüm. Mert abim ve Savaş birçok şeyi engellerdi ama onlar gelene kadar bu özgürlüğün tadını çıkarmalıydım. Hava sıcaktı ve çok güzeldi. Alaçatı sokaklarında dolaşmaksa paha biçilemez bir keyifti. Güzel bir kulübün önünde durdum. Şöyle bir süzdükten sonra neden olmasın diyerek içeriye girdim. Ortam kalabalık ve cıvıl cıvıldı. Uzun zaman sonra etrafımdaki insanların benim dilimi konuştuğunu duymak ruhumu canlandırmıştı. Tek başıma olmak dikkat çekse de umursamadan kendime güzel bir masa seçtim ve gidip oturdum. Açık havanın da bulunduğum ortama kattığı güzellik mükemmeldi. Ve ilk defa soğuk bir şeyler içme isteğime alkol dâhil oluyordu. Çok fazla içmediğim takdirde sorun olmayacaktı. Yanımda kimse yoktu ve sarhoş edilme tehlikemin olmadığını göz önünde bulundurursak içebilirdim. Sipariş almaya gelen garsona bir bira sipariş verdim ve beklemeye başladım. Beklerken de etraftaki insanları süzüyordum. Eminim her birinin milyonlarca derdi vardı. Ama burada herkes derdini kederini geldikleri yerde bırakmış, mutlu olmaya gelmişti. Nasıl olsa kısacık bir zaman vardı ve bu zamanı mutlu olmak için kullanıyorlardı. İçiyor, gülüyor ve eğleniyorlardı. Bir iki dakika sonra gelen birayı yudumlamaya başladım. Buz gibiydi. Sıcak havanın yarattığı ateşi her bir yudumu söndürüyor ve canlandığımı hissettiriyordu. İçtikçe soğukluğu ve tadı hoşuma gitmeye başlamıştı. Müzik her saniye beni daha çok kendine çekiyordu. Sahnede canlı müzik hazırlığı vardı ama hoparlörlerden yabancı kulüp şarkıları duyuluyordu. Yaklaşık iki saatin sonunda gözlerimin bulanık görmeye başladığını fark ettim. Üstelik başım da dönüyordu. Tam o esnada gelen biraya baktım. Bu kaçıncı olmuştu?.. 3?.. 4?.. İlk deneyimde bu kadar çok içmenin tehlikelerini düşünecektim ki her neyse deyip içmeye devam ettim. Bardağı tam dudaklarıma götürürken elimden hızla çekilince oturduğum koltukta sendeledim. Ne olduğunu anlamaya çabalarken karşımda beliren kişiye inanamadım. Elinde bira bardağım, gözlerinde şaşkınlık ve öfke, dudaklarında ize arzu… Dudaklarım fısıltı gibi, “Doruk?” diye ismini söylediğinde kalbim çoktan bu bakışta erimiş, göğüs kafesimden akmıştı. Fakat karşımdaki kütle öyle değildi. Doruk sert ama şaşkınlık dolu sesiyle, “Fındık?” diye karşılık verdi. Bu ses tonu gayet burada ne işin var dercesine anlam yüklüydü. Fakat çocuk değildim ve bana bakıcılık etmek zorunda değildi. Bu hissin bedenime yaydığı sinirle, “Bana fındık demeyi bırak!” diye söylendim. Doruk bu tavrıma karşılık kızgın sesine alaycı bir tavır yükledi. Ama dışarıdan tanık olan biri çok sinirli olduğunu anlayabilirdi. “Ne dememi istersin, ayyaş iyi mi?” diye sordu. Korkmak yerine daha da sinirlenerek, “Ben ayyaş da değilim” diye söylendim. Tamam, biraz fazla kaçırmış olabilirim. Onu sallanıyor olarak da görebilirim. Hatta konuşmakta zorluk çekebilirim. Ama ayyaş falan değildim. Hem ona ne? Bana karışma hakkı yok! Doruk gittikçe sertleşen sesiyle, “Buradan bakınca pek bir fark görünmüyor” karşılığını verdi. Sinirlenmenin ve ona karşılık vermenin bir yararı olmadığı için yapabileceğim tek şeyi yaptım. Onu umursamayarak elimden aldığı şişeye uzandım. Doruk hızla şişeyi geri çekip, “Bence zorlama, fındık! Gece buraya kadar, bitti” karşılığını verince ona bakakaldım. Buna o mu karar veriyordu? Şaşkınlığımın geçmesini beklemeden kolumdan tutup kaldırmak için uzandığında kendimi geri çekerek, “Hiçbir yere gitmiyorum” diye söylendim. Bana zorla hiçbir şey yaptıramazdı. Çok karizmatik ve tapılası olsa bile. Doruk artık sabrının son demlerini yaşadığını belli eden bir ses tonuyla tıslayarak sordu: “Sen benim başıma bela mısın, kızım?” Sinirini daha çok zıplatmasına neden olacak bir gülümseme eşliğinde, “Yoo, bela değil, İpek’im ben” diye söylendim. Bu baygın ve kayan gözlere rağmen yüzüme anlamını çözemediğim bir ifadeyle baktı. Gözlerinde ne vardı bilmiyorum ama acı yüklü bir gülüşü vardı. Sanki gülerken ağlıyormuş gibi. Sanki bakıyor ama görmüyor, yaşıyor ama ruhu ölmüş gibi. Acısı derinlerde bir yerlerde saklı gibi… Birkaç saniyelik bakışmanın ardından, “Hadi seni otele götüreyim” dedi ve tekrar koluma uzandı. Yine geri çekildim ve sert bir sesle, “Hayır! Hiçbir yere gelmiyorum. Ben burada eğleniyorum” diye söylendim. Fakat hiç etkilenmiş, anlamış gibi değildi. Ve tam da kendine yakışır kaba, hödük bir tavırla, “Başlarım senin eğlenmene. Seni bana emanet ettiler. Düş önüme. Hemen!” diye bağırdı. Onun bu bağırmasına etraftaki birçok insanın ilgisini çektiğimize emindim. Bu küçük düşürücü ve aşağılayıcı bir durumdu. Ve Doruk beni bu duruma sokmuş olduğu için biraz olsun utanmalıydı. Oysa bunun tam tersine beni kolumdan tutarak kaldırmaya çalıştı. Var olan kötü durum daha bir rezilliğe sürükledi. Ve sonunda bu durumun katlanılmaz olduğunu anlayan bir kişi, “Birader, kız gitmek istemiyor! Rahat bıraksan” diye tehditvari seslendi. Gözlerimi sıkıca kapattım. Bu gece için hayal ettiğim şeyler bunlar değildi. Bu kadarı fazlaydı. Bu tepkiye Doruk bir an duraksadı. Oluşan sessizlikte gözerimi açtım ve Doruk’un o delici bakışlarıyla karşı karşıya kaldım. O bakışından tırsmadım desem yalan olurdu. Doruk sesin geldiği yöne doğru hızla döndüğünde sadece sert, tehdit dolu sesiyle, “Kaybol!” diye tek kelime söyledi. Ama bu kelime sakın karışayım deme, canına okurum anlamı yüklüydü. Bu surat ifadesi ve ses tonunda olan bir adama yaklaşmak değil, ondan kaçmak gerekiyordu. Fakat çocuk ateşe daha çok yaklaşıp kendisini yakmasına fırsat veriyordu. Aslında onun uzaklaşması ve kaçması gerektiğine dair bir hisle yüklüydüm fakat öyle yapmadı. Ama kaçması gerekiyordu. “Sen kızı rahat bırak ve kaybol! Seninle gelmek istemiyor “ dediğinde Doruk’tan sadece alaycı bir ses çıktı: “Akacak kan damarda durmuyor, illa akıt diyorsun yani?” dediğini duydum. Sonra ise bir anda kargaşaya büründü. Çok net göremesem de duyduğum gerçekten bir kavga sesiydi. Sadece on dakika sonra yanıma gelen Doruk, “Yeterince eğlendiğini var sayıyorum, fındık. Şimdi düş önüme!” dedi. Tüm bedenimin daha önce hiç duymadığım bir sinir hissi ile dolduğunu fark ettim. Kendini ne sanıyordu bu? Bakıcım falan mı? Neden bu kadar zorluyordu? Kendimi toparlamakta zorlansam da bu gece buradan kendi isteğimle kalkacaktım. Kimse istediği için değil. Bu sefer gayet kızgın bir ses tonu takındım: “Beni rahat bırak! Bakıcım değilsin!” O anda çığlık atmama neden olan şey Doruk’un beni omzuna almasıydı. Bir an şoke olsam da hemen kendime gelerek çırpınmaya başladım. Doruk buna hiç aldırış etmeden yürümeye başladı ve kulübün bahçesinden çıktığımızda halen omzunda tepiniyordum. Kulaklarım etraftakilerin şaşkınlık ve kıkırtı sesleri doluyordu. Yaklaşık on beş dakika baş aşağı şekilde Doruk’un sokaklardan geçtikten sonra otelden içeriye girdiğimizde resepsiyondaki herkesin kıkırtılarını duyabiliyordum. Hatta birkaçını görmüştüm de. Artık bu rezilliğe bir son vermek için hızla aşağıya inmeye çabaladım. “Bırak beni! Odun herif, manyak, orangutan. Bırak!” diye bağırmaya başladım. Doruk bir an duraksadı, sonra şaşkınlık ve kızgınlık dolu sesiyle, “Odun, manyak, orangutan ha?!.” diye hırladı. Hızla başka bir tarafa yöneldiğinde hâlâ omuzunda debeleniyordum. Baş aşağıya olmama rağmen bir süre sonra nereye gittiğimizi ve olacakları tahmin ettiğimde gözlerim kocaman olmuştu. Şezlonglar, kahretsin! Havuz! Hayır! Hayır! Beni havuza atamaz! Lanet olsun, ben sudan korkarım. Yüzemem ben. Yüzemem, boğulurum. Yapamaz bunu diye içimden geçirdiğim korkularıma son verip, “Doruk sakın aklından geçeni yapma. Sakın!” diye bağırdım. Doruk sanki bundan zevk alıyormuşçasına bir kahkaha atarak, “Neden? Ben aklıma esen her şeyi yaparım, fındık. Ve sen sabrımı çok zorladın. Şu havuza gir de kendine gel” dediği gibi havuza iyice yaklaştı. Korkum daha çok arttı. Bedenime korkunun karanlığı çökmüş, gözlerim kararmaya, nefesim daralmaya başlamıştı. Panikle, “Doruk, tamam. Özür dilerim” diye bağırışlarıma hiç aldırmıyordu. Resmen tüm zevkini buna yönlendirmek istemiş gibiydi. Havuzun tam dibinde durduğunda daha ben, “Yüzme bilmiyo!..” Cümlemi tamamlayamadan havalandığımı ve sert bir çarpışla çok da soğuk olmayan bir suyun içine düştüğümü hissettim. Çığlık atarak düştüğüm için suyla buluştuğumda ağzıma burnuma sular dolmuştu. Genzim yanarken havuzun dibine doğru çökmeye başladım. Bunun yarattığı panikle kollarımı çırpıp çıkmaya çapaladım. Ama bunun hiçbir faydası yoktu. Daha da dibe batıyordum. Ayaklarım havuzun dibiyle buluştuğunda gözlerimi açtım. Her şey bulanıktı ve havuzu aydınlatan ışık nokta şeklinde görünüyordu. Her yer suyla kaplıydı. Tutunacak bir şey yoktu. Kendimi çekebileceğim bir şey de bulamamıştım. Nefes alamayışım çırpınışlarımı arttırdı. Birden tüm bedenimi kaplayan panik şiddetli bir sinyal göndermişçesine ayaklarımı kollarımı çırpmaya başladım. Lanet olsun, bu çırpınmaların bir yardımı olmalıydı. Son bir gayretle kendimi yukarı ittim ama yine olmadı. Çıkamıyordum. Nefesim artık tutamıyordum. Ciğerlerim acımaya başlamıştı. Karanlık bana doğru geliyordu ve tüm bedenim uyuşmaya başlamıştı. İyice karanlığa gömülüyordum ki güçlü bir kolun belime dolanıp beni yukarı çektiğini hissettim. Saniyeler sonra su üstüne çıktığımda derin bir nefes aldım. Ve ardından gelen öksürük kriziyle baş etmeye çabaladım. Belime dolanan elin kime ait olduğunu umursamadan kollarımı o sert bedene doladım. Korku ve hıçkırık arası bir ses tonuyla, “Yalvarırım bırakma! N’olur bırakma!” diye çığlık atım. Hıçkırıklarla ağlamaya başladığımda bana daha sıkı sarılan kol ile rahatladım. Kulağıma fısıldanan o şefkatli sesle donup kaldım. “Şştt, buradayım, fındık! Tamam.” İşte bu sesle kendimi rahatlıktan çok güvende hissettim. Beni havuza atanın o olmasına rağmen şimdi kendimi güvende hissediyordum. Beni suya tekrar bırakmayacağından emin olmuş ve kollarımı boynuna daha sıkı dolamıştım. Nefesim yeniden ciğerlerime dolmuş ve kalp atışımı yavaşlatmıştı. Fakat hâlâ titremem geçmemişti. Bu geceyi, bu anıyı hayatımın sonuna kadar unutmayacaktım… Ne bu korkunç olayı unutabilirdim, ne de bunu yaşatanı...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD