"Sadece...73...Gün..."

953 Words
"Ruhun bedeninden çıkmak istediğinde ben yanı başında olacağım..." "Aslında..." dedim ellerimi kaldırıp teslim olurcasına yüzüne bakarken. "...hiç gerek yok. Ne gereği var ki?" diyerek ayağımdaki yeni spor ayakkabılara baktım. "Sonuçta 9 tane asker ile kalıyorum. Break dans falan öğrensem daha çok işime yarar. " Polat yeşil gözlerini üzerimde gezdirip haince gülümsedi sanki. "Bu hareketleri öğrendiğinde break dans da yapabilirsin." Gülerek geri çekildim. "Hayır, teşekkür ederim." demiş bir iki adım atıp kaçmaya çalışmıştım ki elimi tuttuğu gibi kendisine çekti ve sonrasında sertçe çevirip kolumu sırtıma dayadı. "Aa!" Kolumun acısıyla biraz öne eğilmiş, nefes alıp vermeye odaklanmıştım. Ama yapamadım. "X!" diye bağırdım birden bire. Polat kolumu bırakıp öne eğildi ve yüzüme baktı merakla. "X mi?" dediğinde gözlerimi kapattım. Hıçkırmak istemiyordum ama boğazım düğüm düğümdü. Şurada sanki ağlaya ağlaya ölebilirim, şeytanın ağzını beş karış açık bırakabilirdim. Ama olmadı, gözümden bir iki damla yaş düştü ve beni de düşürdü. Dizlerimin üzerine oturduğumda Polat endişeyle önüme geçmiş, sarı pembe saçlarımı geriye atmıştı. "Çok mu acıttım?" dediğinde daha da ağladım. Sebebi bambaşka olan bir şey için yalandan yere ağladım. "Benim ne suçum vardı Polat?" Kızarmış gözlerimi gözlerine diktiğimde yeşil gözlerini kısmış ve biraz geri çekilmişti. "Anlamadım." dedi tedirgince. Histerik bir gülüş oluştu yüzümde. Anlatamadım... Yıllar herkesten bir şeyler alıp götürürdü. Tabii sana karşılığında güzel güzel şeyler de verirdi. Mesela, anılar gibi... Aklının duvarlarına yapışıp kalmış, geçmişin acı fotoğrafları ... Aklının duvarları arasında dolanıp dursanda gördüklerin hep aynı yüzler, yaşananlar ise asla değişemeyecek olan basılmış birkaç poster. Şimdi, ağlaya zırlaya çekildiğim köşemde, kıpkırmızı gözlerimle poz veriyordum. Mutlu musun? Ben de böyle böyle ölüyorum... "Özür dilerim Mina."dedi Polat üzgünce. "Hiç, bir kıza eğitim vermediğim için canını yakmış olabilirim. " dediğinde başımı eğip sessizce iç çektim. Benim de iki elim, iki ayağım, bir yüreğim vardı. Milyonlarca, milyarlarca, insan vardı. Ben, ben neyin günahını ödüyor olabilirdim ki? Şeytanla anlaşma yaptığım için mi? Şeytanla anlaşma yapmadan önceki hayatım sanki çok güzeldi? O olmasa belki de şu an gerçekten gökte bir yıldızdım. Bacaklarımın altından bir el geçti, beni kaldırmış ve nazikçe kucağına almıştı. Yüzüne bile bakmadım. Ellerimi omuzlarına koydum, başımı ise göğsüne yaslayıp düşündüm. Duygu patlaması mıydı şimdi bu? Merdivenleri çıkarken sarsılan bedenim tepki bile vermedi. Travma mı geçiriyordum acaba? Sadece... Kırılmış hissediyorum. Öyle bir kırılmışım ki kendi parçalarıma uzandığımda elimi kesiyordu. Garip ki ben de elimi geri çekmiyordum... En son korktuğum başıma geldi. Koskoca odanın içerisinde, kocaman bir yatağın ortasında, bir başıma kaldım. Bir eğlence uğruna kalbi kırılmış aptal bir kız gibi... Başımı dizlerime koyduğumda göz yaşlarım o kadar hızlı döküldü ki, bu anı dört gözle beklediklerini fark ettim. Onlar da çekip gitmeyi dört gözle beklemişlerdi. Tıpkı benim gibi. Hayatımda kimseye kaba davranmamıştım, sevmediğim milyonlarca şey varken kalkıp da hiç kimsenin aptal düşüncesine "sen gerizekalısın" diyerek atlamamıştım. Kendimce çok çalışmış, kendimce en iyisi olmaya uğraşmıştım. Bazen tırnaklarım kırılana kadar bazense saçlarım yıpranana kadar... Şimdiyse dönüp arkama baktığımda gördüğüm tek şey koskoca bir hiç. Ne elimden tutup kaldırabilecek bir dostum vardı ne de bir yoldaşım. Hep farklıydım, hep ayrıydım. Bazılarının karakteri meseleydi bazılarının kibri. Orta da hep bir mesele vardı ve ben her zaman en iyisini bulmak istedim. En iyi dost. En iyi arkadaş. En iyi... Ve şimdi, sessizce ağlıyorum. Yapayalnız, çirkin bir şekilde. Sırtımı sıvazlayan olmadan, mezarıma aptal bir gül koyacak hiç kimse olmadan. Her zamanki gibi. Aptal çirkin bir kız gibi. Yine de kırık kalbime yediremiyordum işte. "Ben güçsüz değilim, hiçbir aptal beni ağlatamaz, basit biri değilim, ben aptal değilim ki aptalca şeyler için diz çökeyim..." Ne kadar söylersem söyleyeyim, ne kadar inkar edersem edeyim, bir bir dökülmekten vazgeçmiyordu göz yaşlarım. Ve ben de durdurmak istemiyordum artık. İyice kendime çektiğim sıra dizlerimi, odanın kapısı açıldı. Polat'ın ayak sesleri kulağıma iliştiğinde bana yaklaştığını anlamıştım. Adımları biraz çekingen, biraz tedirgin gibiydi. Duraklayıp duruyordu. Küçük bir hıçkırık kaçtı ağzımdan. Yatağın diğer tarafı çöktü. Belimde bir el, sırtımda bir başkasının göğsü, saçlarımın üstünde gezinen birkaç parmak ve tanıdık bir koku... Sıkıca sarıldı, hiçbir şey sormadı. Belki de hiç merak etmedi. Sebebi ne olursa olsun ağlamıştım işte. Ne önemi vardı? "Uyumak ister misin?" dediğinde burnumu çekip başımı dizlerimden ayırdım. "İşin yok muydu?" dedim kesik kesik. Kahverengi gözlerine bakmak adına başımı eğip de yüzüne döndüm. "Yakınlardaydım." diyerek boşverdi. Saçlarımı okşadığında gözlerim daha da doldu. Daha yeni dibi görmemiş miydik? Neyin başa sarışıydı bu? Kaç kere daha dolacak ve kaç kere daha dökülecekti? Kahverengi gözlerine bakıp alt dudağımı sarkıttım. "Ben yalnız kalmaktan hoşlanmıyorum." dediğimde bir tutam saçı özenerek kulağımın arkasına götürdü. "Yalnız değilsin." dedi birden bire. Gözlerimi kırpıştırsam da yılların farkındalığını silip atmak hiç de kolay değildi. "Sen de gidersin. " dedim sessizce. "Belki ben giderim. " Aklımın köşesine sıkışıp kalmış, ölümün yolun sonunda olduğu gerçeği. "Herkes gider. " dedi ve yatağa uzanmadan önce pikeyi açıp beni göğsüne aldı. "Kimi bavulunu alır, kimi kefenini..." dedikten hemen sonra üstümüzü örttü. "...ama sonunda mutlaka herkes gider." "Gidecek olduğumuzu bile bile neden seviyoruz, neden bağ kuruyoruz?" Gülümsedi. Sesim gittikçe kısılmış, garip bir ton almıştı. Varlığının bedenimde yarattığı garip bir huzur vardı. Başımı göğsüne yasladım ve can kulağıyla dinledim. Ağzından düşen her cümleyi tek tek yakaladım ve özenle dizayn ettiğim raflarıma kaldırdım. Beş çayı içerken okur dururdum artık... "Ölecek olduğumuzu bile bile neden nefes alıyoruz?" Sırtımı sıvazlayan eli, saçımı okşayan eli... Uykumu getirmişti. "Bir gün yağmur insanları ıslatmayacak ve o zamana kadar şemsiyeyle gezip yağmurun kıymetini bilmeyen insan, isyan edip ağlayacak. Bunun bir haksızlık olduğunu savunup suçu Tanrı'ya atacak. " Ne anlatıyordu bilmiyorum, ne anlattığının bir önemi var mıydı? Bunu da bilmiyorum. Ama sessiz sessiz, uslu bir kız çocuğu gibi dinliyordum. "Tanrı, bu sefer de yağmuru eski hâline döndürecek. İnsan ise kendisini ıslattığı için yağmura beddualar edecek..." Kaşlarımı çattım. "Anlamadım." dediğimde sırtımı sıvazlayan eli belime geldi. Sıkıca sarılmış ve sanırım o da yorulmuş olacak ki, uyumadan önce derince bir nefes çekmişti. "Öyle ya da böyle. Hiçbir şey bizi memnun etmeyecekti ki zaten. Kafana takma..."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD