"Sadece...69...Gün..."

1077 Words
"Aşk, bir yanık kokusudur..." Elimdeki poğaçadan bir ayı gibi , devasa mı devasa, bir ısırık alırken gözümün önüne gelen sincap ile gözlerimi kocaman kocaman açtım. "Cık cık cık cık, bık bık bık bık...cü cü cü cü..." Ben mi sincabın dikkatini çekiyordum yoksa sincap mı benim dikkatimi çekiyordu? İkimiz bir an bakıştıktan sonra ağzımdaki devasa parçayı olanca gücümle sincaba tükürdüm. "Ye." dedim sırıtarak. Yerdeki poğaça parçasına baktı uzun uzun. Ben de tek kaşımı kaldırıp yüzüne baktım. Yemeyecek miydi cidden? "Bak bulamazsın böylesini . O kaşarlıydı. " dediğim sıra içeriden Onur seslendiğinde ben de dönüp, aralık olan bahçe kapısından içeri, bağırdım. "Az dur! Sincap buldum! Geleceğim birazdan!" Sincap bağırmam ile koşarak tükürdüğüm poğaçayı alıp ormandan aşağı koşmaya başlayınca ben de aceleyle peşine takıldım. "Lan dur! Daha dedikodu yapacaktık!" Sincap atlaya zıplaya geçtiği ağaçlara bakarak elimdeki poğaçadan ufacık bir ısırık aldım. Belki başka sincaplar görürdüm ve onlara verebilirdim. Sessiz sessiz sincabı takip edip, başını kaldırmı ağaç dallarına bakıyordum. Çünkü manyak sincap bir maymun olmalıymış ki daldan dala atlıyordu. En son önüme bakmadığımdan ayağımın kaymasıyla kıç üstü yere düşmem ve uzun bir kısımdan kayarak aşağı inmem bir oldu. Birkaç defa yuvarlanmış ve sırtımı sert bir yere çarpmıştım. "Ananı..." dedim kendi kendime. "...az daha Mel defterimi kendi ellerimle kapatıyordum." dedikten sonra ellerimi yere koyup toprak olmuş poğaçama baktım. "Benim bahtım kara..." Poğaçayı alıp kenara koymak için bir adım atmıştım ki ayağımın altındaki toprak birden bire kaydı. Heyelan! "Hey- lan!" Ayaklarım toprağa batarken toprakla birlikte aşağı sürüklenen bedenimi durdurmak adına can havliyle bir yerlere tutunmak istedim. Ama ellerim bir tek zemine saplanıyordu, zaten beni alıp götüren de oydu! Tırnaklarımın içine dolan toprak ile boğazım yırtılırcasına bir çığlık attım. Bacaklarım toprağın altında ezilirken can havliyle tırnaklarımı daha da batırıyordum toprağa. Bacaklarıma batan ufak taşlar, çalılar ile gözlerim acı ile doldu. En son heyelan durmuş, kendimi yarı toprağa gömülmüş bir hâlde bulmuştum. Canlı canlı gömülmediğim kalmıştı. Ağlamak üzere dolan gözlerimle ellerimi dayayıp toprağın altında kalan bedenimi yukarı çekmeye çalıştım. Kollarıma aşırı yüklendiğim için küçük bir dal gibi tir tir titriyor, biraz daha zorlarsam kırılacak olmalarından korkuyordum. Nefes nefese kendimi sırt üstü yere attım. Hepsi aptal sincap yüzüne olmuştu. Sadece apdal bir sincabı beslemek istediğim için. Saçma hayatına saçma sapan anılar eklemekten kendimi alı koyamadığım gerçeği yüzüme çarparken derince iç çektim. Bacaklarım toprağın ağırlığı ile gittikçe acıyıp uyuştuğunu hissediyordum. Uzun süre burada kalırsam sonuçları pek iyi olmayacaktı ve sol bacağım felaket derecede acıyordu. Kendi kendime çıkmaza düştüğüm gerçeğini kabullenmeme adına düşüncelere daldığım sıra önüme seke seke gelen sincap ile tek kaşım havaya kalktı. Uzunca bakıştık. O bana baktı, ben ona baktım. Bir müddet , nispet yapar gibi, iki ayağının üzerine kalkıp bana tepeden bakış attı. Doğru, kollarım ve kafam hariç bedenimin toprak altında olduğundan boylarımız eşit sayılırdı. Bir müddet daha değişik değişik baktıktan sonra az bir şey yaklaşıp ağzındaki kuru yemişleri önüme tükürmesiyle gözlerimi bir müddet kapattım ve sakinleşmek adına bir iki nefes alıp verdim. "Ya sen intikam mı alıyorsun!?" diye avazım çıktığı kadar bağırdığımda bir iki adım geri gitmiş, aklına bir şey gelmiş gibi geri dönüp yüzüme bakmıştı. Tekrardan ağzından bir şeyler tükürünce çığlık attım. Bu sefer kaçmayıp kuyruğunu sallamıştı. Peze****! Anlamıştı tabii hareket edemediğimi! Gözlerimi öfkeyle gözlerine diktim. "Ulan varya!" dedim yapmayacağını bile bile. "Seni Yiğit'e yakalatıp Sincap şiş yaptırmayan Mina değil. Kuyruğundan çantama süs yapacağım! Şuradan bir çıkayım!" dediğimde azıcık yüzüme doğru yaklaştı. Kaşlarımı çatarak ne yaptığına baktığım sıra toprağın sarı renginin koyu bir kahveye döndüğünü görerek çığlık attım. "Şerefsiz!" Sincabın yüzüne tükürmem ile kaçarak gitmesi bir olmuştu. İ*** işemişti ya! Gelmiş, utanmadan, pişkin pişkin önümde işedi ya! Kafayı yiyeceğim! Sessiz kalıp kafayı dinlemeye çalıştım. Bacaklarım iyice uyuşmaya başlamıştı. Baktım ki böyle olmayacak ellerimle kazmaya başladım. Gövdemden alıp kenara atıp duruyor, kendi düştüğüm çukurdan kendim çıkmaya çalışıyordum. Kolumdaki saatte baktım. Yaklaşık yarım saattir kazmama rağmen sadece etrafmından iki santim falan inmiştim. Çünkü bütün bedenimin etrafını önmek zorunda kalıyordum. Attığım topraklar ise yuvarlanıp geri geliyordu. Ağlamamak için alt dudağımı ısırırken derince nefes aldım. "Allah'ım depremde çişini içip hayatta kalan kadın gibi anılmak istemiyorum. Hızlıca ölemiyor muyuz?" Kafamı geriye atıp en son akan göz yaşım ile burnumu çekmiştim ki bir ses duydum. Anında fal taşı gibi açılan gözlerim sesin geldi yöne döndü. Yaban domuzu ise sıçtık, Çinli ise çifte sıçtık. Umarım hiçbiridir. Sincap gelsin bari, o bile kabulüm... Telaşla nefes alıp verdiğim sıra birini gördüm. İnsandı. Onur'a falan benzemiyordu ama üzerine beyaz tişört ve mavi gömlek vardı. Gömleğin düğmelerini kapatmamış, esmer tenli, eli yüzü düzgün biriydi. Sadece gözleri çekikti. Gergince yumruklarımı sıktığım sıra Mimi'ye uzandım. "Mimi." dedim fısıltıyla. "Bu arkadaş Çinli midir?" dediğimde Mimi'nin ekranında garip bir sembol çıktı. Sembol mavi bir kabloya benziyordu. Beyaz bir ışık mavi kablo üzerinde gidiyor, bazı yerlerde sarı bazı yerlerde kırmızıya dönüyordu. "Yakınlarınızdaki elektronik cihazlar taranıyor Mina." Ben ona bakarken, o da dik dik bana bakıyordu. Ne ben konuşuyordum ne de o konuşmaya tenezzül ediyordu. Garip bir bakışma geçiyordu aramızda. "Cep telefonu hacklendi. Kendisi 26 yaşında ve Endonezyalı. E-posta ve sosyal medyasında ismi Awan olarak kaydedilmiş. Bilgisayar mühendisliği okumuş , bir sene hazırlık okumuş. Telefonunun son konum bilgilerine göre, stabil kaldığı yer, çok yakın. Evi yakınlarda olmalı." Derince bir nefes aldım. Çinli değil... "Hello! Can you help me?" (Merhaba! Yardım edebilir misin?) En son derince nefes alıp verdimç "Please..."(Lütfen...) Dolu dolu gözlerimle gözlerine baktığımda kahverengi gözleri etrafta gezindi. Tedirgin bir ifadeyle önce bana sonra battığım yere baktı. Sessizce arkasını dönüp yürümeye başladığında peşi sıra sıra bağırdım. "No! Don't go!" (Hayır! Gitme!) Onun gidişi ile kafama geçen güneş gözlerimin kısılmasına sebep oldu. Saatlerce öylece durdum. Artık ellerimle başımın üstünü kapatmak bir işe yaramıyordu. Sıcak beynimi düdüklü tenceredeki et gibi pişirmişti. Nefeslerin gittikçe ağırlaşmış, yavaşlamıştı. Yüzümden artık ter akıp akıp damlıyordu. Susuzluktan ise dudaklarım çoktan kurumuş, acımaya başlamıştı. Çünkü saatlerdir burada, cehennemden bozma bir güneşin altındaydım... Gözlerimin kararmaya başladığı sıra birkaç ayak sesi ve çıtırtı duydum. Bir umuttur, kaldırdım başımı ve gözlerimi kalan son gücüm ile açtım. Elindeki şemsiyeyi başıma tutan adam diz çökmüş, kahverengi gözlerini gözlerime dikmişti. "I am so sorry, I'm late." (Çok üzgünüm, geç kaldım.) dedikten sonra şemşiyeyi toprağa saplamış ve getirdiği büyük çantanın içerisinden bir su şişesi çıkarmıştı. Baygın bakışlarımı suya diktim. Ellerimi uzatıp içmek istesem bile ellerimi bile hareket ettirecek gücüm kalmamıştı. Çenemi tutup hafifçe havaya kaldırdı ve birkaç yudum su içememe yardım etti. Eline de biraz dökmüş ve yüzüme biraz su vurup kendime gelmem adına yardımcı olmaya çalışmıştı. Büyük çantanın içinden bir de kürek çıkartıp ayağa kalktığında merakla yüzüne baktım. "Don't be afraid. I will save you." ( Korkma. Seni kurtaracağım) dediğinde başımı sallayıp bedenimi serbest bıraktım. Gerisi yorgun bir ben ve sessiz bir karanlık...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD