"Sadece...63...Gün..."

1059 Words
"Dibe battıkça hiçbir şeyin nefes kadar değerli olmadığını anlayacaksın..." Çamurlu suyun vücudumdaki bütün ısıyı emmesi nedeniyle tirtir titrerken buldum kendimi. Kulağım ayrı çınlıyor, kolumdaki saat durmadan ötüp duruyordu. "Dıt! Dıt! Dıt!" Nefes alışverişlerim o kadar yavaşlamıştı ki kendi kendime nefes alıp verdim mi diye düşünüyordum. Ölüyor muyum? Daha yarısına bile gelmedim ki. Böyle ölemem. "Yardım sinyali gönderiliyor..." Saatten gelen saçma sapan sesler, anlamsız kelimeler zihnimde dönüp dururken donduğunu düşündüğüm parmaklarımı kıpırdattım. Bayılıp kaldığım bu çamurdan çıkmazsam bu sefer asla kurtulamazdım. Tırnaklarımı çamura saplayıp nefesimi tuttum ve uyuşmuş bedenimi yukarı çekmeye çalıştım. Kolumdaki saat o kadar yüksek bir ses ile ötüyordu ki kaşlarımı çatmama sebep olmuştu. Soğuktan uyumuş, sakat bacağımı kırıp elimi uzatmıştım ki biri tuttu. Benim aksime sımsıcak elleri olan, güçlü biri. Umutla açtığım gözlerim Yiğit'in koyu kahve gözleriyle kesiştiğinde yüzümde yorgun bir gülümseme oldu. "Mina?" dedi bir elini çamur içindeki yüzüme koyarken. Cevap veremedim. Garip bir mırıltı çıktı ağzımdan. Böyle ağlamak istediğimi belli eden, acı dolu bir mırıltı. Kolumdaki saat daha da garip sesler çıkartmaya başladığı sıra Yiğit aceleyle bileğimi kavramış , saate bakmıştı sanırım. Başım geriye düşerken elini enseme atıp dik tutmaya çalıştı. "Uyuma Mina. Tamam mı? Uyuma!" diye bağırdı var gücüyle. Gözlerim ben ne kadar açmak istersem inatla bir o kadar kapanmak için direniyordu. Tekrardan acı dolu bir mırıltı çıktı dudaklarımdan. Canım acıyordu... Uyuşukluk hissi gariptir ki canımı acıtıyordu. Ha kapandı ha kapanacak olan gözlerimin içine bakan Yiğit ince ince anlattı. "Şimdi seni çok yakın bir sığınağa götüreceğim." dedikten sonra telaşlı bir ifadeyle önce sağına sonra soluna bakıp belime uzandı. "Benimle konuşmaya çalış!" Üzerindeki ceketi hızlıca çıkartıp gelişi güzel üzerime koydu. Bedenim bir çuval gibi geriye düşerken o belimden tutmuş, beni nazikçe kucağına almıştı. Koşuyordu? Bilmiyorum, giderek gözlerim kapanıyordu sadece... Sarkan ellerimden dolayı parmak uçlarım sızlıyordu. Attığı her adımın ardından sakat bacağım acıyor, ağrıyan başım resmen çatlayacak gibi oluyordu. En son baktım olmuyor, bayılayım, dedim... . . . Garip birkaç çıtırdı, saatin konuşup durması üzerine zar zor alıp verdiğim nefes yüzünden ciğerlerim sanki ağrıyordu. Biri elimi tutmuş, sıcacık parmaklarıyla bileklerime ve avcuma masaj yapıyordu. O kadar iyi hissettiriyorduki sanki spaya gitmişim, saatlerdir masaj yaptırıyormuşum gibi. "Aptal." dedi biri. Yiğit'in sesine benziyordu. Doğru, en son gördüğüm oydu. Çamur dolu bir bataklığa, yanıma gelmişti. "O kadar uyardım." diye bir kez daha sitem etti. Hiçbir tepki veremiyordum. Uyuşmuş olan bedenime eşlik eden uyuşuk da bir beynim vardı. "Bir de uyarmasaydım ne oldurdu acaba?" Göz kapaklarımın kapalı oluşuyla karanlık olan etrafa Yiğit'in asık suratı geldi. Hayali bile komikti , şu durumumda bile. "Kaç yıllık askerim, ben böyle aksiyon görmedim. Uçaktan atlamış, yaban domuzundan kaçmış, Çinliler kovalamış, koluna Ben Ten'den bozma bir saat yapışmış, tırnaklarındaki aptal güller sihirli bir şekilde siyaha dönmüş..." kendi kendine sayıp sayıştırıyor, konuştukça sesinin tonundaki sinir hat safhaya çıkıyordu. "Ortlama kalp atış hızı 78, kan basıncı stabil..." Mimi tekrardan konuşmaya başlayınca Yiğit sinirle bağırdı. "Bir sus!" Eğer ki bedenim uyuşmasaydı ve beynim tam olarak işlevlerini yerine getirebilseydi iki metre havaya uçar bir düşerdim. "Sabahtan beri rapor verip duruyorsun. Nesin sen? Doktor Robot Saat mi?" Yiğit'in böyle saçma konuşabileceği kimin aklına gelirdi? Her zaman dikdatör bir duruşu, yıkılmaz bakışları vardı. Boş cümle kuracak birine hiç benzemiyordu. Hatta bazen eksik bile konuşuyordu. "Sadece ters bir durum olduğunda konuş." dedikten sonra eli avuç içlerimden bileğime doğru çıktı. Dirseğime doğru masaj yaparak ilerlerken karnım kıpır kıpır olmuştu. Sanırım kendime geliyordum. Elleri tenimden uzaklaştıktan hemen sonra kafamdaki, varlığından bi'haber olduğum, ıslak bezi aldı. Gelen su seslerinden ıslak ama bir o kadar yumuşak bir şey yüzümde gezindi. Alnımı, yanaklarımı, burnumu , çenemi... Aheste aheste gezindi. Arkasından iste tatlı bir serinlik bıraktı. Garip bir ürperti geçince gözlerimi kırpıştırdım. Tüh...daha çok kendi kendine konuşsun ve ben de dinleyeyim istiyordum. "Mina?" dedi eski ciddi , soğuk, mesafeli, sinir bozucu sesiyle. "Hı..." dedim ben de memnuniyetsiz bir tavırla. Gözleri açmamıştım bile. "İyi misin?" dediğinde gözlerimi açıp 'salak mısın?' der gibi bakmak için nelerimi vermezdim... Ama kahrolası bedenim tepki veremiyordu. Donmak üzere olduğumdandı sanırım. Vücudumun fiziksel yorgunluğu zihinsel yorgunluğumun da üstüne çıkmıştı. "Hııı..." diye konuşmaya, sesimi yükseltmeye çalışmam tam bir aptallıktı. Şişmiş boğazım yüzünden gözlerimden yaşlar akana kadar öksürmek zorunda kalmıştım. Yiğit, elini çıplak omzuma koyup yattığım yerden sola doğru döndürdü. Defalarca öksürürken aklıma garip bir detay takıldı. Çıplak omzum? Bir saattir açmaya çalışıp da açamadığım gözüm fal taşı gibi açıldığında Yiğit ile bakıştık. Kaşlarını çatarak neye böyle bir tepki verdiğimi anlamaya çalıştı. Gözlerim üzerime serilmiş, uyku tulumuna ve hafifçe gözüken omuzlarıma kaydı. Sanırım şaşkınlık ve utançtan tekrar bayılacağım. Kendimi geri attığımda saatim tekrardan bağırmaya başladı. "Kalp atış hızı 103! Kalp atı- 109-125, tansiyon dünya sağlık..." Yiğit telaşla ensemi tutup yüzümü yüzüne çevirdi. "Mina!" derken bir eliyle yanağımı tutmuş sallıyor, telaş içerisinde bakıyordu suratıma. Püü, seni pis sapık... İki dakika baygın kaldık beni Adana kebap yapmışsın... Çenemi tutan Yiğit yüzünü yüzüme yaklaştırınca nefesimi tuttum. "Kendine gel Mina. Hadi." derken saçlarımı özenle geriye tarıyor, sıcak kahve gözlerindeki endişeyi üzerime döküyordu. Yavaşça gözlerimi açıp kapattım. O saçlarımı okşadıkça ağrıyan başım sanki daha iyi oluyordu. Başımı hafifçe geriye attım ve ensemi tutan eline yasladım. O ise yanı başımda, sessiz sessiz, usulca saçlarımı okşuyordu. "Konuşamıyor musun?" dedi birden bire. Boğazım şişmişti sanırım. Nefes alırken bile acıyordu. Gözümü uzunca kapatıp açtım, anlamıştı onu onayladığımı. "Canın acıyor mu?" dediğinde gözümü daha uzun kapattım. Ölüyorum sanki... "Su ister misin?" dediğinde kaşlarımı havaya kaldırdım. "Başka bir şey?" Tekrardan havaya kaldırdım. Sadece saçlarımı okşa ve gözlerime bak. İyi ki konuşamıyordum şu an. Eğer konuşsaydım kesin bir aptallık ederdim. Ortalığı karıştırabileceğime hiç şüphe yoktu zaten. Yüzümü biraz daha geriye attım ve daha da okşaması için saçlarımı, başımı bastırdım elime. Ufak, belli belirsiz bir gülüş geçti sanki yüzünden. Mimi herşeyin stabil olduğuna dair bir rapor daha verdiğinde Yiğit bu sefer ciddi ciddi gülümsedi. Gözlerini kaçırdı, başını eğdi ve yüzüme bakmadan saçlarımı okşamaya devam etti. Gözlerimi kapattım. Görsün istemiyordum dolmuş gözlerimi. Bir ben değildim. Bir tek benim başıma gelmemişti bu felaket. Dünyadaki zavallı , yapayalnız bir tek ben değildim işte. Dolsun istemedim. Bedenim böylesine acı çekerken ruhumun tekrardan baskın gelmesini istemedim. Ama yine beceremedim. An kollar gibi doldu hemen gözlerim. Nefes almak için araladığım dudaklarım yüzünden damağım hafif hafif kurumaya başlamıştı. Birkaç damla yaş, arsızca elmacık kemiklerimden kulağıma doğru aktı. Bir zamanlar babam gibi, her gece yatağa yatırıp saçlarımı okşayan babam gibi, okşamıştı saçlarımı. Bu küçücük anılar arada bir aklıma geldikçe ölmek aslında o kadar da korkunç gelmiyordu gözüme. Derin, sessiz, huzur dolu bir uyku...beni kucağına çekerken çenemden burnuma doğru sıcak bir hava geldi. Ne olduğunu kavrayamadan uykuya teslim oldum.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD