"Sadece...87...Gün..."

997 Words
"Kırmızıyı sev küçük kız, kırmızı can verdiği gibi alan bir renktir..." Ellerimi saçlarımın arasından geçirip nefes aldım. X beyimiz geceyi geçireceğimiz bir yer bulmamız gerek, dedikten sonra bir mağara adamı olduğunu kanıtlayarak bizi bir mağaraya getirmişti. Sonrasında ise geceyi ateş başında zar zor geçirdik. Hiç uyumamıştım ve artık beynimin içinde bir tank su varmış gibi hissediyordum. Kafamı ne tarafa yatırsam o tarafa çullanıyordu su. Sessizce sopanın ucunu sönmeye başlayan ateşe tuttum. Yağmur nedeniyle eskisi kadar sıcak da değildi. Yavaş yavaş gözlerim kapanmaya başlarken duyduğum ayak sesleriyle hızla ayaklandım ve sopayı bir kılıç gibi tuttum. "Benim, sakin ol." diyerek sırtında koca bir çanta ile yanıma geldi ve oturdu. "Ekipman getirdim." dediğinde kaşlarım havaya kalktı. "Nereden buldun?" Merakla sırtındaki yeni kamp çantasına baktığımda göz ucuyla bana bakıp çantanın kenarından bir termos çıkarttı. Gözlerim parlarken hızlıca elinden alıp kafama diktim. O ise çantasını açmıştı. Mağaranın içine diğerinden bir tık büyük bir çadır kurmuş, iki tane uyku tulumu çıkarmıştı. Bir de silindir şeklini alabilen bir sandalye vardı. Hevesle ona yardım etmeye başladım. Çadırı güzelce kurduk, tulumları içine yerleştirdik. Küçük bir paket içerisinden konserve yemek çıkarttık. O ateşi tekrardan tutuştururken ben sandalyeyi açıp oturdum. Sonunda koçum rahat bir yere değdi. "Böyle yürüyen gizem gibisin. " dedikten sonra göz devirdim. "Ne işiniz var acaba Endonezya'da?" dediğimde ateş başında durup bana baktı. "Daha ne kadar salak ayağına yatayım? Çinliler beni Karadeniz'de de böyle arayamaz herhalde. " diyerek pembe saçlarımı geriye attım. "Görevini falan merak etmiyorum. Tek derdim bu çukurdan nasıl çıkacağım. " Konservelerden birini açıp ateşe tuttu. "Soru sormazsan senin için daha güvenli olur." Klasik ajan sözü. "Ne kadar az bilgi, o kadar çok emniyet." diyerek göz devirdim. "Zaten şunun şurasında..." Ellerimi uzatıp siyaha dönmüş güllere baktım. "Seksen küsür günüm kalmış. Bilsem kaç yazar?" "Bazen uzaylı falan olduğunu düşünüyorum." diyerek bir itirafta bulunduğunda saçlarımı bir kez daha geriye atıp gülümsedim. "Çok güzelim değil mi?" dedim kendimden emin bir şekilde. "Hayır, çok garipsin. Aynı dili konuşuyoruz, söylediğin her kelimenin anlamını biliyorum ama yan yana getirince pek de mantıklı cümleler çıkmıyor." Gözlerim ateşin kızıllığına kaydı. "Matematik gibi." dedim dalgınca. "Rakamları ve işaretleri biliyorsun ama yan yana gelip de bir anlam oluşturduğunda anlamıyorsun. Çünkü konuyu bilmiyorsun." Ellerimi enseme götürüp saçlarımın pembe kısımlarını kaşıdım. "Önce anlaman gerek, tek tek çalışman ve soruyu kendin çözmen..." Elindeki konserveyi bana uzattığında gözlerimi gözlerine çevirdim. Ateşin kızıl ışığı kahverengi gözlerinden yansıyordu. Bana kötü birkaç anıyı hatırlattı. "Hiç, aynı şeye, sonuna kadar ihtiyaç duyduğun ama deli gibi korktuğun oldu mu?" Gözlerimi kapatınca bu sefer kızıl ışık yüzünde gezindi. Gergince gülümsedim. "Olmamıştır tabii..." Kilimin üzerindeki çantadan kaşık alıp barbunyaya daldırmıştım ki umulmadık bir cevap geldi. "Yaşamaktan." Kaşığım konservenin içinde kalakalırken başımı kaldırıp gözlerine baktım. "Ne?" Uzunca gözlerime baktıktan sonra, sanki hakkımdaki gerçeği bilip de alay eder gibi, sözlerine devam etti. "Yaşamaya sonuna kadar ihtiyaç duyuyorum ama yaşayacaklarımdan da deli gibi korkuyorum..." Alt dudağımı ısırıp titreyen çenemi durdurmaya çalıştım. Konservedeki kaşığımı hareket ettirip bir kaşık yemek aldım. "Şu ana kadar...hem ihtiyaç duyup hem korktuğum şeyin sen olduğunu sanıyordum." derken yüzüme baktığını hissediyordum. Yine de bakmadım yüzüne. Gözlerim hemen kızarmıştır. Burnumu çekip ağzıma soktum kaşığı. Gereksiz bir iştah ile yerken biraz öne eğildi ve göz göze gelmeye çalıştı. Bakmadım. "Benden?" İkinci kaşığıma uzandığım sıra nasırlı eli elimi tuttu. Aptal göz yaşlarım bir bir düşmeye başladığında sıkıntıyla nefes aldım. "Neden ağlıyorsun?" dedi gergince. Anlatsam anlar mıydı? Ya da inanır mıydı? Cinlenmiş falan deyip ormanın ortasına atar mıydı? Belki de şeytan anlaşmadan bir başkasına bahsettiğim için beni çok daha erken öldürürdü? "Neden ağlamayayım?" dedim gözlerine bakarken. "Annem yok, babam yok... Bir ev, bir araba için yıllarca çalıştım. Şimdi tam başardık derken neredeyim? Ben de korkuyorum. Artık yaşamaktan, yaşayacaklarımdan deli gibi korkuyorum ama ne var biliyor musun?" Sözlerimin peşi sıra gergince elini elimden çekince önce eline sonra boşta kalmış ellerime baktım. "Korkunç şeyler yaşayacağımı bile bile... yaşamak istiyorum." Kaşlarını çatmış, yüzüme anlamlandıramadığı bir ifadeyle bakmıştı. "Saçlarım beyazlayana kadar, derim buruş buruş oluncaya kadar, sesim titreyene kadar yaşamak istiyorum. Sonuna kadar istiyorum." dedikten sonra kaşığı tutan elimdeki güllere baktım. "Ama aptal bir kız çocuğu iken bunun böylesine zor olacağını düşünemedim- ki ben asla aptal bir kız çocuğu değildim..." Gülerek geriye yaslandı. "Merak etme, seni Türkiye'ye sağ salim yollayacağım." dedi. Yüzündeki kendinden emin ifade yutkunmama sebep oldu. "Ekibin en iyi elemanından birinin yanındasın. Burada başına bir şey gelmez." dediğinde ateşin kızıl ışığı kahverengi gözlerinde tekrardan parladı. Bir bilse, başıma gelen en kötü şeyin kendisi olduğunu? "Burada ölmezsem? Türkiye'de de ölmem değil mi?" dedim yan bir gülüş atarak. "O kadar görüp geçirdikten sonra çok koyar Türkiye'de ölmek..." Tek kaşını kaldırıp dikkatle gözlerime baktı. Sanki ne düşündüğümü anlamaya çalışır bir hâli vardı. "Ölümcül bir hastalığın mı var? Neden ölümden bu kadar çok bahsediyorsun?" Konserveyi yere bırakıp güldüm. "Evet." dedim boğazımı temizleyip. "Ölümcül bir hastalığım var." kaşlarını çatarken oturuşunu dikleştirdi. "İsmi Rosessdun..." Ne güzel sallıyorum ya, maşallah..."...kafamın içinde kıpkırmızı bir gül var. Yeşermesi, toprağa tutunması, gonca olması yıllarını almış bir gül. Sabırla açmayı beklemiş, gonca olarak yağmurda rüzgarda beklemiş. Şimdi tüm güzelliğini gösterircesine açılmışken güneş tarafından terk edilmiş. Yüz yapraklı devasa bir gül. Her gün bir yaprağını düşürüyor... Yıllarca büyüyüp açmaya çalıştı ve şimdi yıllarını sadece 100 güne sığdırmaya çalışıyor..." Gözlerini devirip ayağa kalktı. "Başta ciddiye alıp dinlediğim için, hayatımda ilk kez kendimden utanıyorum." diyerek kalkıp gittiğinde gözlerim ateşe takıldı. Başta ciddiye alıp da dinlemediğim için ben de kendimle gurur duyuyorum... Elimin tersiyle yemeği ittirdim ve çadıra girip kendimi uyku tulumunun içine attım. Alışamıyordum, zaten alışırsam anormal olur gibiydi. Ben buna nasıl alışabilirim? Hatta yeni yeni anlıyorum. İnsanların neden ölecekleri tarihleri bilmemelerindeki sebebi. Korkunçtu! Dehşet vericiydi. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Elimi nereye atsam "aman zaten öleceğim" deyip bırakasım vardı. Kaçamıyordum da... En kötüsü bir ayı kadar sapasağlamdım. Bu da demek oluyor ki bir hastalıktan falan ölmeyecektim. Ya cidden şeytan beni bizzat gelip alacaktı yada bir kazaya kurban gidecektim. İkisi de tüyler ürpertici ama kaza fikri daha mı iyi? Ölüm şeklimi tercih bile edemiyorum. Gözlerimi kapattım, ellerimi tişörtümün içinden karnıma koydum ve burnumu çektim. Bu gözlerimden ölüm adına düşen son gözyaşlarım. Ölüm güzel şey; Budur perde ardından haber... Hiç güzel olmasaydı; Ölür müydü Peygamber?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD