"Sadece...99...Gün"

1055 Words
Tam dereden çıkmış yukarıya doğru koşarken ayağıma batan birkaç dal ile çığlık attım. Ya benim ayaklarım ne kadar değerli bir bilen var mı!? Sahnede lazım oluyor bunlar bana! "Ya ama var ya sıçarım böyle vaziyete!" dizlerimin üstüne çöküp emekleyerek yukarı tırmanmaya çalıştım. Ayaklarıma, ıslak olduğundan dolayı, kurumuş yaprak, toprak moprak her şey yapışmıştı. "Ulan can alan Azrail değil miydi? Şerefsiz Şeyta..." derken öksürdüm. "...başıma daha da bela almayayım..." Bir dalın ucunu tutmuş bedenimi yukarı doğru çekerken arkamdan gelen ayak sesleriyle telaşla dönüp arkaya baktım. Dereden bir hayvan gibi geçen adamın çıkardığı ses gözlerimi büyütmeme sebep oldu. "Gelme lan, gelme!" dedim çığlık çığlığa. Ağlaya zırlaya kendimi yukarı çekerken adamın arkamdan gelip de beni izlemeye başlaması sinirlerimi daha da bozdu. Alay ediyordu sanki. "Show must go on, yani?"(Show devam etmeli, yani?) dedim sinirle arkamı dönüp. "I'm really really curious abouth something." (Ben, gerçekten ama gerçekten bir şeyi çok merak ediyorum.) diyerek tırmanmaya çalıştığım yerden ona baktı. "What are you doing in the forest? Are you crazy? Or you escape the from hmm...polic? Or, you are soldier, killer, serial killer... Allah Allah...bunun sonu hiç iyi yerlere gitmiyor..."(Ormanda ne yapıyorsun? Deli misin? Ya da polisten mi kaçıyorsun? Ya da...asker misin, katil, seri katil?... Allah Allah...bunun sonu hiç iyi yerlere gitmiyor...) Tutunmaya çalıştığım sıra bana doğru bir adım atıp siyah eldivenli ellerini uzatınca dala bir koala gibi yapıştım. "No! Don't touch me!" (Hayır! Dokunma bana!) Ağlaya zırlaya bağırırken belimi tutmasıyla çıplak ayaklarım ile karnına karnına vurmaya çalıştım. "I will f*ck you fourty one times!" (Seni kırk bir kere s***ceğim!) Birden bire gelen kısık gülüş sesiyle ayaklarımı serbest bırakıp arkadamdaki adama baktım. "Gülüyor musun sen?" diyerek kaşlarımı çatmıştım ki bir bebekmişim gibi belimden tuttu ve beni kucağına aldı. Anlık şok geçiriyor olacağım ki hiçbir tepki verememiştim. Ellerimi omuzlarına koymuş, maskesinden sadece gözlerini görebildiğim için pür dikkat gözlerine bakmıştım. Gözleri gülümsediğinden kısılıyor olabilir miydi? Bu gözleri ben bir yerde görmüştüm sanki... Kaşlarımı çatıp baldırlarımdan tutarak beni kucağında taşıyan adama baktım. Ben bu yüzü vallahi de billahi de gördüm. Tekrardan dereye siyah uzun çizmeleri ile girdi ve kucağında cidden bir bebek taşır gibi taşıdı beni. Aşırı gelişmiş, beyin yoksunu bir bebek... Çimenlerin olduğu kısma beni oturttuğunda burnumu çekip dikkatle yüzüne baktım. Tamam beni öldürmeyecek. Yani, şu an çok kibar davranıyor. Tipine zıt bir şekilde... Ellerimle dağılmış sarı saçlarımı geriye attığımda gözleri saçlarımın pembe kısımlarına gittirdi. "Do you like it?" (Beğendin mi?) diyerek gülümsedim ve saçlarımı öne aldım. "I love them."( Onları çok seviyorum.) diyerek saçlarıma bakıp duygusallaştım. "Öleceğim burada...bari dip boyam gelmese..." Zaten ölecek olmamın gerçekliğini kabul etmeyen beynim saçma sapan şeyler söyletip duruyordu dilime. Kabullenemiyordum. El kadar bir çocukken ben neyin anlaşmasını yapmış olabilirim ki? "Did you see any devil?"(Hiç şeytan gördün mü?) alt dudağımı sarkıtıp sırt çantasını çıkarışını izledim. "I saw..."(Ben gördüm.) gözlerimi bir an bile üstün ayırmıyor, en ufak yanlışında topuğumu alnına vurmayı planlıyordum. "He said: I will die..."(O dedi ki: ölecekmişim...) gözlerime bir an kısa bir bakış attı. Yutkundum. Bu adam beni tek parmağıyla tokat manyağı eder gibi. "Everybody dies..."(Herkes ölür...) Ellerimi toprağa yasladım ve ayaklarımı bir tişört ile kurulayan adama baktım. Vay be Mina, Allah'ın ormanında bile kendine bakacak bir adam buldun. Helal sana... "But he is...devil...and he..." (Ama o...şeytan ve o...) dediğim sıra başını sağ omzuna yatırıp çantasından küçük birkaç bant çıkarttı. "Don't ve ridiculous."(Saçmalama.) dedikten sonra ayağımı altındaki birkaç yaraya bant yapıştırdı. "Everybody is a devil."(Herkes birer şeytan.) dediğinde aklım kâbus sandığım anılara kaydı. "Olmaz öyle şey ya." dedim kendi kendime."Dünyadaki son iyi insan ben olamam. Saçmalık, ışık varsa karanlıkta var, kötü diye bir şey varsa iyi diye bir şey de var." sinirle havaya üfledim. "Var ya el kadar çocuğu kandırıp da ona bu işkenceyi ettin ya şeytan! Adının hakkını veriyorsun, aferim..." Sinirle kendimi yere bırakıp ağaç yapraklarının arkasında kalan gökyüzünü izledim. "Peki madem öleceğim sen ne alaka? He, ne alaka yani sen? Azrail ne güne duruyor? Adamı işinden mi etmeye çalışıyorsun?" dedikten bir an sonra kaşlarım çatıldı. "Bekle! Ben zaten Azrail'i o gün görecektik ve sen aslında anlaşma ayağına beni kandırdın!" diye bağırdım işaret parmağımı gökyüzüne tutarak. "Ulan sen çok fenasın...sen bayağı bayağı fenasın!" ellerimi başımın altına koyarken dikkatlice düşündüm. Zaten şu gerizekalı bir bok anlamıyordu. "Şimdi, hiç yakıştı mı? Allah aşkına? Yani el kadar çocuk? Tamam, çok zekiyim orası ayrı da yani yakışmadı biraderim. Ne güzel muhabbet ediyorduk bıraksan ben o gece..." derken boğazım kurudu birden bire. "...o gece..." gözlerimin önüne gelen karanlık gece, deli gibi rüzgarın estiği çatı... Bedenim sanki aynı rüzgarı hissetmişcesine titrerken ellerimi yumruk yapıp gözlerimi kapattım. "... ya off!" dedim sinirle. "Bıraksaydın çocuk aklımla ne güzel gg(good Game, güle güle vb.) olmuştum. Yaşam oyununu bitirmiş, lobide annemlerle muhabbet ediyordum." diyerek kafamı sertçe ellerime vurmuştum ki ayağımın acımasıyla çığlık atarak doğruldum. "What the f*ck you doing!? That's was hurt!"(Ne yapıyorsun? Acıttı!) Ayağımı sarmış, bileğime kadar getirmişti. Sinirle ayak bileğimi tutmuş ki siyah kıyafetinde küçük kırmızı bir kısım dikkatimi çekti. Kaşlarımı çatarak elimi omzuna koyduğumda geri çekilmeye çalıştı. "Hop hop, dur bir dakika birader..." diyerek omuzlarını tuttuğum gibi kendime çektim. Ya bir de saklamaya çalışıyor it! "Ya pardon da Şeref siz misiniz, beyefendi?" dedim tüm öfkemle. "İki saattir burda A1 mi B1 ne bok olduğunu bilmediğim İngilizcem ile dil döküyorum! Bir de omuzundaki Türk bayrağını saklıyorsun?!" diye bağırdım. "Konuşmama izin vermediniz." dediğinde yüzümde şaşkın bir gülüş oldu. "Şaka mısın sen? Alnıma silah dayadın, ve ben dereden geçerken 'dur' yerine 'stop' dedin." dedikten sonra elimi alnıma götürdüm. "He demek 'se 41 kere s**eceğim' dediğimde ondan güldün." dediğimde hafif ağır bir gülüş sesi geldi. Sanki güldüğünü belli etmeyeye çalışır gibi. "Gülme len! İki saattir burada öleceğim diye ağlıyorum, sen gelmiş dalga geçiyorsun." dedikten sonra doğruldum. "Neyse, beni tanımış olmalısın. Burada Türk olduğuna göre de Türkiye'deyiz." diyerek ellerimi çırptım. "Ünlü olmak kolay değil." diyerek pembe saçlarımı geriye atıp doğruldum. "Beni eve bırakırsan çok sevinirim." dediğim sıra hiç yerinden oynamadı. "Duymadın mı?" "Görevdeyim ve şu anki konumumu gizlilik politikası altında söyleyemem." dediğinde kaşlarımı çattım. "Şaka mısın, ben eve nasıl döneceğim? Ödül almaya gidiyordum Çin'e ama Çinliler beni ödül olarak öldürmek istiyorlarmış. Jetten falan atladım, düştüm buraya." dediğimde kafasını yana eğip yüzüme baktı. "Vallahi lan! Allah Kur'an çarpsın!" Benden uzaklaştığı sıra sinirle ellerimi açtım. "Ya başka nasıl gelebilirim ben buraya!?" diye bağırırken elimi boğazına atması ve yüzündeki maskeyi çıkartması bir oldu... Gözlerine kilitli kalan gözlerimden sonra kalbim durdu sanki. "Sen..." dedim işaret parmağımı yüzüne tutarak. Nefesim nefesim kesik kesik çıkmaya çalışırken ani bir kriz geçiriyor gibiydim. "Sen...osun..."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD