"Sadece...76...Gün..."

1054 Words
"Alışmak zor olmalı, gününü aydınlatan güneş sana ölümünü hatırlatmalı..." Yataktan kalkmış, elimi yüzümü yıkamış ve kapımın önüne gelmiştim. Çıkmadan önce bir kez daha esnedim. Kapıyı açtığım sıra alnıma gelmek üzere olan yumruk ile refleksen geri çekildim. "Günaydın." dedi Güray sırıtarak. "Günaydın." dediğim sıra koridordan geçen Yiğit ile göz göze geldik. Tam ona da günaydın diyecekken ellerini ceplerine sokmuş, yüz çevirip gitmişti. Şaşkınca arkasından baktım. "Tersinden mi kalktı?" dediğimde Güray kafasını eğip giden Yiğit'e baktı. "Ozan mı?" demişti merakla. İkinci isminin verdiği garip hisle kaşlarımı çatarken o gülümsedi. "Her zamanki hâli. Pek konuşmaz, pek gülmez, sessiz biri. Belki de takım lideri olduğundan dolayıdır." diyerek omuz silktiğinde sırıtarak yüzüne baktım. "Hop, ağzından bir bilgi daha çaldım." Güray kaşlarını çatarak geri çekildiğinde yüzündeki dumura uğramış ifade gülmeme sebep oldu. "Cidden çaldın..." Pembe saçlarımı geriye atıp yan bir bakış attım. "Ne sandın?" Gülerek merdivenleri inerken Mahmut da bize katılmış ve muhabbetimize ortak olmuştu. "Kahvaltı hazır!" Mutfaktan gelen bağırış ile ellerimi çırpıp heyecanla masaya koştum. Kapı girişinde önüme bakmadığımdan dolayı birinin taş gibi sırtına kafayı gömmüş, sonrasından ise geri düşmüştüm. Kıçım yere çarpmadan önce bir çift kol belime sarılmış ve hızlıca yukarıya kaldırmıştı. Panikle açılan gözlerim önce beni kurtaran Polat'ın yeşil gözlerine kaymış, sonrasında ise arkasını dönüp bana bakan Yiğit'e... "Sırtında amma sertmiş." dedim Polat'ın ellerini tutup belimden çekerken. "İnsana mı çarptık duvara mı belli değil." diyerek saçımı başımı düzeltip Polat'a baktım. "Teşekkür ederim. " dediğimde başını sallayıp masaya gitmişti. Yiğit yan bir bakış atıp masaya oturduğunda koşarak yanına gittim ve hemen yanındaki sandalyeye oturdum. Koray çayları doldururken Onur ekmekleri bölmüş, dağıtyordu. Hevesle çayımı elime alıp yudumladım. "Seninle bir şey konuşmamız gerek." dedi Yiğit birden bire. Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Son zamanlarda yüzündeki bu memnuniyetsiz ifade de neyin nesiydi. Zaten hep memnuniyetsizdi ama son zamanlarda daha da gözüme sokuyordu. "Tabii." dedim ben de ters bir şekilde. "Bizim bildiğin gibi burada bir işimiz var. Ama seni tek de bırakamayız." dediğinde dönüp göz ucuyla diğerlerine baktım. Hayat karma karışıktı. Yolları karışıktı, kararları karışıktı, karşımıza çıkarttığı insanlar karışıktı. Gelmeyi aklımın ucundan bile geçirmediğim bir ülkede bazı insalara sorun bile çıkartacak kadar karışıktı. "Yarattığım sorun için özür dilerim. " dediğimde ilk kez şaşırmış gibi dönüp bana baktı. Alışmıştı tabii; şımarık, kibirli hallerime. Böyle birden özür dilemem şaşırtmış olmalıydı. "Sorun değil. Sonuçta bu durumdan sen de mağdursun." dedi Mahmut da. "Peki, çözümünüz ne?" Yiğit bacak bacak üstüne atıp gözlerime baktı. "Bir yere gitmemiz gerekiyor. 3 günde bir nöbet değiştireceğiz. Bu şekilde bir kişi yanında kalacak ve diğerlerimiz de işine dönecek." dediğinde gözlerimi kısarak yüzlerine baktığımda hepsi gözlerini kaçırmıştı. İşlerinden tabii ki bahsetmek istemiyorlardı. Cevap vermek, soruya maruz kalmamak adına da yüzlerini çeviriyorlardı. Gülümseyerek başımı salladım. "Anlaştık." dedikten sonra muhteşem matematik yeteneklerim devreye girdi. "3 günde bir...kaç üç gün bu?" dedim en son parmaklarımla üç yaparak. "Ben en yakın ne zaman Türkiye'ye dönerim? İşiniz ne zaman bitiyor?" dediğimde Koray gülümseyerek başını salladı. "Şanslısın ki bu görev diğer görevlerimizden daha kısa." dediğinde masadaki bütün erkekler dönüp Koray'a baktı. Demek ağzı gevşek olan buydu. Tuttum seni... "İyi bari, rahatladım. " diyerek gülümsemiş ve merakla gözlerine bakmıştım. "Ne kadar sürer?" Gözlerini kısıp bir müddet düşündü. "En az 2 en fazla 4 ay sürer sanırım." dediğinde yüzümdeki gülüş sofraya düşmüş, yere falan dökülmüştü. Telaşla ellerimi ovuşturdum. "Ne!?" dedim oturduğum yerden kalkmamaya çalışarak. "Zaten o kadarcık zamanım kaldı." "Sonunda Türkiye'te döneceksin. Bunu dingin bir tatil gibi düşün. " diyen Kayra ile gözlerimi sonuna kadar açtım. "Bir kamyon dolusu para biriktirdim. Konserden konsere koştum. Gecemi gündüzüme kattım! Bir kuruş bile harcayamadan gidemem!" diye bağırdığımda hepsi anlamayan bakışlarla yüzüme bakıyordu. "Bari paramı bana getirin..." dedikten sonra pes etmiş kafamı geriye çekip masaya vurmak adına bir hamlede bulunmuştum ki biri saçlarımı tuttuğu gibi geriye çekti. Şaşkınca açılan gözlerimi elin sahibine çevirdim. "Yaşadığına şükretmelisin!" dediğinde elimin tersiyle elini ittirip öfkeyle yüzüne baktım. "Hakkımda ne biliyorsun ki!?" "Adını, yaşını, işini, göz rengini, diş şeklini, kilonu..." dediğinde elimi kaldırıp sözünü kestim. "Herkesin görüp bilebileceği şeyleri..." Çenesinde gerilen birkaç kas gözüme çarpsa da umursamadan elimi masaya vurup gürültü çıkartarak ayağa kalktım. "Ben doydum, elinize sağlık..." Hayat, oyuncak bir ev gibiydi. Ufak minik kuklarıydık sanki. Odamızın kapısını açıyor ve seçtiği bebeklerden birini, sırf eğlenmek için, içeri atıyordu. Peki biz yeni gelen bebeği seviyor muyduk? Bize giydirdiği mavi,pembe, sarı elbiseleri. Makyajlı yüzümüzü, renkli gözlerimizi, fiziğimizi? Peki bize kendimizi değiştirmemiz için bir şans veriyor muydu? Bilmem, belki bizle oyun oynamaktan sıkılıp yeni bir bebeği favorisi yapıncaya kadar... Yeni bir bebek, yeni bir hayat, yeni bir oyun. Sıkıldığı oyuncak için ise hazin bir son. Ama kabullenemiyordum işte. Kabullenmek ve yenilmek istemiyordum. İlle küçük odama on tane bebek koydu diye içlerinden, kendim için, en iyisini seçip aptal odamda ömür geçirmek istemiyordum! Çünkü dünya çok büyüktü. Ve ben önüme geleni değil de sokağımdan geçip göz göze gelemediğimi de seçebilirdim. Bana bunu dayatamazlardı. Şimdi ise köşe bucak kaçtığım, asla başıma gelmez dediğim aptal bir olay başıma gelmişti. Bir anlaşma yapmıştım ve kolum kanadım bağlanmıştı. Küçücük odama ayaklarım zincirlenmişti. Çıkmak, hayatı yaşamak... Ellerimi kaldırdım buruk bir ifadeyle. Sadece 75 günüm kalsa bile dünyayla tanışmak istiyorum... Odama girdikten sonra aynanın karşısına bağdaş kurup oturdum. "Mimi, burda mısın?" "Buradayım Mina." Saatin üzerindeki göze bakıp gülümsedim. "Hâlâ internete bağlanamıyor musun?" dediğimde bir çizgi çıktı ve aşağı doğru eğildi. "Hâlâ ıssız bir yerde olmalıyız." "Peki madem, sence sağlık durumum nasıl? Ölümcül bir hastalığım falan var mı?" dediğimde aynadaki aksime dönüp baktım. Turp gibiyim ya. Ne ölmesi. "Oldukça sağlıklısınız. " Saçlarımı geriye atıp yüzümü incelerken çalan kapıyla elimi saatin üzerine atıp kapattım. "Efendim?" dediğimde kapı açıldı ve Kayra elinde bir tepsiyle içeri girdi. "Pek bir şey yemedin." dedi gülümseyerek. Oturduğum yerden ayağa kalktığımda kendisi de içeri girmiş, komodinin üzerine tepsiyi bırakmıştı. "Kafana takmanı pek tavsiye etmem. Biz birer asker olarak ilk öğrendiğimiz şeydi...kafaya takmamak." dediğinde yatağın üzerine oturdum ve ona da oturması adına yanımdaki sandalyeyi gösterdim. "Neden?" dedim çayımı elime alırken. "Çünkü bizim işimiz ölüm. Ya biz ölürüz ya da biz öldürürüz." dediğinde dudaklarıma getirdiğim çay bardağını yavaşça geri çekip gözlerine baktım. "Bu yüzden duygular ne kadar az ise o kadar hayatta kalırsın. Eğer arkadaşın vurulmuşsa ilk önce onu kurtarmaya çalışmazsın çünkü eğer onu kurtarmak isterken bir kişinin daha evine künyesi dönebilir." Elimdeki çay bardağını gerisin geri tepsiye koyup gözlerimi gözlerine çevirdim. "Bu zamana kadar çok ölüm gördük. Kayıp da verdik." diyerek koltukta hafifçe öne doğru eğildi ve dirseklerini baldırına yaslayıp gözlerimin içine baktı. "Ölüm ciddiye alınması gereken tek mevzuyken ölümle çalışan bir adamdan çok da bir kibarlık bekleyemezsin. "
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD