Ertesi günün sabahı...
Gözümü açmakta zorlanarak çalan alarmı kapattım. Başım yastığa geri düşerken yastığımın her zamanki mis gibi çiçek kokusunu içime çekerek biraz uyumaya karar verdim. Alarmın ikinci kez çalmasıyla kafama yediğim yastıkla gözlerimi araladım.
"Kalk bakalım artık. Yoksa dersine geç kalacaksın. Saat sekizi geçiyor, çirkin filozof."
Okuduğu saçma ergen komedisi kitaplar yüzünden bu aralar abuk şakalar yapan kardeşim yine gecenin köründe beni sabah oldu diye uyandırıp okula göndermeye çalışıyordu. Anlamıyordum ondaki bu gereksiz inadı. Eline ne geçecek beni uykumdan edince? Keşke azmini biraz da dersleri için kullansa da babam da rahat bir nefes alsa. Zavallı babam sürekli nöbetlerde hastane köşelerinde sabahlarken bizim geleceğimiz ve insanlara yardım için kendini harap ederken kardeşimin bu rahatlığı beni üzüyordu.
"Of ya, yalan söyleme bir kere alarm kurdum ben." dediğimde, "Kızım kalk bak. İlk defa kıyak yapacağım tuttu sen de kendini naza çekiyorsun." deyince elime gelen yastıklarımdan birini gözlerim kapalı olduğu halde tahminen olduğu yere fırlatırken, "Ya bir git, gece gece." diye isyan ettim.
"Kızım ne gecesi? Hem gece demişken seni eve getiren adam kimdi onu söyle sen?"
"Ne adamı be? Yemem ben aynı şakayı ikinci kere."
"Bulut, kalksana deli psikiyatr! Senin bugün sunumun yok mu kızım? Laf karıştırma, o adam kimdi? Annem bile hasta oldu be! Adam gittikten sonra saatlerce sevinç gözyaşı döktü."
"Rüzgâr gitsene sen ya buluşacağın fingirdek kızlar falan yok mu? Saçlarını tara sen ancak hazırlanırsın öğlene."
"Bulut ben çıkıyorum, zaten annem az sonra kapına gelir, uyanmıyor dediğimde inanmamıştı. Gözüyle görsün de ben ona bir kapak oldu işareti çakayım."
"Rüzgâr. Uzattın ha şakayı, bir defol git yatağına!"
"Ne hâlin varsa gör."
Yavaşça gözlerimi araladığımda odamın aydınlık olmasına şaşırıp birden yataktan doğruldum. Yere adımımı atmamla kendimi yerde bulmam bir oldu. Ayaklarımın altından yer kaymıştı ve etraftaki eşyalar çevremde dönüyordu. Kendimi toparlamaya çalışırken ellerimi kayan yatak örtüme attım. Ayağa kalkmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Hasta mı oluyordum yoksa?
"Annem sen daha hazırlanmadın mı yoksa?"
Annemin uzaktan gelen sesini duyduğumda beni görmemesi için örtüyü bıraktım ve yerden kalkamadığım için emekleyerek banyoya geçtim. İlk defa geç kalmıştım sanırım. Sanki yıllardır tuvaletimi yapmamış gibi hissedince klozete koşturdum. İşim bittikten sonra ellerimi yıkayıp yüzüme su çarparken aynada gördüğüm bulanık yüzüme aldırış etmedim. Üzerimdeki elbiseden kurtulup iç çamaşırlarımı da çıkardıktan sonra duşa girdim.
Duşun buz gibi akan suyun altında dişlerimi sıktım. Birkaç saniye bedenimin bu işkenceye alışmasını bekledim. Bedenim alıştıktan sonra bir beş dakika daha bekleyip biraz daha iyi hissedince suyu biraz ılık akması için ayarlayarak saçlarımı şampuanlamaya başladım. Soğuk su beni epeyce kendime getirmişti ama başımda inanılmaz bir ağrı vardı. Midem de biraz bulanıyordu. Hasta olmamam gerekiyordu. Sunumum vardı benim!
Duştan çıktığımda hâlâ net göremesem de el yordamıyla havluyu bulup sarıldım. Aynanın önünden diş fırçamı alıp biraz diş macunu sürerek sonra dişlerimi fırçaladıktan sonra ağzımda daha iyi bir tat oluşmuştu. Odama geçip dolabımı açtım. Pek seçemesem de renklerinden ayırt edip kıyafetlerimi hızlıca tararken annemin, "Kızım gözlüğünü kaybetmişsin. Çekmecede yeni bir tane var onu kullan. Baban sabah işe giderken halletti o işi." dediğini duyduğumda alnımı kırıştırdım. Gözlüklerimi yine nerede kaybetmiştim ki? Anımsayamayacağımı bildiğim için annemin dediği gözlükleri bulmak için çekmeceyi karıştırmaya başladım. Bulup taktığımda net görmeye başlasam da hafifçe yüzümü buruşturdum. Tam alıştım derken gözlüğüm ya kırılıyor ya da kayıp oluyordu. Aynaya baktım. Yüzüm soluk, göz kapaklarım şişti. Gözlüklerim gözlerimi saklarken yüzüme kimsenin bakmayacağını bildiğim için hızla üzerimi giyindim. Kitaplarım ve sunum için hazırladıklarımı yüklediğim belleği de anahtarlarla birlikte çantama salladıktan sonra Converselerimi de ayaklarıma geçirip hızla odadan çıktım. Annem arkamdan kahvaltı etmem için seslenirken ona dönmeden, "Hoşça kal." diyerek el salladım. Hâlimi görürse okula gitmeme engel olabilirdi ve bu göze alamayacağım bir riskti. "Bari okulda bir şeyler ye." dediğinde "Yerim anne." diyerek kapıdan çıktım.
Kapının hemen önünde duran arabama bakarken kaşlarım çatıldı. Ben arabamı hiç evin önünde bırakmazdım ki. Burada ne işi vardı? Rüzgâr yine arabamı kullanmaya çalışmıştı büyük ihtimalle. Eve gelince ona kızmaya karar vererek şimdilik bu işi rafa kaldırıp çantamdan çıkarttığım anahtarla arabamı çalıştırdım ve okulun yolunu tuttum.
Trafik çok yoğun olmasa da bana özel bir yoğunluk vardı. Tüm ışıklarda bekledim. Özel gün tertiplemişler, aşklarını anlatıyorlardı bugün trafik ışıkları. Beni görür görmez kırmızıya dönüyor gözlerini dikip hülyayla bakıyorlardı. Ben de onları utandırmamak adına bakışlarına sabırsızca karşılık verip kaybolduklarında gaza basarak aklımdan çıkarmaya çalışıyordum. Benim de gururum var beni bırakanın peşinden koşacak değilim. Hıh! Fark ettiniz değil mi? Yalnızlıktan trafik ışıklarıyla aşk yaşama aşamasına gelmiştim.
Okul merdivenlerinden koşarken sınıfa doğru aheste aheste ilerleyen Özge'yi görmemle durakladım. Kıza söz verdiğim ödevi yapmamıştım. Denemiştim ama barda içtiğim bir kadehten sonra ne yaptığımı bile hatırlamayacak kadar sarhoş olmuştum. Zavallı gözlüğümü de kaybetmiştim. Özge, bana bakarak dudağını kıvırıp sınıfa geçince ben de rahatlayarak arkasından gittim.
Sırama geçip yerleştim. Sıram diyorum çünkü bizim sınıfta tek kişilik oturaklar var ve haliyle tamamen bana ait oluyor. İki kişilik olsa bile yanıma kimsenin oturacağını zannetmiyordum. Çantamdan not almak için bir kalem ve defteri aceleyle çıkartıp sırama koyarken oluşan sessizlikle hocanın sınıfa girdiğini anlamıştım. Mukaddes Hoca, en sevdiğim öğretmenlerden biri olmasına rağmen, sınıftakiler tarafından pek sevildiği söylenemezdi. Niyedir bilmem ama onda kendimi görüyordum. Niyeyse mi dedim? Âdeta on sene sonraki hâlim. Gözlükler, sade ve ciddi birtakım, ruhsuzca bakan gözler ve yalnızlık akan bakışlar...
Mukaddes Hoca'nın, en sevdiğim yanı girizgâha gerek duymadan gazele geçmesidir. Methiye sevmez, ağıttan etkilenmez oluşunu da buna eklersek dersinden pek az kişinin geçebildiğini anlamış olmalısınız. Her zamanki gibi beklemeden konuya geçti.
Sırasına yerleşen Mukaddes Hoca imza föyünü önündeki sıraya uzatıp çantasından bir dosya çıkarttı. İmza föyü masalar arasında dolaşıp hepimizce nakşedildikten sonra başını önündeki dosyadan kaldırıp, "Evet, kimden başlayalım sunum için?" diyerek öğrencilere bakmaya başladı.
Ben araştırmamı yapmış olmanın verdiği rahatlıkla uykuya teslim olmamak için beklerken arka sıradan Özge'nin seslenmesiyle başımı ona çevirdim. Özür dileyen bakışlarımı ona yollarken sadece dudak bükerek kürsüye yürümesini izledim. Yürürken o topuklularla nasıl bu kadar rahat hareket ettiğine yine şaşırıp kalmıştım açıkçası. Saçlarını savurarak, geniş adımlarla Mukaddes Hoca'nın yanına geldiğinde benimkine benzeyen ama Çingene pembesi renginde olan belleği hocaya uzattı.
"Hocam öncelikle bana ödevi hazırlamamda yardım eden arkadaşım Bulut'a sizin ve tüm sınıfın huzurunda çok teşekkür ediyorum." Ben ona yardımcı olmayınca ödevi kendisi yapmıştı demek ki, bana da laf sokuyordu kendince. Utanmamam gerekiyordu ama söz verdiğim halde, yapmadığım için utanıyordum. Gözlerim özür dilemek için ona çevrildiğinde genişçe gülümsedi. Dişlerine bulaşmış ruj her zamanki gibi yerli yerindeydi.
"Benim ödevim bir video ve sunuma ihtiyacı yok. İzlememiz kâfi." diyerek kenara çekildi. Video Özge'nin açıklamasıyla başlıyordu.
"Duyular, bildiğiniz üzere düşüncelerden farklı olarak bütün bedensel tepkileri içerirler."
Bilindik cümleleri okurken videodaki Özge, sandalyeye yerleşip mini eteği ile neresinin görüneceğini umursamadan sol bacağını sağdakinin üstüne attı. Yaptığı bu hareketle sınıftan ufak tefek iç çekmeler ve daha sesli yorumlar gelirken birileri hızını alamayıp ıslık bile çalmıştı.
"Duygusal olarak heyecanlanıldığında kalp atımının artması, nefesin hızlanması hatta terleme, kızarma, titreme gibi bedensel tepkiler meydana gelebilir." dedikten sonra bacakları yer değişti ve sınıftan bir heyecan homurtusu daha yükseldi. "Benim bugün sizlere sunacağım konu bildiğiniz üzere aldatılan bir kız neler hisseder ve nasıl tepkiler verir? Ben şimdiye kadar tatmadığım bir duyguyu size nasıl anlatabilirim derken yardımıma Bulut Er arkadaşımız yetişti. Aldatılan bir genç kız nasıl davranır. Hep birlikte izliyoruz." dediğinde ona boş gözlerle bakıyordum. Ben videoya falan yardım etmemiştim. Bu da nereden çıkmıştı? Umarım notlarıma olumsuz yansımaz. Kendi hazırladığım ödevi sunuca hocanın gözüne gireceğimi düşünerek sıkıntılarımı bir kenara bırakıp videoya dikkatimi verirken birileri ayaklanıp sınıfın perdelerini sımsıkı kapatmış bir başkası da ışıkları söndürmüştü. Sınıfın cephesi ters olduğu için pek güneş almazdı. İçerisi loş olduğu için de ders boyunca ışıklar açık oluyordu.
Video, benim bara girmem ile başlıyordu. Bir kenarda içki içen ve kızın birinin boynunu öpen Canberk'i görmem ile düşen yüzüm kameralar tarafından yakından gösterilmişti. Dudaklarımı sımsıkı kapatıp dişlerimi sıktım. Haberim yokken videoya çekmişti palyaço.
Canberk'e bakarak barmenden en sert içkiyi isterken gözlerimdeki hüzün inanılmazdı. Ben tiyatrocu olmalıymışım. En sert içkiyi mi istemiştim ben? Ne istediğimi hatırlamıyordum bile. Canberk bizim bölümün Jb'si diyebilirim. Şimdi aranızda Jb'nin ne olduğunu bilmeyenler vardır. Canberk, yakışıklı olmak dışında farklı kişiliği ile dikkat çektiği için ona Jb ismini taktım. Jailbreak yani. Derslerden kimseye çaktırmadan kaçma, okulu kırma ve kuralları yıkmaya olan tutkusu yüzünden o benim için Jb'ydi. Ona diğer tüm bölümlerdeki kızlar gibi benim de ufak bir hayranlık duyduğum doğrudur. Tamam, itiraf ediyorum fazlaca sevimli buluyorum.
Video'ya dönecek olursak, Canberk kızı kucağına daha çok çekerek dudaklarını yutmaya başlamış buna istinaden ben de, "Aynısından." diyerek bir film klasiğine daha imza atmış ve o sert içkiden bir kadeh daha yuvarlıyorum. Ellerimi üzerimdeki elbiseye silerken video durakladı.
"Bulut arkadaşımızın şu an elleri terlemekte ve yüzü kızarmakta. Bekleyelim bakalım başka hangi belirtileri gösterecek."
Sınıf anlaşmış gibi hiçbir mimik göstermeden ve ses çıkarmadan videoyu izlemeye devam ediyordu. Arka taraftan Canberk'in homurdanmasını duyunca onun da benim gibi videodan habersiz olduğunu anlamıştım. Bu sırada ben de barın adresini bana verip alkol alırsam duruma daha çabuk ayak uyduracağımı söyleyen Özge'nin en yakın arkadaşı Sima'ya kötü duygular yeşertiyordum içimde.
Canberk, kızın beline sarıldığında benim kaşlarım çatılmış ve ellerim titremeye başlamıştı. Bu kez video duraklatılmadan direkt çeken kişi tarafından yorumlanmıştı. Bu ses Mertcan'a aitti.
"Ellerine bakın nasıl titremeye başladı. Keşke kalp atışlarını da duyabilseydik. Kız cidden âşık olabilir bizim Canberk'e."
Utancımdan ölebilirdim. Sınıftan dışarı çıkıp gitmiyorsam iki sebebi vardı. Bir, dersten kesinlikle kalırdım. İki, o gece ne olduğunu asla öğrenemezdim. Dans etmeye başladıklarında benim bağırarak Canberk ve kıza atılmam bir oldu. "Utanmıyor musun? Bunu bana bize nasıl yaparsın? Daha bugün ayrılmışken hemen bir başkasının kollarına nasıl atarsın kendini?" diyerek kızı kenara itip ağlamaklı gözlerle Canberk'e bir tokat patlatıyordum. Ben Canberk'e tokat atmıştım. Ben!
Şu an kulaklarım çınlıyor, yüzüm yanıyor ellerim deli gibi titriyor. Şokla açılan ağzıma değil sinek, fil ordusu bile çok rahat bir şekilde sığabilir. Şaşkınlıkla bana bakan Canberk birkaç saniye sonra, "Çok içmişsin. Yarın bunları hatırlamazsın umarım; çok utanacağından eminim." dedi.
Beni nasıl bu kadar iyi tanıyabildiğini anlamış değilim. Bardan hızla çıkıp tökezleyerek bir duvara tutunuyordum. Tökezlerken yere düşen gözlüğüm bardan çıkan bir başka sarhoş kız tarafından ezilirken ben farkına bile varmamıştım. Gözlüğümü nerede kaybettiğimi de öğrenmiştim. Arabama doğru Canberk'e "öküz, hayvan, hayvan öküzü" gibi kelimeleri sayarak giderken artık dilim dolaşıyor, sendeliyor, arada hıçkırıyordum ve, "O kızda olup da bende olmayan ne var sanki?" dediğimde hemen arkamdan tanıdık, kısık ama duyulabilir bir sesin, "Silikon." dediğini bir ses duydum. Haklıydı.
Hafif kıkırdamalar olsa da herkes merakla videoyu izliyordu. Utanmama, aşırı derece kızmama rağmen kendi salaklığımdan ben bile gözlerimi alamıyordum. Birinci kalite sarhoş komedisi gibi olmuştu ödev. Arabam diyerek kırmızı bir Ferrari'ye yaslandığımda herkes gülümsemesini bastırmaya çalışıyor bazıları bastıramayıp kıkırdıyordu.
Benim arabam bir Mini'ydi ve rengi de mavi ve siyah karışımıydı. Kırmızı bir Ferrari ile karıştırılması imkânsız diyemeyeceğim çünkü ben karıştırmıştım bile. Yere düşüp kurbağayı avucuma aldığımda herkes merakla susarken ben şaşkınlıkla bakıyordum. Ben bir kurbağaya dertlerimi yalnızlığımı hatta kendimi ne kadar çirkin hissettiğimi bile anlatıyordum.
Yere uzandığımda avucumda olan kurbağa ile kayan yıldız görüp kurbağayı öpmeye çalıştığımda bu kez dersten falan kalmak umurumda değildi. Şoktan bacaklarımı hissetmediğim için dersten çıkıp gidemiyordum. Ben kurbağa avuçlamıştım. Normalde görünce kurbağa diye çığlık atıp kaçan ben hem de. Avucumdaki kurbağa hızla fırlayıp giderken benim de onun arkasından ara sokağa girmem rezilliğime rezillik katmıştı. Çılgınlıkta sınır tanımamıştım doğrusu. Kurbağa ikinci kez kaçıp giderken karanlık sokakta sadece bir kısmım gözüküyordu. Başımı kaldırdım ve birine küfür ettim.
"Has*tir."
Ben ve küfür, küfür ve ben? Ben küfür etmezdim ki.
"Bir öpücüğe daha ne dersin." ile başlayan diyalog sınıf tarafından ilgiyle izlenirken yan sıramdaki kız karanlık yerleri görebilmek, erkeğin kim olduğunu çözebilmek adına eğiliyordu. Sanki video da karanlık yerleri izleyiş açısından dolayı göremiyormuş gibi davranıyordu. Aptal kız. En sonunda adamı öptüğümde kızlar romantik bir film izler gibi, "Aaah!" çekerek hüzünle nefes almışlardı.
Ben tanımadığım birini mi öpmüştüm? Allah beni kahretsin! Umarım, Youtube'a falan düşmez bu rezil videomuz.
"Harbiden, ben kimi öptüm?" derken duyduğum kendi sesimle videoya odaklandım.
"Sapık çıktı kurbağa."
Ay bir de öptüğüm kurbağanın, prense dönüştüğüne inanmıştım. Ben nasıl bir geri zekâlılık sınırındayım acaba?
Adamın yüzü hâlâ gözükmezken adam beni kucakladığında gözleri hafifçe parlak birer yeşil nokta olarak görünse de yüzünün çoğu kısmı karaltıda kalıyordu. Anladığım kadarıyla uzun boylu kalıplı bir şeydi.
Adam beni kucaklayıp başıma öpücük koyarken kollarında uyuyordum. Adam benimle yürürken bu kez de boynuna sokulmuş ve kollarımı dolamış olduğum için yüzünün gözükmesine ben engeldim. Ferrari'nin arka kapısını açıp beni yatırırken, "İyi geceler prenses." diyerek bu kez de saçlarımı yüzümden çekmiş ve dudaklarıma bir öpücük kondurmuştu. Sınıf artık çığırından çıkmış, "Ooo!" sesleri uzaya kadar gitmişti.
Arabayı çalıştırırken arkamdan, "Bekle." diyen hoca ve Canberk'e aldırmadan koşarak sınıfın kapısına doğru ilerledim. Sınıfın kapısında çözülen ayakkabı bağlarımdan birine basarak yere diz üstü düşünce artık tutamadığım gözyaşlarım yere damlamaya başladı. Şimdi herkes beni o adamla geceledi sanıyordu. Ve ben bile ne olduğunu bilmiyordum.
Gözlerimi hızla silip başımı kaldırdığımda kolumu tutup, "Konuşmalıyız." diyen Canberk'e sinirle bakan tanıdık bir çift yeşil göz görmemle popomu yere bıraktım.