VİVİAN & I & KANLI TÖREN &

3716 Words
YIL 1346 – CERES Hayat sürprizlerle doluydu. Ne zaman umudumuzu kaybetsek, bir çıkış yol bulamasak bir kapı açılırdı. Açılan her kapı içinde yeni maceralar saklardı. Sonucunu tahmin edemeyeceğimiz maceralar. Zaten hayatı zevkli kılanda bu değil miydi? Bu belirsizlik... Tamda bu noktada insanlar üçe ayrılıyor. Belirsizliği sevenler, belirsizlikten nefret edip bunu ortadan kaldırmaya çalışanlar ve belirsizliği sevmemesine rağmen kabul edenler. Alfrida bu üç gruptan sonuncusuna aitti. Çocukluğundan itibaren hayatı belirsizlikler ile dolu olmuştu. Bu durumdan tabi ki hoşnut değildi ama kabullenmişti. Hayatın, aniden karşısına çıkardığı şeylerle nasıl baş edeceğini biliyordu. Hayat, onu sınavları ile erkenden tanıştırmıştı. Hatta doğar doğmaz başlamıştı sınamaya. Böyle bir güç vererek omzuna ağır bir yük yüklemişti. O müjdelenen kişiydi. Döneminin en güçlü cadısı, Kadim Üçlerin birincisi... O güne kadar böyle düşünülüyordu. O gün gökyüzü olacaklardan bir haber gibi parıl parıldı. Aslında bu sadece büyüydü. Bu zamanlarda havanın soğuk ve yağmurlu olması beklenirdi. Havayı kontrol edebilen cadılar buna müdahale etmişti. Böylece sarayın üzerinde bulutlar çekilmiş güneş açmıştı. Her şeyin mükemmel olması için bütün cadılar elini taşın altına koymuştu. Bugün uzun zamandan sonra gelen Kraliçelerinin taç giyme töreninin olacağı gündü. Sarayın her bir köşesinde başka bir telaşe başka bir hazırlık vardı. Sarayın girişindeki at arabalarından biri gidiyor biri geliyordu. Bütün krallıkların soyluları buradaydı. Cadı Krallığının nasıl bir yer olduğunu görmek için can atıyorlardı. Özellikle de Kadim Kraliçeyi merak ediyorlardı. Alfrida'yı... O ise elbisesini giymek yerine, sarayın doğu kulesinin en tepesindeki odaya saklanmıştı. Çalışma odasına... Kapının yanında şömine, onun önünde iki tekli koltuk, ortasında da ufak bir masa vardı. Camın önüne yerleştirilmiş çalışma masası dışında her yer büyük raflar ile doluydu. Rafların çoğunu rulo haline getirilmiş parşömenler dolduruyordu. Bu parşömenler krallıklar arasında ya da halk ile yapılan anlaşmaların birer nüshalarıydı. Neredeyse dört bir yanında camlar olan bu oda oldukça aydınlıktı. Genç Kraliçe yaslandığı pervazdan gelenleri izliyordu. Bugün ona göre gereksiz bir gündü. Gövde gösterisi için hazırlanılmış bir törenden ibaretti. Oysa çoktan *Britium'da kraliçeliği ilan edilmiş, Queens Hanedanına da girmişti. Bu yüzden bu gereksiz güne hazırlanarak vakit kaybetmek istemiyordu. Etrafında, onu hazırlamak için koşuşturacak hizmetlilerden de bu yüzden kaçmamış mıydı? Ne olursa olsun burada da çok fazla saklanamayacağını biliyordu. Bugün onun için ayarlanmıştı saklanması imkansızdı. Keza öyle de oldu. Arkasında kalan kapıya yaklaşan adım seslerini duymaya başladı. Sık sık gelen topuk seslerinden Bayan Melior olduğunu çıkarmak hiç de zor değildi. Yine de şiddetle açılan kapıya kimin geldiğini bilmiyormuş gibi döndü. Bayan Melior referans bile yapmadan lafa girdi. Sinirinden bütün saygı ifadelerini unutmuştu. "Hazırlanman gerekiyordu! Burada ne arıyorsun?" Son bir saattir odasında hazırlandığını düşündüğü Kraliçesinin ortalıktan kaybolduğunu öğrendiğinde telaşa kapılmıştı. Az kalsın bütün sarayı ayağa kaldıracaktı. Askerler genç kraliçenin kuleye çıktığını görmeseydi eğer... Tombul bedenini zorlayarak kulenin dik taş merdivenlerini adeta uçarak çıkmıştı. Hem bu yüzden hem de gerginlikten yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Odaya girdiğinde genç kraliçe tek kaşı havaya kalkmış bir şekilde ona bakıyordu. Başta bu duruşun nedenini anlamadı. Sonradan yaptığı saygısızlığı fark etti. Alfrida ne olursa olsun saygı konusunda çok hassastı. Bakışları bunun bir uyarısı olmalıydı. Kabul edilebilir derece hızlı bir referans yapıp ekledi. "Özür dilerim. Bir an unuttum..." Bayan Melior açıklamasını yaparken çoktan boşalmış olan kadehi elinde çeviriyordu. Devam etmesine izin vermeden lafını kesti. Alması gerekeni almıştı. "Bahanelerden hoşlanmam Bayan Melior." "Haklısınız Kraliçem. Iııı!" Alfrida'nın umurunda olmayan törene hazırlanmasını rica eden cümlelerini ekleyecekti ki sözü tıklatılan kapı ile bölündü. Tek ani misafiri Bayan Melior değildi. Bayan Melior'un telaşla aralık bıraktığı kapı geriye kadar açıldı. İçeri bütün heybeti ile Başkan Dustin girdi. Odada bir başkasının varlığını dahi umursamadan sert adımlar ile Kraliçenin karşısına dikildi. "Böyle bir anlaşmayı nasıl yaparsın?" O an Alfrida'nın gözlerine kış gelmişti. Bakışlarındaki soğukluk ile birisini öldürebilirdi. Anlık sinirle gözlerinde mor pırıltılar uçuşsa da kendine hâkim oldu. Sorgulanmak en nefret ettiği şeyler arasında olabilirdi. Başkan Dustin hala ülkeyi kendisinin yönettiğini sanıyor olmalıydı ki kendinde hesap sorma hakkı buluyordu. Ülkenin kanunlarına göre Kadim Üçlerden biri gelene kadar ülkeye Senato kararı ile bir başkan atanırdı. Her üç yılda değişen bir başkan. Dustin'de o tahta geçmeden önce ülkeyi yöneten son başkandı. Eski başkan olduğunu unutmuş bir başkan. Devlet işleri ile ilgili bir konuyu saray eşrafından birinin yanında konuşmak istemiyordu. Bakışlarını ona çevirip sakin bir tonda konuştu. "Birazdan hazırlanmaya geleceğim Bayan Melior, sen çıkabilirsin." Saniyeler içerisinde takındığı umursamazlığı ile Dustin'i görmezden gelerek elindeki boş kadehi çalışma masasının üzerine bırakıp şöminenin önündeki koltuklardan birine geçti. Oda da yalnız kalana kadar sakinliğini korusa yeterdi. Hem o hem Dustin. Oysa Dustin'in aklında tilkiler dört dönmeye başlamıştı bile. Kraliçenin sakinliği de onu ayrı bir delirtiyordu. Sanki bilerek yapıyormuş gibi yavaş hareket eden Bayan Melior da cabasıydı. O odadan çıkamadıkça öfkesi katlanıyor sabrı taşıyordu ki taşmıştı da. Kapıyı kapatmak üzere olan Bayan Melior kapıya gelen darbe ve sonrasında çıkan kırılma sesi ile irkildi. Dustin'in masadaki kadehi fırlatmasından dolayı çıkan gürültü onu korkutmuştu. İşlerin düşündüğünden de ciddi olduğunu anlayınca hızla odadan uzaklaşmaya başladı. Merdivenleri indiğinde yukarıdaki bağırma sesini hala duyabiliyordu. "Nasıl güçlerini kullanmayacağının sözünü verebilirsin onlara? Hapsi akbaba gibi seni öldürmeyi bekliyor. Ellerine koz veriyorsun böyle görmüyor musun? Büyü yapmayacağım ne demek ya?" Bu sözleri kendisinin duymasında sıkıntı yoktu. Ağzı sıkı biriydi ama merdivenin sonunda bekleyen nöbetçilerinde kendi gibi olduğundan emin olamıyordu. Kavganın saray dedikodusu haline gelmesini engellemek için üzerine düşeni yaptı. Kısa tombul haliyle her ne kadar korkutucu olmasa da askerlerin karşısına dikildi. "Yukarıya kimseyi almıyorsunuz! Burada duyduklarınız burada kalacak. Başka herhangi bir yerden tek bir kelime dahi duyarsam hepinizin sülalesini yok ederim. Anlaşıldı mı asker?" "Anlaşıldı efendim!" Aldığı cevaptan memnun bir şekilde orayı terk ederken arkasında yeni harlanmış bir ateş bırakmıştı. Dustin ile Alfrida'nın kavgası alevlenmiş bir yangından farklı değildi. Dustin ateşe sürekli odun atıyordu, Alfrida ise su atmaya çalışıyordu. "Senin bilmemen çok normal ama benim bir görevim var. Bu görev sadece bizim krallığımızı kapsamıyor. Ben bütün gezegendeki insanlara yardım etmek için bu konumdayım. O insanlar için güçlerimim kullanmam gerekirse kullanırım vaz geçmem gerekirse vaz geçerim." Bu Dustin için yeterli bir açıklama olmamıştı. "Sen öldükten sonra bunların bir anlamı kalacak mı sence de?" Bu öfke ve söylemlerin genç kraliçenin umurunda olduğu söylenemezdi. Yanmayan şömineye gözlerini dikmiş bu konuşmanın bir an önce bitmesini istiyordu. Dustin, başka bir şey söylemeyip ondan cevap bekliyordu. İsteksizce birkaç cümle daha kurdu. "Bir planım var. Yaptığım şeyin farkındayım. Konumunun farkında olarak konuşmalısınız Bay Dustin." Dustin karşısındakinin kim olduğunu biliyordu ama bunca zaman sonra Üçlerden biri gelmişken adımların daha temkinli atılmasını istiyordu. Yaptığı saygısızlığın farkında olsa da devam etti. "Kan yemini ettiğinin farkında mısın? Yemine uymazsan ölürsün. Sen Kraliçesin, kan yemini edemezsin!" Hiç yapmak istemediği açıklamayı yaptı. "Bana, ülkeme ve halkıma zarar vermeyen kimseye karşı güçlerimi kullanmayacağım. Kan yeminini tam cümlesi bu." Bir yandan bu açıklamayı yaptığı için kendisine kızıyordu. Bu yüzden sesi kontrol edemediği bir şekilde kızgın çıkmıştı. Kraliçeyi sinirlendirdiğini düşünen Dustin yaptığını geri almaya çalıştı. "Kararlarınızı sorgulamak değil amacım. Siz bizim için çok değerlisiniz. Böyle büyük riskler almamalısınız. Size bir şey olma ihtimalinden çekiniyorum sadece." Biraz olsun karşısındaki adamı anlamaya çalıştı. Bir yanı ona hak veriyordu ama her adımında da sorgulanmak istemiyordu. Bu konumu hak etmesinin bir nedeni vardı. "Yanlış düşünüyorsun. Bir kraliçe ölür yenisi doğar. Benden daha çok yaratılır önemli olan halkın yaşaması. Önemli olan içimizdeki umudun yaşaması." Konuşmanın devamında konu değişmişti. Bay Dustin eski politik deneyimlerinden bahsetmeye başlamıştı. Genç kraliçe bu hikayeleri kaçıncı kez dinlediğini unutmuştu. Yine de dinliyormuş gibi görünmeye çalıştı. Hatta lafını bölemediği için törene hazırlanma bahanesini sunmuştu ama işe yaramamıştı. Peşine takılıp odasına kadar hikayelere devam etmişti. Odanın önüne geldiğinde anca susmuştu. Malum yetişmesi gereken bir tören vardı. Tören alanında yaşananlar ise başka bir hikayeydi. Kraliyet serası tören için düzenleniyordu. Seranın dört bir köşesi büyülü bitkiler ile çevriliydi. Sarmaşıkların çiçekleri lamba gibi etrafı aydınlatıyordu. Ağaçlar dallarını, misafirlerin oturması için sıra sıra uzatmıştı. Mihraba giden yolda lalelerin kokusu insanı mest ediyordu. Hiç şüphesiz mihrap seranın en güzel köşesiydi. Bitkiler, birbirlerine kenetlenerek Kraliçelerinin tahtını yapmıştı. Tahtın üstünde açan çiçekler seradaki hiçbir çiçeğe benzemiyordu. Daha parlak ve daha renkliydiler. Seraya giren herkesin hayran hayran baktığı ilk yer orasıydı. Cadılar için bu görüntü hiç de şaşırtıcı değildi ama insanlar bunları ilk defa görüyorlardı. Konuştukları tek şey hangi bitkinin nasıl parladığı, koktuğu ya da ne işe yaradığıydı. İçlerindeki birkaç kişinin düşündüğü şey bunlardan çok daha farklıydı. Avignon Hanedanının genç Kralı bu göz boyamalarına, gövde gösterilerine, zihin oyunlarına kanmıyordu. Etrafta parlayan, renkten renge giren, değişik kokular saçan her şeye iğrenircesine bakıyordu. Bugün bu pis cadıların ipini çekecekti. Çok az kalmış. Çok az... O gün orada onlarca kişi toplanmıştı. Herkesin gözleri başka duygularla parlıyordu. Kıskançlık, haset, iğrenme, beğeni, hayranlık, mutluluk, huzur... Bu bakışların hepsi tek bir noktaya yöneldi. Gökyüzünde mükemmel bir uyum ve cıvıltı ile uçmaya başlayan kuşlara... Kıskanç gözler kıskançlıkla biraz daha parlarken hayranlıkla bakanlar şaşırmaya devam ediyordu. Arkalarda bir yerde bir cadı, kendi dillerindeki büyüyü bir ilahi gibi söyleyerek kuşlara yol gösteriyordu. İlahi gibi gelen bu sese bir kişi daha eklendi sonra üç, beş, on derken bütün cadılar fısıltı ile bunu mırıldanmaya başladı. Birleşen fısıltılar gürleşerek herkesin kalbine dokundu. Dokunduğu her kalbe garip bir huzur ve dinginlik verdi ama bazı kalpler dokunulamayacak kadar karaydı. Bu sesi sadece onlar duymuyordu. Yaşayan her varlık bu sesi duyuyordu. Misafirler ses ile hipnotize olmuş gibiydiler. Gözlerini dans eden kuşlardan alamıyorlardı. Mihrabın üzerinde başlayan dans ilahinin eşliğinde seranın girişine kadar devam etti. Birden inişe geçen kuşlar ile herkesin bakışları seranın girişine yöneldi. Genç Kraliçe bir adım arkasından gelen daimî koruması ile beraber girişteydi. Kuşların son gösterisini yapmasını bekliyordu. Başının üstünde birkaç daire çizmelerinden sonra Mihraba doğru yürümeye başladı. Kuşlar onu bu yolculuğunda yalnız bırakmamıştı. Bir bulut gibi tepesinde uçarak ona gölge yapıyorlardı. Luther'ın eşliğinde kenarları mor laleler ile süslenmiş yolu yürümeye devam etti. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Başı dimdik karşıya bakıyordu. Sanki koca serada bir o bir de Luther var gibiydi. Sorumlulukları olmasa çoktan evli olacağı Luther... Tanrı, Kadim Cadıları gönderirken onları korumasız bırakmamıştı. Kadim Cadı ile aynı gün ve saatte dünyaya gelen bir gardiyanı vardı. Gardiyanların gücü diğer cadılardan daha farklıydı. Onlar ne insandı ne de cadı. Onlar silahtı, Kraliçe de silahı ateşleyecek olan fitildi. Yavaş yavaş fısıltıya dönüşen ilahi ses sustu. Genç Kraliçe, üzerindeki bakışların ağırlığı ile mihraba yerleştirilmiş olan tahtına oturdu. Onun oturması ile birkaç insan oturacak gibi olduysa da dimdik ayakta dikilen cadıları görünce vazgeçti. Kraliçenin yanında bütün heybeti ile dikilen Luther, değerli taşlar ile bezenmiş tacı eline alıp gür sesi ile konuştu. "Cadıların en güçlüsü, Kadim Üçlünün birincisi, Kara Ormanın Mutlak sahibi, Zamanın Kraliçesi Alfrida'ya kan hakkı olan tacını teslim etmek için toplandık. Bize katılan Aragon Hanedanının, Avignon Hanedanının ve Komenos Hanedanının saygın üyelerinin bize eşlik ettiği bu kutlu güne hoş geldiniz." Cadı halkı anlaşmış gibi hep bir ağızdan cevap verdiler. "Regina meus vivat!" Aynı senkronizasyon ile iki kez daha tekrar ettiler. "Regina meus vivat!" "Regina meus vivat!" Zamanın Avignon Kralı yanındaki eşine fısıldadı. "Selamlama adı altında büyü yapıyorlar. Zihnimizi ele geçirip bizi öldürme peşindeler kesin!" Arkasından gelen ani cevap ile irkildi genç kral. "Çok yaşa Kraliçem demek. Tanrı ile büyü dilinde konuşuruz biz." Ona cevabı verenin kim olduğunu görmek için arkasını dönmesi yetmemişti. Sesin geldiği kişiyi görmek için bakışlarını alçalttı. Ufak bir kız çocuğu söylemişti bunu. Göz göze geldiklerinde irkildi. Kızın gözleri kedi gözü gibiydi. Genç kralın aniden irkilmesi ile kız utandı. Annesi onu uyarmıştı oysaki. İnsanlar geldiğinde başını eğmeliydi. Onlar gözlerini görmeye alışık değildi. Cadı olarak zaten farklıydı ama gözleri yüzünden kendi türü arasında bile farklı karşılanabiliyordu. Bu yüzden Kraliçeye çok özeniyordu. Çünkü biliyordu onun da gözleri farklıydı. Mordu. Zamanın mor kumlarının uçtuğu gözleri vardı. Genç Kral, kızın başını eğmesi ile gözlerinden geçen iğrenmeyi saklayabilmişti. Kurtulacaktı. Hem kendi adına hem de diğer hükümdarlar adına buna bir son verecekti. Her şeyi çoktan planlamış ve uygulamaya koymuştu. Bugün kutlu bir gün olacaktı ama cadılar için değil... Luther elinde tutarken bile ona ağır gelen tacı sevdiği kadının saçlarının arasına yerleştirdi özenle. Kendisine birkaç saniye tutması bile ağır gelirken onun nasıl taşıdığını anlamıyordu. Ona verilen tek şey değerli taşlarla süslenmiş bir ağırlık değildi. Sırtına kambur olacak kadar büyük bir sorumlulukta vardı. Ona bu sorumluluk bile yakışıyordu. Hafifçe elini kendi elinin üzerine koydu. Yerinden kalkan Kraliçe kabul edilebilir düzeyde dizlerini kırarak halkını selamladı. Cadı halkı ise ondan daha fazla eğilerek saygılarını ona sundu. "Britium Kraliçesi Alfrida Queens!" Luther'ın gür sesi bütün serada yankılandı. Cadı halkı yine bilindik sözleri söyledi. "Regina meus vivat!" "Regi...na meu....s viv...at!" İkinci tekrarda sorun vardı. Birkaç kişi kelimelerin arasında boğulurcasına öksürmeye başlamıştı. Bir kişi, iki kişi, üç kişi derken neredeyse cadı halkının tamamı öksürmeye bazıları kan kusuyordu. Bu ortalığın karışmasına yetmişti. Cadı halkı ölürcesine kan kusuyordu. Cadılar birbirlerine yardım etmeye çalışsalar da hepsi bu durumdan mustaripti. Genç Kraliçe böyle bir şey beklemiyordu. Bir saldırı olma ihtimalini düşünmüştü ama bütün halkını zehirlemeye nasıl cesaret etmişlerdi. Kendi kraliyet aileleri buradayken. Halkına yardım etmek için mihrabın basamaklarını inmek üzereydi ki Luther tarafından durduruldu. Kolunu mengene gibi saran parmaklar hareket etmesini engelliyordu. "Gitmelisiniz Kraliçem." Sinirden kızarmaya başlamıştı. Hızla ona karşı çıktı. "Saçmalama halkımı burada böyle bırakamam." Luther, kolundan yakaladığı genç kızı gerekirse sürükleyerek buradan götürmek üzereydi ki midesi aniden kasıldı. Vücudu iki büklüm olmak için yalvarırken ani acıyı görmezden gelmeye çalıştı. Bir adım atıp kraliçeyi oradan uzaklaştıracaktı ki adımı yarım kaldı. Midesi ile ciğerleri de kasılmaya başladı. Öksürme refleksini tutmaya çabaladı. Şu an bunun hiç sırası değildi. Kraliçesini güvenli bir yere götürdükten sonra ölebilirdi. Kendi zorlayarak yine adım atacaktı ki tutmadığı öksürüğü ile yere çöktü. Yere yığılan koca cüssesi öksürüklere boğulmuştu. Ağzından kontrol edemediği kadar çok kan geliyordu. Öksürdükçe artan bir kan... Sevdiği adam aniden yere yığılınca ne olduğunu anlamamıştı. Çekiştirmeden dolayı bir şey oldu sanmıştı ama onu kendine çevirdiğinde ağzından çıkan kanlarla gerçekleri anlamıştı. O da zehirlenmişti. Endişe ile onu kendine getirmeye çalıştı. "Bana bak! Luther! Benimle kal lütfen!" Genç adam kanlı öksürüklerinin arasından sadece bir kelime çıkarabilmişti. "Kaç!" Onun kaçmayı düşünecek hali yoktu. Hiçbir şey düşünemiyordu. Onun ölmesini istemiyordu. Ölmesini kaldıramazdı. Bu yüzden bir elini göğsüne koyarak onu için zamanı geri sarmaya başladı. Her geri sardığında organları düzeliyor ve yeni baştan zehirleniyordu. Bu onu iyileştirmiyordu. Yaşadığı acıyı sıfırlayıp baştan başlatıyordu sadece. Luther, hafifçe araladığı gözleri ile sevdiği kadının mor ışıltılar ile parlayan gözlerini fark etti. O zaman anladı neden bir türlü ölmediğini. Onu yaşatmaya çalışıyordu. Bilmediği zamanı ne kadar geri sararsa sarsın öldüğü anı değiştiremeyeceğiydi. Bu yüzden onu durdurmalıydı. Zar zor kaldırdığı eli ile göğsündeki ufak eli tuttu. Sıkıca avcunun içine hapsetti. Hırıltılı bir sesle konuştu. "İzin ver!" Ölmeme izin ver demek istemişti ama nefesi bu kadarına yetmişti. Her ikisinin de gözlerinden sicim gibi yaşlar süzülüyordu. Sevdiğinin, mor ışıltılar barındıran gözlerine baktı. Son kez görmek istedi. Ölmeden önce göreceği son şey onun gözleri olsun istedi. Gözyaşlarından dolayı onu net göremiyordu ama net duyuyordu. Canını yaktığını anlayınca büyü yapmayı bırakmıştı ama onun öleceğini kabullenmek istemiyordu. Yapabildiği tek şey akan gözyaşlarının yerine yenisini getirmekti. Luther'ın cansızca kalkan eli yüzüne doğru geliyordu ki yarı yolda düşecek gibi oldu. İri eli tutup önce avcunun içini öptü. Sonra yüzüne yasladı. Bir yandan da kadim dilde mırıldanıyordu. Tanrının onu duyması için yalvarıyordu. "Corpus corporis animam meam." "Corpus corporis animam meam." "Corpus corporis anima..." Tanrı duasını kabul ederse eğer ruhları ile beraber kaderlerini de birbirine bağlayacaktı. Böylece sevdiği adamı kurtarmış olacaktı. Oysa birbirine bağlanacak bir ruh kalmamıştı ortada. Luther verdiği son nefesi ile duyulup duyulmayacağından emin olamayarak son bir şey fısıldadı. "Te amo!" (Seni seviyorum) Yüzünden düşen el ile anladı sevdiği adamın öldüğünü. Anlaması ile feryat etmesi bir oldu. Çığlığı yedi göğü, arşı semayı inletti. Her şeye şahit olan tanrı, hüznünü paylaşır gibi kara bulutlarını getirdi. Saniyeler içerisinde sağanak yağmur başladı. Seranın etrafı birbiri ardına çakan şimşekler ile aydınlanıyordu. Kraliçeden bir feryat daha koptu. "LUTHER!" Feryadı duyan herkes kraliçenin hüznünü en derinlerinde hissediyordu. Genç kadın, yaşadığı üzüntü ile güçleri üzerindeki kontrolünü kaybetti. Önce yağmur damlaları havada asılı kaldı. Sonra çakan şimşek bir yol gibi sabitleşti. Her şeyi yerinden sökecek gibi esen rüzgâr durdu. Salonda hayatta kalan hanedan üyeleri hareketsiz kaldı. Kucağındaki sevdiği adamı yavaşça yere koydu. Sanki hala yaşıyormuş gibi ona bakan gözleri kapattı. Önce soldaki gözkapağını öptü sonra sağdakini. Alnını alnına yasladı yavaşça. Duymayacağını bile bile fısıldadı. "Te amo!" Son göz yaşı süzüldü yanaklarından. Bitmeyen ve asla bitmeyecek olan vedasına ara verdi. Yerden destek alarak ayağa kalktı. Başta sendelese de dizlerine tutunarak kendini toparladı. Dim dik durarak korkuyla birbirine sarılmış insan soylulara baktı. Gözlerini kapatıp ruhunun derinliklerinde çıkmak için yalvaran gücünü serbest bıraktı. Ondan dalga dalga yayılan mor dumanın değdiği herkes teker teker ölmeye başladı. Her birinin kalbi hiç var olmamış gibi yok oluyordu. Seradaki bütün soylular ölene kadar durmadı. Yere devrilen soyluları dikkatle izledi. Son soyluda yere düştükten sonra titreyen göz bebekleri ayaklarının ucunda yatan adama döndü. Tam ona eğilip yasına kaldığı yerden devam edeceği sırada keskin bir kılıç kalbini delip geçti. Ne olduğunu anlayamıyordu. Şu an burada hayatta kalan kimse yokken kimdi bu? Refleks olarak kalbini delen kılıcı tutmaya çalıştı ama eli kılıcın içinden geçti. Orada bir kılıç yoktu ama var gibi canı yanıyordu. Bakışları kılıcın kabzasını tutan ele daha sonra da karşısındaki kişiye yöneldi. Neredeyse iki metre boyunda olan beyaz cübbeli biri vardı karşısında. Yüzü belli olmuyordu ama siması insana benziyordu. Kulaklarında ilahi ses yankılandı. "In pretio pretium est!" (Yeminin bedeli ödendi!) Azrail kılıcı aniden çıkardı. Kan akmıyordu ama çoktan ölmüştü. Ruhu çekilen bedeni olduğu yere boş bir çuval gibi yığıldı. Duyduğu ilahi ses ile yaşanan şeyi anlamıştı. O kan yeminin etmesi, bu tören, törene katılan hanedan üyeleri hepsi komplonun bir adımıydı. Anlaşmaya göre ona bizzat saldıran kişiler üzerinde büyü kullanabilirdi. Bu detayı düşünmemişti. Sırf bu detay yüzünden hayatını kaybetmişti. Halkı gibi artık oda bir ölüydü. Sevdiği adamla aynı anda doğup aynı anda ölmüştü. Cadıların en güçlüsü, Kadim Üçlünün birincisi, Kara Ormanın Mutlak sahibi, Zamanın Kraliçesi Alfrida, tarihte suikasta uğrayan ilk kraliçe oldu. Keşke son olsaydı... O kara gün tarihin tozlu sayfalarında farklı farklı anlatıldı. Bazen Alfrida Queens'in hazin yenilgisi olarak bazen cadı avının başlangıcı olarak, bazen yüzyıllar sürecek olan insan-cadı anlaşmazlığının ilk adımı olarak bazen de umudun öldüğü gün olarak... Britium sokaklarında bu olay duyulduğu andan itibaren gerçek savaş başlamıştı. Cadıların hayatta kalma savaşı. Krallıklar, onları yok etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Sahip oldukları güçlere göre başlarına ödül koymakla başlamışlardı. Sonra cadı avcılarını eğitmişlerdi. Cadıları avlamaları için dört bir yana dağıtılmıştı bu kişiler. Bu yüzden hiçbir cadı bir yerde uzun süre kalamıyordu. Her biri başka bir yerdeydi. Dağılmışlardı. Ülkelerini, bayraklarını, topraklarını, Kraliçelerini en önemlisi de artık umutlarını kaybetmişlerdi ki bütün sokaklarda o haber konuşulmaya başladı. Kraliçenin kardeşi Helena Kara Ormanda saklanıyordu. Başında en büyük ödül olan cadı oydu. Cadı avcıları onu öldürmek için oraya gideceklerdi. Geriye kalan bir avuç cadı onu koruyabilmek için Kara Ormana gitmeye başladı. Oysa gittikleri şey sadece tuzaktı. Bu haberi geriye kalan bir avuç cadı halkı gibi Helena da duymuştu. Kendisinin Kara Ormanda olmadığını bildiği için dört nala halkını kurtarmak için yola çıktı. Gezegenin bir ucunda diğer ucuna olabildiğince hızla gelmeye çalışıyordu. Tahmin edilebileceği üzere yetişememişti. Büyüklerin bir lafı vardı. Olacak ile öleceğe çara yoktur diye. Ablasının korumak için öldüğü halkına çare olamamıştı. Geç kalmıştı. Ormanın girişinde sönmüş küller vardı. O gelene kadar yangın sönmüş gibi duruyordu. Yanından geçtiği dumanı hala tutan küllerin arasında kemikleri fark etti. Canlı canlı yakılmışlardı. Atın dizginini daha sıkı kavradı. Ormanın derinliklerine gittikçe dayanılmaz bir koku gelmeye başladı. Ağır bir leş kokusuydu bu. Bir kolunu burnuna dayayarak nefes almaya çalıştı. Kokudan gözleri yaşarmıştı. İlerlerken başını ağaç dallarından birine çarptı. Çarptığını sandı. Atı biraz daha yavaşlatıp neye çarptığını görmek için arkasına baktı. Gördüğü şey ağaca asılmış olan bir çocuk bedeniydi. Çarptığı dal değil cesetti. Gördüğü şeyleri midesi kaldırmamaya başlamıştı. Kusmamak için kendini zor tutuyordu. Bu nasıl bir katliamdı böyle? Ormanın kalbine ilerledikçe etraftaki kan gölüne girmeye başladı. Bazılarının kolu yoktu bazılarının başı. Bazıları eşinin üstüne kapanmıştı bazıları çocuğunun. Birçoğunu tanımak imkansızdı. Kara Orman, cadıların mezarı olmuştu. Atını biraz daha hızlandırarak kadim ağaçların olduğu açıklığa geldi. Neredeyse bir dönümlük arazi alabildiğinde yeşil ve dümdüzdü. Ortadaki iki çınar ağacı hariç hiçbir ağaç yoktu. Normalde yemyeşil olması gereken çimenler kıpkırmızıydı. Kan gölü gibi gözüküyordu. Atından inip cesetlerin arasında tanıdıkları olup olmadığına bakmaya başladığı sırada bir mucize gerçekleşti. Kan gölünde yüzen her cesetten nur topu gibi ruhlar çıkmaya başladı. Yükselen her ışık yanındaki bir başka ışık ile birleşerek büyüyordu. Birer, ikişer, üçer, beşer derken tek bir büyük ışık haline geldi. Şaşkınlıktan kıpırdayamıyordu bile. Olduğu yere mıhlanmış gibi dalgalanan ışığı izliyordu. Işık belli dalgalanmalar ile şekil değiştirmeye başladı. Yavaş yavaş bir siluete benziyordu. Kadim Cadı Alfrida'nın siluetine... Helena olanları kavradığında şaşkınlıkla fısıldadı. "Abla!" Beyaz bir ışıktan fazlası olmayan ablasının silueti ilahi bir ses ile konuştu. "Takip et beni!" Cevabını beklemeden hareketlene siluet ile kendine geldi. Adeta uçuyormuş gibi görünen silueti koşar adımları ile takip ediyordu. Yer yer kan göllerine basıyor yer yer cesetlerin yanından geçiyordu. İki çınar ağacının ortasına gelene kadar bu böyle devam etti. Oraya geldiklerinde ise ablasının silueti onu iki omzundan kavradı. Omuzlarında bir güç hissetmiyordu sadece sıcaklık vardı. Rahatsız etmeyen bir sıcaklık. Ablasının huzur veren ilahi sesini bir kez daha duydu. "Beni çok iyi dinle Helena! Buradan gideceksin. Bu gezegenden... Gelecekte olacak şeyler için buradan gitmen gerekiyor. Hayatta kalman gerekiyor." Siluetin ne demek istediğini anlamıyordu. O ablası mıydı gerçekten? "Sen nesin? Neyden bahsediyorsun?" O sırada arkadan insan sesleri gelmeye başladı. Birileri geliyordu. Ablasının silueti acele ile onu bırakıp iki ağacın ortasına geçip avuç içlerini gövdelerine yasladı. Bunu yapması ile kollarından ışık huzmeleri ağaçlara akmaya başladı. İki ağaçta yavaş yavaş mor ve tonlarında parlamaya başladı. Bu görsel şölen ile odağını kaybeden gözleri ablasının sesi ile ona döndü. "Ablanım tabii ki. Sadece bu dünyadan değilim. Şu an beni görebilmenin tek nedeni halkımızın ölmesi ile ortaya çıkan enerji. Seni buradan göndereceğim. Benden sonraki Zamanın Kraliçesi gelen kadar başka bir boyutta yaşayacaksın. Unutma burada olanları ne sen unut ne de soyuna unuttur. Onlara kim olduğumuzu anlat." Söylenenleri tam olarak anlamıyordu. Zaten sonlara doğru duyduğu cümleler fısıltı gibiydi. Siluet enerjisini ağaçlara verdiği için yok olmak üzereydi. Ona sorması gereken bir sürü şey vardı. Tamamen kaybolmasından korkarcasına ona uzandı ama çoktan yok olmuştu. Onun yerine iki ağaç arasında buzlu cam görüntüsünde bir şey vardı. Sanki toz bulutu gibi dalgalanıyordu. Ne olduğunu anlamak için korka korka elini uzattı. Umduğu gibi sert değildi. Tam tersine elinde ıslaklık olmuştu. Sanki sıvı bir şeye değmiş gibi hissetmişti. Yapamayacaktı. Ablasının isteğini yerine getiremeyecekti. Kendini ikna etmek istercesine başını iki yana sallıyordu. Bir adım geri attı ama duyduğu ses titremesine neden olmuştu. "Orada! Bir cadı var! Yaşayan bir cadı var!" Hızla arkasını dönüp kontrol etti. Bir grup cadı avcısı doğruca ona koşuyordu. O an büyük bir cesaretle doldu içi. Biraz önce korktuğu kaçamaya çalıştığı şeye tek bir adımla girdi. Onun geçmesi ile hiç var olmamış gibi kapandı kapı. Zamanı gelene kadar o kapı kapalı kalacaktı. Kadim Cadıların ilki olan Alfrida'nın varisi doğana kadar kapalı kalacaktı. O kutlu güne kadar Ceres cadısını Galia'ya ödünç vermişti. Ne yazık ki o güne kadar çok acı yaşanacaktı. Çekilen cefaların sonu kimsenin hayal dahi edemeyeceği kadar büyük bir lütuf olacaktı...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD