Kadim Üçlerin görüldüğü zamanın üzerinden yüzyıllar geçmişti. Geçmişin tozlu sayfalarında kalan gerçekler efsaneleşmişti. Efsaneler dilden dile gezerken değişmiş zamanla birçok kişi tarafından unutulmuştu bile. Hatırlayanlar ise bunların çocuk masalı olduğunu sanıyordu.
Birçoğu bu hikâyeyi çocukları korkutmak için anlatırdı. Nadya için bu hikâye korkutucu değildi. Tam tersine heyecan vericiydi. Aralarında böyle güçlere sahip birilerinin geziyor olması fikri hem onu hem de annelik yaptığı Vivian'ı heyecanlandırıyordu.
Tabii küçük kızın heyecanlanması için bir hikâyeye bile gerek yoktu. Bir tabak kurabiye bile yeterli oluyordu. Sırf küçük kızın gözlerindeki heyecan pırıltılarını görmek için kurabiye yapmıştı. Karnındaki bebek yüzünden oldukça zorlanmıştı ama Vivian için her şeye değerdi.
Tabağa koyduğu kurabiyeler ile bahçeye yöneldi. Doğmak için an kollayan bebeğin izin verdiği ölçüde adım atabiliyordu. Bu da oldukça yavaş olmasına neden oluyordu. Bahçeye attığı küçük adımla beraber gecenin serin esintisi yüzünü okşadı.
Evlerin bunaltıcı sıcaklığından böyle kaçıyorlardı. Biraz olsun gecenin serinliği ile kendilerine gelmeye çalışıyorlardı. Sadece onlar değil kasabanın geneli böyleydi. Evin içinde bunalan hemen herkes büyüklü küçüklü bahçelerine atmışlardı kendilerini.
Nadya, şanslı kesimdendi. Onların evlerinin etrafını çevreleyen kocaman bahçeleri vardı. Evin yan tarafında kalan bahçede ufak tefek şeyler ekiliydi. Bir diğer tarafında iki büyük meyve ağacı vardı. Arkasında kalan kısımda ise büyük bir kamelya vardı. Çit boyunca ekilmiş meyve ağaçları ve kamelyanın yanına büyük bir çınar ağacı... Kaç yıllık olduğu belli olmayan çınar ağacının kalın dalına kurulmuş salıncak...
Salıncak için kavga eden iki çocuk kurabiyelerin kokusunu alınca peş peşe eteğine yapıştılar.
"Mana! Koulouraki!" (Anne! Kurabiye!)
Arthur, ufak kızın bir adım gerisinde duruyordu. Oldukça çekingen yapısı olduğundan mı bilinmez sessizce bekliyordu. Yine de gözlerinden heyecanı okunuyordu.
Kamelyada oturan iki genç adam, çocuklarını yüzlerindeki hafif gülümseme ile izliyorlardı. Vasili, çocukların eşine zorluk çıkarmasını engellemek için ayaklandı. İki adımda yanına geldiği kadının elinden tabağı alırken kaşla göz arasında öpücükte çalmıştı. Hiçbir şey yapmamış gibi çocuklara döndüğü sırada eşi hafifçe kıkırdıyordu.
"Afiste ti gynaika mou moni..." (Eşimi rahat bırakıyorsunuz...)
Takındığı sahte kızgınlığıyla devam edecekti ki arkadan gelen ses ile lafı bölündü.
"Türkçe lütfen!"
Bu uyarı Gökçe'den gelmişti. O ve Yusuf, kasabadaki nadir Türk-Yunan çiftlerinden biriydiler. Bu hikâyede büyük fedakarlıklar yapan Yusuf olmuştu. Ailesini, dostlarını, işini, dinin ve hatta ismini bile geride bırakmıştı. Sırf onun için Müslüman olmuş adını değiştirmişti.
Çocukları Arthur doğduktan sonra aileleri ile görüşmeye başlamış olsalar da kasabanın neredeyse tamamı onlara karşıydı. Yunan, Yunan ile Türk, Türk ile evlenebilirdi sadece. Bu algı yüzünden çekmedikleri kalmamıştı çiftin. Yine de kasabadaki ufak bir azınlık böyle düşünmüyordu. Vasili ve Nadya da bunlardan biriydi.
Dinleri, dilleri hatta yaşam tarzları farklı bile olsa onların aralarında o sevgi bağına saygı duyuyorlardı. Onlar kötü bir çift değillerdi. Hatta birçok insandan daha iyilerdi daha güvenilirlerdi.
Neredeyse yaşıt olan bu çift hep beraber bahçede oturuyorlardı. Kendileri gibi çocukları da çok iyi anlaşıyordu. Belki bunun nedeni aynı anda doğmuş olmaları bile olabilirdi.
Gökçe'nin isteğine saygı duyarak onun dilinde konuşmasına kaldığı yerden devam etti.
"Kurabiye canavarları, şimdi sizinle bir anlaşma yapalım."
Bir dizinin üstüne çöküp çocukların göz hizasına geldi. Vivian, iri mavi gözlerini sonuna kadar açmış babasını dinliyordu. Arthur'un ise kurabiye umurunda değildi. O, hayran hayran küçük kızı izlemek ile meşguldü. Genç adam bunu fark etse de ses etmedi. Çocukluklarına verdi.
"Uslu durmanız şartıyla kurabiyelerden istediğiniz kadar yiyebilirsiniz."
"Bapa, ben şaten usluyum!"
Küçük kızın tatlı tatlı söyledikleri hepsini güldürmüştü çünkü külliyen yalandı. Uslu olmak bir yana kasabanın en haşere çocuğu olabilirdi. Ona sevimli sevimli bakan kızını başından öperken mırıldandı.
"Öylesin *margarita enyamou, öylesin!"
İyi bir şey söylediğini sandığı için çocuksu sesi ile kıkırdadı. Onun neşeli cıvıltısına, kuşların, böceklerin cıvıltısı eşlik etti adeta.
Babasının ani boşluğundan faydalanıp tabaktan birkaç kurabiye aldığı gibi kaçmaya başladı. En sevdiği oyun kovalamacaydı. O hep kaçardı Arthur da hep kovalardı. Bütün gece böyle oyun oynadılar kâh ağaca çıkıyor kâh saklambaç oynuyorlar kâh salıncakta sallanıyorlardı. Hayat doluydular.
Bir süre sonra hareketlerinin yavaşlamasından anneleri yorulduklarını anlamıştı. Uyku saatleri de çoktan gelmiş geçiyordu zaten. Sözleşmiş gibi ikisi birden seslendiler.
"Vivian! Hadi menam, gel otur!"
"Arthur! Annem! Yeter bu kadar koşmak! Hasta olacaksınız!"
Arthur, annesinin seslenmesi ile hemen oyunu bırakmıştı ama Vivian onun gibi değildi. İnat etmeyi seviyordu. Annesini söylediklerini kulak ardı ederek ağaçtan ağaca koşmaya devam etti.
"Vivian!"
Annesinin sabırsız nidası tekrar yankılandı. Onların görmediğini düşünerek elma ağacının arkasına saklandı. Annesinin onu aramaya geleceğini biliyordu. Onun yerine babasının gelmesine daha mutlu olurdu. Annesi karnında kardeşini taşıdığı için artık onla oynayamıyordu ama babası her zaman onunla oyun oynardı.
"Vivian, hadi more!"
Küçük kızın kalbi heyecanla çarptı. Ağzından hafif bir kıkırtı çıkacak gibi oldu ama hemen eliyle ağzını kapatıp sessiz olmaya çalıştı. Gülmesini tutamıyordu ki sert adımların sesini duydu.
"Benim küçük margaritam nerdeymiş bakalım?"
Aslında nerede olduğunu biliyordu ama onun oyununa eşlik etmeye çalışıyordu. Elma ağacının tam tersi yönde olan erik ağacının önüne geldi. Duymasını istercesine bağırdı.
"Acaba erik ağacının arkasına mı saklandı?"
Sanki oradaymış da yakalamak üzereymiş gibi aniden ağacın arkasına geçti. Küçük kız, elma ağacının arkasından babasının yaptığı komik hareketleri izliyordu.
"Aaaa! Burada değilmiş."
Sahte bir üzüntü ile başka bir ağaca geçti. Yine aynı teatral hareketlerle onun da arkasını kontrol etti. Vivian artık gülümsemesini tutmuyor açık açık gülüyordu. Bulunamıyor olmak çok hoşuna gitmişti. Oysaki herkes onun elma ağacının arkasında olduğunu biliyordu ama susuyorlardı. Tabii Arthur oyunu bozana kadar.
"Vasili amca sende çok sağırsın. Elma ağacının arkasında saklanıyor. Yarım saattir gülüyor nasıl duymuyorsun ki?"
Oyun arkadaşı tarafından ele verilmişti. Bu durum küçük kızı çok kızdırdı. Bozulan oyununa ayrı Arthur'a ayrı kızıyordu. Hızla düşen yüzü ile ağacın arkasından çıktı. Kendince yeri döven adımları ile doğruca Arthur'a yönelmişti. Onu parçalamak ister gibi bir hali vardı.
Atılan adımların, kavganın ilk adımları olduğunu anlayan babası hemen müdahale etti. İki adımda kızının yanına gelip onu tuttuğu gibi havaya kaldırdı. Bir yandan gıdıklayarak Arthur'u kurtarmaya çalışıyordu.
"Bapa bıyak beni! Bıyak beni! Gösteyicem ona gününü!"
O da buna engel olmak istiyordu zaten. Arthur diğer çocuklardan farklıydı hep. Düşünce yapısı yaşıtlarından çok farklıydı. Böyle basit oyunları anlamıyordu. Bu yüzden hep Vivian'ı ele veriyordu. Minik margarita sinirleniyordu o zaman da. Sinirliyken tam bir cadı oluyordu.
Babasının ısrarlı parmakları yüzünde güller açmasına yetmişti. Yeterince güldüğüne inandığında kızı ile beraber masaya geri döndü. Küçük kızdan itiraz mırıltıları geliyordu.
"Baba yoruldu ama."
O da yorulmuştu ama bunu kabullenmek istemiyordu. Bu yüzden sesini çıkarmadı. Bir süre sessizce babasını izledi. Mavi gözleriyle hayran hayran ona bakıyordu. Başını dik tutmaktan yorulunca da babasının geniş omzuna yasladı.
Genç adam yarım kalan sohbetine devam ederken bir yandan da kızının ipek saçlarını okşuyordu. Yavaştan uykusu gelmeye başlayan kızın gözleri ara ara kapanıyordu. O ise tüm inatçılığı ile onları açık tutmaya çalışıyordu.
Onlar kendi hallerinde mutlu bir günü daha sonlandırmak üzereyken hayat çok farklı hesaplar içerisindeydi. Gece daha yeni başlıyordu. Güneş açmış mutluluklarına kara bulutlar gelmek üzereydi. Kara bulutlar içinde sakladığı sağanak yağmurları bırakmak için yer arıyordu. Tek dilekleri o sağanaktan çocukların kaçabilmesiydi.
Normalde geliyorum demeyen bela bu sefer geliyorum demişti.
"Vivian!"
Evin köşesinde durmuş bir kadın zikretmişti küçük kızın ismini. İlk bakışta kim olduğu anlaşılmıyordu ama dikkatli bakan herkes Vivian ile arasındaki benzerliği kavrayabilirdi. Küçük kız kadının minyatürü gibiydi. Tabii ufak bir fark vardı. Onun iç ısıtan mavilerinden farklı olarak kadınınkiler insanın kalbini üşütecek kadar soğuk bakıyordu.
Onun kim olduğunu Nadya ve Vasili dışında kimse anlamamıştı. Şoku atlatan Vasili kontrollü tutmaya çalıştığı sesi ile karısını uyardı.
"Götür onu burdan!"
Küçük kız babasının ses tonundan bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Bu yüzden olsa gerek babasının boynuna sıkıca sarıldı. Babası ise onu annesine vermeye çalışıyordu. Daha doğrusu üvey annesi Nadya'ya...
Sanki bir şeyleri anlamış gibi ayrılmak istemiyordu küçük kız. Annesi, karnındaki bebeğin izin verdiği ölçüde onu kucağına almaya çalışıyordu. Vasili normalde buna izin vermezdi ama şuan bunu düşünemiyordu.
"Gitmek istemiyorum!"
Küçük aklı ile bir şeylerin yolunda olmadığını kavramıştı. Onu koruyabilecek tek kişi olan babasına sarılıyordu sıkıca. Gitmek onu bırakmak istemiyordu. Bir şeyler olacaktı hissedebiliyordu. Uyursa uyandığında bir şeyler eskisi gibi olmayacaktı. Bunları dile getirebilecek kadar aklı ermiyordu ama korkusu bile yetiyordu.
Küçük bedeninden beklenmeyecek bir güçle babasına sarılıyordu. Bir yandan babası kollarını çözmeye çalışıyor bir yandan da annesi onu kucağına almaya çalışıyordu. Bir yandan da onu ikna etmeye çalışıyorlardı.
"Çocukların uyku vakti geldi ama."
Köşedeki kadın ise tüm bu ikna çabalarını sadece izliyordu. Kızı, kızını gidip alacak gücü de isteği de yoktu ama bir aması vardı. Tutması gereken bir yemin vardı.
Gökçe aile içi şeylere karışmak istemiyordu ama arkadaşının karnındakini düşünmeden ani hareketler yapmasına endişe ile bakıyordu. Bakmaktan fazlasını yaparak ona yardımcı olmaya çalıştı.
"Evet. Hem Arthur da uyuyacak şimdi."
Ufak oğlan, annesinin yapmaya çalıştığını anlamadığı için sakin sesi ile söylememesi gereken şeyi söyledi.
"Benim uykum gelmedi ki!"
Bu itirazı beklemiyordu. Kaşları havalanmış bir şekilde oğluna baktı. Çocuk işareti almıştı. Annesi yanlış bir şey söylediğinde ona böyle bakardı. Suçunu bilerek başını öne eğdi. Genç kadın oğlunu üzdüğünü sandı. Hem moralini yerine getirmek için hem de ikna etmek için son kozunu oynadı.
"Vivian ile beraber uyumak istemiyor musun?"
Ufak çocuk işe bu açıdan bakmamıştı. Biraz önce verdiği cevabı da yutamazdı. Kendine hızlı bir çıkış yolu buldu.
"Uykum yok ama çok yoruldum o yüzden biraz erken yatabilirim."
Arthur'n da ikna olması ile savaşı kaybeden küçük kız babasını bırakmak zorunda kalmıştı. İstediğini alamamanın hüznü ile dudaklarını büzmüştü. Ağlamak ile ağlamamak arasındaydı ki babasının yüzünü gördü. Babası kızmıştı. Onu kızdırdığı için utandı. Annesinin boynuna saklandı. Onu içeri götürmesine ses çıkarmadı.
Geride kalanlar çocukların içeri girmesini bekledi. Köşedeki kadın onların gitmesi ile bahçeye adımlamıştı ki Vasili tarafından durduruldu.
"Hemen defolup gidiyorsun!"
Kadını kolundan tuttuğu gibi evin dışına sürüklemeye çalıştı. Kadın hem sözlü hem de fiziksel olarak direniyordu. Ya evin duvarına tutunuyordu ya da yanından geçtikleri bir ağaca.
"Tartışmak için gelmedim. Çocuğumu alıp gideceğim."
Bu söz ile iki adamda şok geçirdi. Yusuf'un nedeni belliydi. Küçük kızın annesinin bir başkası olduğunu bilmiyordu. Böyle bir şeyi ilk defa duymuştu.
Vasili ise kadının bu cesaretine şok olmuştu. Bu kadın neyden bahsediyordu? Kızı üzerinde hiçbir hak iddia edemezdi. Düşüncelerinin gittiği yön sinirlenmesine neden oldu.
"Çocuğun mu?" Histerik bir kahkaha attı.
"Bir çocuğun olduğunu hatırlaman ne hoş! Cehennemin dibine giderken pek hatırlıyor gibi değildin!"
Kadın, sekiz yıl öncesini hatırladı. Evet, gitmişti. Hem de doğar doğmaz bırakmıştı onu. O ne çocuk sahibi olmak istemişti ne de evlenmek ama yapması gerekiyordu. Yapmak zorundaydı. O Helena'nın soyundan geriye kalan tek kişiydi. Yüzyıllardır söylendiği gibi soylarından gelecek olan Kadim Cadı için soyun devam etmesi gerekiyordu. O da bu devamlılığı sağlamıştı.
Şimdi de geri gelmesinin nedeni buydu ya zaten. Her zamanki gibi bazı vizyonlar görmüştü. Gördükleri net değildi. Kendi boyutlarında olsaydı daha net olurdu. Yine de tehlikenin geldiği belliydi. Küçük kızın bu akşam bu ülkeden çıkması gerekiyordu. Her şeyi ayarlamıştı ama ufak bir engeli vardı. Vasili...
"O senin çocuğun olduğu kadar benim de çocuğum. Onun için en iyisi neyse onu yaptım."
Adam o kadar öfkelenmişti ki karşısındaki kadın olmasa şimdiye onu öldürmüştü. Yine de kontrol edemediği gücü ile kadının kolunu koparacak gibi sıkıyordu. Onu sürükleyerek dış kapıya kadar getirdi.
"Hiçbir şeyi doğru yapmadın Helen. Daha önce de yaptığın gibi gidiyorsun. Hiç var olmamışsın gibi yok ol! Einai! Kane afto pou kaneis!" (Öl! Ne bok yiyorsan onu yap!)
Kolunu kurtarmak için çabalıyordu kadın. Ona verilen tek görevi de başarısızlık ile sonuçlandırmazdı. O kızı, ne pahasına olursa olsun yaşatacaktı.
"Bir kez olsun beni neden dinlemiyorsun? Onu buradan götürmem gerek!"
Adam inatla anlamıyordu. Anlamamasının nedeni bilmemesiydi. Zamanında Helen'in ona anlattıklarına inanmamış olmasıydı. Bazen aşırı ısrarlarından inanacak gibi olurdu ama kızında hiç onun söylediği gibi anormallikler görmemişti. Kızı gayet normaldi.
Biricik kızını bir deliye verecek değildi. Hele de böyle ne yapacağı belli olmayan bir deliye.
"Deli birinin lafını dinleyecek değilim."
Kadın bir türlü laf anlatamadığı için çıldıracak gibi hissediyordu. Çocuğu bu adamdan yaptığına bin pişman oldu. Ne vardı ki daha uysal birini seçseydi?
Kelimelerin üzerine basa basa söyledi. "Ben deli değilim!"
Vasili, eskisinden de öfkeliydi. Yusuf onu tutmaya çalışıyordu ama o bile başarılı olamıyordu.
"Evet, öylesin! Zır delisin! Senin gibi bir deliyi kızıma yaklaştıracağımı mı sanıyorsun? Ölürüm daha iyi!"
Yusuf'un elinden kurtulup kadının üzerine yürümeye başladı. Sokağın ortasına kadar kadının üzerine yürüdü.
Kadın mırıldandı "Öleceksin zaten!" Daha yüksek bir sesle ekledi. "Yaşamasını istiyorsan onu bana vereceksin."
"Yaşamasını istediğim için vermeyeceğim. Şimdi buradan defoluyorsun."
Başından defetmek için kadını ittiğinde kadın sokağın ortasına düştü. Yukarıdan ona iğrenircesine bakıyordu.
"Bu burada bitmedi Vasili! Çok pişman olacaksın!"
Bilmediği gerçekten pişman olacağıydı. Hem de bu o kadar da uzun bir süre sonra olmayacaktı. Birkaç saat sonra yaşanacaktı her şey.
Genç adamı sakinleştirmeye çalıştı Yusuf.
"Sakinleş biraz! Gel oturalım."
Onlar çardağa yönele dursun evin içinde ufak bir savaş veriliyordu.
Eve geçtiklerinde beri huzursuzluğu hissetmiş olan çocuklar oldukça sessizdi. Arthur için şaşırtıcı bir durum değildi. Zavallı çocuk her zaman aşırı sessiz ve içine kapanık olmuştu. Konuşacak kimsesi olmadığından da olabilirdi ya da ufak kızın onun yerine bile konuşmasındandı. Bu akşam Vivian bile sessizdi.
Onların sessizliğini dışarıdan gelen gürültü böldü.
"Bir çocuğun olduğunu hatırlaman ne hoş! Cehennemin dibine giderken pek hatırlıyor gibi değildin!"
İki anne birbirlerine kısa bir bakış attılar. Çocukların bu kavgayı duymasını istemezlerdi. Onları gürültüden uzaklaştırmak istercesine arka odaya yönelttiler.
"Çocukların uyku vakti geldi."
Çocuklar hiçbir itirazda bulunmadan ilerlediler küçük odaya. Odaya girer girmez onları küçük kızın yatağı karşılıyordu. Kapının tam karşısında olan açık pencereden gecenin serinliği hissedilebiliyordu. Esinti Vasili'nin öfkeli cümlelerini de beraberinde taşıyordu.
"Hiçbir şeyi doğru yapmadın Helen. Daha önce de yaptığın gibi gidiyorsun. Hiç var olmamışsın gibi yok ol! Einai!..."
Nadya hızlı bir hareketle camı kapatmış olsa da duyulmaması gereken şeyler çoktan duyulmuştu. Arkasını dönmesiyle Gökçe ile göz göze geldiler. Pek bir şey anlamamıştı olanlardan ama sormak için doğru zaman olmadığının farkındaydı. Bu yüzden genç kadının olayı toparlamasına yardımcı oldu.
"Oda yeterince serinlemiş değil mi çocuklar? Hadi bakalım yataklara geçin."
Arthur bir deş söylemeden yaşına göre uzun boyunun verdiği avanta ile küçük kızın yatağının tam karşısındaki yatağa çıktı. Yastığa başını koyup beklemeye başlamıştı.
Ufak kızın ise aklında bambaşka şeyler vardı. Babasının dışarıdan gelen seslerini duymuştu ama çok farklı yorumlamıştı. İnce sesiyle ve dolmaya başlayan gözleriyle sordu.
"Anne, pabam bana çok mu kıjdı?"
Ufak kızdan bu soruyu beklememişlerdi. Babasının kızdığını anlamıştı ama o kızgınlığın kendisine olduğunu zannediyordu. Oysa o, biricik kızına kızamazdı ki. Ne yaparsa yapsın ona sesini bile yükseltemezdi.
Genç kadın karnına dikkat ederek küçük kızın önünde eğildi. Onunla aynı göz hizasına gelip küçük omuzlarından tuttu onu.
"Hayır margaritam o sana kızmadı başka bir şeye kızdı. Sadece konuşurken sesinin tonunu ayarlayamadı. Bunun seninle bir ilgisi yok bebeğim."
Küçük kız her zamanki gibi ısrarcıydı. Sarkıttığı alt dudağı ile ağlamaya hazır olduğunu belirtiyordu. Mavi gözleri, gözyaşları ile boncuk gibi parlıyordu. Bir damla firar etmek için an kolluyordu.
"Ama... ama... ama çok kötü bakıyoydu. Çok siniyliydi. Ben uykum gelmediği için öyle yaptım, özüy dileyim!"
Sanki ağlıyormuş gibi iç çekerek konuşmuştu. Hamilelik hormonlarından mı yoksa bu ufak kıza kıyamadığından mı bilinmez Nadya'nın da gözleri dolmak üzereydi.
"Baban sana kızmadı sevmediği bir arkadaşı geldi ona sinirlendi o."
Çocuğu sıkıca tutup sarıldı. Onun dolu dolu bakan gözlerine dayanamıyordu işte. Kendi gözleri de dolmak üzereydi. Bunu sızlayan burnundan anlayabiliyordu. Şimdi ağlamaya başlarsa duramayacağına emindi bu yüzden ortamın havasını değiştirmeye çalıştı.
"Madem uykunuz yok o zaman size ufak bir ninni söyleyebilirim. Belki uykunuz gelir."
Neşeli çıkarmaya zorladığı sesi ile çocuklara moral vermeye çalıştı. Güven veren gülümsemesi ile hem küçük kızı hem de oğlanı süzdü.
Küçük kızı sanki ağlamış gibi burnunu çekti. "En son söylediğin çok güjeldi yine onu söyley misin?" (Media)
"Tabii ki söylerim! Yeter ki sen iste."
Küçük kıza genişçe gülümseme sundu. Onu kollarının altından tuttuğu gibi yatağa yatırdı. Karnında hafif bir ağrı hissetmişti ama o an için bunu umursamadı.
İnce çarşafı sıkı sıkıya örttü üstüne. Bir eli ile adeta küçük bir bebek pışpışlar gibi ritim tutarken ninniyi söylemeye başladı.
"Osa astra ine ston urano, margaritarenia mou" (Gökyüzündeki yıldızları bul, inci tanem)
"Ke lampoun ena ena" (Onlardan biri parlıyor)
"Toses fores ta matia mou, margaritarenia mou" (Gözlerimse birçok kez, inci tanem)
"Dakrisane gia sena" (Senin için ağladı)
"Ayde, kale mana, agape me ki emena" (Hadi, canım annem beni de sev)
"Kouni, kale mana, to pedi gia mena" (Salla, canım annem, benim için çocuğu)
"Anastenazo, de m'akous, margaritarenia mou" (İç çekiyorum, beni duymuyorsun, inci tanem)
"Kleo de me lipase" (Ağlıyorum benim için üzülmüyorsun)
"Ayde, kale mana, agape me ki emena" (Hadi, canım annem beni de sev)
"Kouni, kale mana, to pedi gia mena" (Salla, canım annem, benim için çocuğu)
Nadya'yı, Gökçe'nin fısıltısı böldü.
"Uyudular."
Nadya ninninin sonunu getirmeden çocuklar uykuya dalmışlardı. Nadya büyük karnına rağmen eğilip küçük meleğini alnından öptü. Hafif olan ağrısı varlığını belli etmek istercesine keskinleşti. Çektiği ağrıyı görmezden gelerek fısıldadı.
"Kalinychta." (İyi geceler.)
Küçük kızın duymadığını düşünüyordu ama duymuştu. Pusuda yatan asan gibi sessizce odadan çıkmalarını bekliyordu. Kapının kapatılması ile uyku emaresi taşımayan gözlerini açtı. Karanlıkta boncuk gibi parlayan gözleri direk Arthur'a yöneldi. Çocuk uyuyor gibi duruyordu. Yine de emin olmak için fısıldadı.
"Arthur uyudun mu?"
Ufak oğlan, uyku mahmurluğu ile gözlerine ağır ağır açıtı. Ufak kızın enerjik haline kısa bir bakış attı. Gözlerini birkaç kez kırpıştırıp uykusunu dağıttı.
Küçük kız gibi oda fısıldamıştı. "Uyumaya çalışıyorum."
"Yanına gelebilir miyim?"
Bu sorudan sonra ufak adamda uyku falan kalmamıştı. Şokla açılan gözleri ile küçük kıza bakıyordu. Hayır demek istemiyordu ama evet de demeli miydi? O Yunandı kendisi ise bir Türk. O an bunu umursamadı. Arkadaşlardı sonuçta.
"Tabii gelebilirsin."
Yatakta duvara doğru biraz daha kaydı. Yatması için yer açtı ufak kıza. Gözlerini kırpmadan kızın yanına gelişini izledi. Bir iki dakika sürmüş olsa da ona çok uzun bir zaman gibi gelmişti.
Küçük kız, minik adımları ile parmak ucunda ilerleyerek ona açılan yere yattı. İstekleri bununla da kalmamıştı ama...
"Bana sarılır mısın?"
Gecenin karanlığında daha çok parlayan mavi gözlerini kırpıştırarak sormuştu. Küçük adam bu görüntüye nasıl hayır diyebilirdi ki? Gözünden taşan sevgi ile kabul etti. Hiçbir şey söylemeden ince kollarının arasına aldı kızı. Başı göğsüne yaslanıyordu. Bir an için endişe etti, kızın kalbinin sesini duymasından.
Oysa onun düşünceleri bambaşka yerlerdeydi. Ufak çocuğun aşkla taçlandırmak üzere olduğu arkadaşlıklarını fark etmemişti. Fark etmesine de gerek yoktu. Bu onların kaderiydi. Elbet bir gün kader onları birleştirecekti.
Başını Arthur ile göz göze gelmek için kaldırdığı sırada sordu.
"O kadın beni almaya geldi. Benim gitme zamanım geldi."
Arthur, kızın söylediklerine şaşırmamıştı. Küçük kızın o kadın ile konuştuğu zamanları görmüştü. Hatta onları gizlice dinlemişti. Yine de bu konuda susmayı tercih etmişti. Bir sır gibi saklamıştı bunu. Tek arkadaşını da kaybetmek istememişti. Yine de sormadan duramadı.
"O kadın kim? Seni nereye götürecek?"
"Merak etme o bana söyledi, bir gün yine buluşacağız."
"Her nereye gidersen git seni bulacağım."
Kendiliğinden, hiç düşünmeden söylemişti bu lafları. Kanından gelen bir istekle söylüyordu bu sözleri ama zamanı geldiğinde çok iyi anlayacaktı.
Küçük kızın gözleri mutlulukla parladı. Hatta hayran olunası mor pırıltılar geçti gözlerinden. Cadı ışıkları denen pırıltılar... Birkaç saniyeliğine zaman durdu ama bunu hiç kimse anlamadı. İstemsizce yapmıştı ama bunu ne ilk defa yapışıydı ne de son olacaktı.
İki küçük yürek, kaldıramayacakları yükleri yüklenmeden önce son kez uykuya daldılar. Bu huzuru tekrar tatmaları oldukça zaman alacaktı. Tekrar birbirlerini bulmaları da...
Onların yanı sıra ailelerinin hiç huzur kalmamıştı. Ne umutlarla başladıkları geceleri nasıl bitmişti? Tabii onlar gecenin burada bittiğini düşünüyorlardı oysa ay daha yeni doğuyordu. Gecenin senfonisi hala bitmemişti.
Onlar çardakta oturup yaşananları düşünürken kapılarının önünde an kollayan kişiden bir haberlerdi.
Zamanının geldiğini düşünerek sinsi adımlarla eve yaklaştı Helen. Görev bilincinden şaşmayarak evin girişine geldi. Ezbere bildiği kapının önündeki saksılardan birini kaldırdı. Gördüğü anahtar ile kendi kendine fısıldadı.
"Hiç değişmemişsin!"
Elinden geldiğince sessiz olmaya çalışarak kapıyı açtı. Ezbere bildiği evde hızlıca arkadaki odaya gitti. İçeri girer girmez gördüğü görüntü ile taş kalbi hafifçe tekledi. Dudakları hafifçe yukarı kıvrılmaya çalışsa da buna engel oldu.
Bir iki adımda birbirlerine sarılarak uyuyan çocukların yanına gelmişti. Kızın açıkta olan koluna hafifçe dokundu. Kızdan hafif mırıltılar gelse de uyanmamıştı. Daha etkili olacağını düşünerek eğilip kulağına fısıldadı.
"Hadi uyan Vivian."
İlkinde bir tepki alamadı bu yüzden birkaç kere daha söyledi. Küçük kız, duyduğu sesi iyice kavradığında hızlıca gözlerini açtı. Bir an için nerede olduğunu kavrayamadı. Saniyeler içerisinde bilinci açıldı. Konumunu bozmadan hafifçe başını çevirdi.
"Beni almaya mı geldin?"
Helen, bir yandan oğlanın kollarını çözerken bir yandan da fısıltıyla konuşuyordu.
"Evet, gitme vakti geldi."
Açılan boşluktan yavaşça sıyrıldı küçük kız. Minik ayakları üzerinde durdu. Ay ışığının aydınlattığı odada kadını görebilmek için başını yukarı kaldırdı.
"Yanıma ne almam gerekiyoy?"
Böyle bir soru beklemiyordu. Nereye gideceklerini ya da ailesinin ne zaman onlara katılacağını sormasını beklerdi ama bu soruyu beklemiyordu. Üzerindeki şaşkınlığı silip çocuğun küçük elini kavrayıp odanın çıkışına yöneldi.
"Bir şey almamıza gerek yok."
Bir an önce evden çıkmak istiyordu ama kızın buna niyeti yok gibiydi. Adımlarını ona uydurmak yerine özellikle yavaşlatıyor gibiydi. Onu durduramayacağını fark edince küçük elini sıkı sıkıya tutan eli hafifçe çekiştirdi.
Genç kadın bir hışımla geri döndü. Bir an için küçük kıza çıkışacaktı ama kendisini son anda durdurdu. İyi rolünü bozamazdı şu an. Kendini zorlayarak kızın göz hizasına indi. Onu ikna etmeden buradan çıkamayacaklarının farkındaydı.
"Gideceğimiz yerde her şeyimiz var. Buradan bir şey götürmemize gerek yok."
"Annem bir yeye gideyken hep kocaman çanta hazırlıyoy. Babam ona kızıyoy ama o hep çok geyekli şeyleyi koydum diyoy. Benim çok geyekli şeyleyim yok mu?"
Ondan ala ala inadını almıştı resmen kız. Kıza sakince cevap verebilmek için gözlerini kapatıp derin bir nefes çekti içine. Sakin ve sessiz bir tonda tutmaya çalıştığı sesi ile konuştu.
"Annen getirecek hepsini. Şimdi bizim önden gitmemiz gerekiyor."
Annen demek garip gelmişti. İçinde hiç olmayan annelik duygusunu hissetmişti sanki. Kendi çocuğu başkasına anne diyordu. Bunu kendi istemişti.
"Kaydeşimle beyabey geliyley dimi?"
"Evet kardeşinle beraber gelirler."
Kızı susturmak için sadece onaylamıştı. Ne söylediğinin bir önemi yoktu sorun çıkarmadığı sürece. Ayağa kalkarken kızı tembihledi.
"Şimdi hızlı ve sessiz olacağız anlaştık mı?"
Sadece başını sallayarak onayladı onu. Oyun gibi düşünüyordu. Saklambaç oynarken de hızlı ve sessiz olması gerekiyordu. Bunu yapabilirdi.
Evden çıkmaları çok sürmemişti. Kapıyı kapatmakla vakit bile kaybetmemişti genç kadın. Sıkı sıkıya tuttuğu küçük el ile koşar gibi ilerliyordu. Askerlerin ne zaman geleceğini tam bilemediği için elinden geldiğince hızlı olmaya çalışıyordu ama küçük kız ona ayak uydurmakta zorlanıyordu.
Onun büyük adımlarına yetişemiyordu. Bu da yavaşlamalarına neden oluyordu. En sonunda pes ederek kızı tuttuğu gibi kucağına aldı. Dakikalar içerisinde kasabanın ışıkları arkalarında kalmıştı.
Geride bıraktıkları kasabada ise vahşet gecesi başlamak üzereydi. Sessiz geceyi zırhlı araçların gürültüsü böldü ilk önce, sonra silah sesleri ve akabinde onu takip eden feryatlar. Yunan askerleri bütün kasabalara gelmişti. Ev ev geziyor ne kadar Türk erkek varsa çocuk yaşlı demeden öldürüyorlardı.
Bahçede sakinleşmeye çalışan çiftler ne olduğunu anlamışlardı. Uzaktan gelen silah sesinin başta eşkıyalara ait olduğunu sansalar da kısa sürede öyle olmadığını anladılar. Köşeyi dönen asker aracından inenler zorla evlere giriyordu. Türklerin evlerine...
Ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlardı ama Nadya ve Gökçe annelik iç güdüsü ile çocukların odasına girdiler. Onları bekleyen büyük bir şok vardı orada. Vivian yoktu.
"Vivian! Vivian nerede?"
Dışarıdan gelen feryatlara bir annenin feryadı daha eklenmişti. Evin her yerini kapatıp kilitlemeye çalışan adamlar bunu duyunca odaya girdiler hızla. Odaya girmeleri ile feryadın nedeninin anladılar. Küçük kızın yatağı boştu.
Herkesin bakışları annesinin koynuna saklanmış olan Arthur'a döndü. O da şaşkındı kollarında olması gereken küçük kız yerine yastık vardı. Vasili korkuyla ses tonunu kontrol edemedi. Bağırırcasına çocuğa doğru sordu.
"Vivian nerede?"
"Bi...bil..mi..mi..yor..um!"
Oldukça korkmuştu. Annesinin arkasına saklanmak ister gibi duruyordu. Annesi onu sakinleştirmek için yavaş yavaş başını okşuyordu. Fısıltı ile sordu
"Bir yere gittiyse söyle. Kızmayacağız."
Korkudan titreyen sesi ile cevapladı.
"Bana sarıldı. Beraber uyuduk ama şimdi yok. Bilmiyorum anne özür dilerim. Çok özür dilerim."
Gökçe oğlunun yanında kaldı ama diğerleri evin her yanında küçük kızı aramaya başladılar. Herkes başka bir köşeye bakıyordu. En başta tuvalette yada su içmeye kalktığını düşünmüşlerdi ama bu düşünceleri kısa sürede çürüdü. Onlara oyun oynama ihtimalini düşünerek evde saklanılabilecek yerlere bakıyorlardı ki Nadya aralık kalan kapıyı fark etti. Bu kapıyı kapatıp kilitlediğine emindi.
Ani refleks ile kapıdan dışarı atıldı. Kendi telaşlarından unuttuğu şey dışarısının cehennem yerine dönmüş olduğuydu. Yunan askerleri kapıdan çıkan herkesi vuruyordu. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı, Yunan, Türk demeden. Çünkü biliyorlardı ki gerçek Yunan'lar bu akşam evlerinden dışarı adım atmayacaktı.
Daha sokağı dönerken bağırmışlardı. Yunanların evlerinde kalması gerektiğini. O an kızlarını aramakla meşgul olan çift bunu duyamamıştı. Aralık kapıdan kızın dışarıda olduğunu düşündü. Dışarı adım atması ile kapının önünden geçen bir asker refleks ile namluyu ona doğrulttu.
Geceyi delen seslere iki el silah sesi daha eklendi. İki kurşun isabet etti genç kadına. Biri karnını diğeri göğsünü delen iki kurşun. Onlara sıkılan ilk kurşunlardı bunlar ama son değillerdi.
Asker onlara verilen emri yerine getirdi. Türklere Yardıma kalkışan herkesi öldürmeye devam ettiler. Kapının önünde yatan Nadya'nın cesedinin üzerinden geçerek eve girdiler. Karşılarına çıkan kim varsa öldürmeye devam etmek için.
İkinci kurbanları Vasili oldu. Karısına yöneldiği sırada alnının ortasından vurulmuştu. Olduğu yere yığılan bedeni açık kalan gözleri ile karısına bakıyordu. Saniyeler içerisinde yaşanan ölümlere şahit olan Yusuf hızla karısının yanına yöneldi. Bir yandan da bağırıyordu.
"KAÇ!KAÇ GÖK..."
Sözü yarım kalmıştı çünkü artık konuşabilecek bir bilince sahip değildi. Milliyetçilik adı altında yapılan katliamda unutulacak bir cesette o olmuştu. İçeri giren üç asker görünümlü terörist evin her bir köşesine bakıyorlardı. Çok büyük olmayan evi aramayı hızlı bitirmişlerdi. Adamın seslendiği kişiyi bulamamışlardı.
Oysa Gökçe çoktan camdan atlayıp kaçmaya başlamıştı bile. Sinesine sakladığı oğlu ile bir evin bahçesinden diğer bir bahçeye geçiyordu. Çok uzun sürmeyen kaçışı esnasında vahşete şahit olmuştu. Bahçelerinde öldürülen insanlar, yakılan evler, annesini başında ağlayan bebekler, korkudan cama bile yaklaşmayan Yunan halkı...
Bir saniye düşünmeden edemedi. Vivian, o akşam gitmemiş olsaydı yaşayacaklardı. Evden çıkmasalar şu an kocası da diğerleri hayatta olacaktı. Bu düşünceyi hızla kafasından attı. Şu an kaçması gerekiyordu. O gün, hayatta kalması gerekiyordu. Bir başkası için ya da kendi için değil oğlu için hayatta kalması gerekiyordu.
Zorlu ilerleyişi sırasında bir evin bodrumuna inen kapıyı gördü. Bodruma bahçeden bir kapı vardı. Girip girmemek arasında kalmıştı. Evden ses gelmiyordu. Ya çoktan ev halkı ölmüştü ya da Yunan oldukları için dışarı çıkmamış vahşete kulaklarını tıkıyorlardı.
O an için yapacak başka bir şansı yoktu. Bir eli ile açtığı kapıdan içeri girdi. Bodrum kiler olarak kullanılıyordu. Raflarda reçeller ve kış için yapılan yiyecekler vardı. Arkada köşede bir rafın arkasına saklandı. Kucağında oğlu ile yere çöktü. Sessizce iç çeken oğlunu uyardı.
"Şişiş! Sessiz ol!"
Onun gibi kaçmakta olan biri anne daha saklanacağı yere varmıştı. Helen geldikleri iskelede binecekleri gemiyi arıyordu gözleriyle. Küçük çocuk neşeli çıkan sesi ile sordu.
"Gemiye mi bineceğiz?"
Binecekleri gemi bir türlü görüş açısına girmiyordu. Telaşlı bir ses tonu ile cevapladı küçük kızı.
"Evet."
"Ben hiç gemiye binmemiştim. Arthur'da binmemiştir kesin. Keşke o da bizimle gelseydi."
"Arthur da kim?"
"Sahte ikizim."
"O ne demek?"
"Biz onunla aynı gün doğmuşuz. Bu yüzden annem bize öyle sesleniyor.”
Kadının gözleri şokla açıldı. Yüzyıllarca nesilden nesile anlatılanlar doğruydu demek ki. Bir sonraki Kadim Üçlerin birincisi onların soyundan gelecekti. Onun kendi kızı olmasını canı gönülden istemişti. Sırf bu yüzden ona Vivian ismini vermişti zaten. O müjdeciydi. Onlara umut müjdeleyecekti.
İstediği olmuştu. Kızı Kadim Üçlerdendi. Hatta gardiyanı bile dibindeydi. Bu şaşırılacak şeydi ki o anda aklına bir şey dank etti. Gardiyan soykırımın ortasında kalmıştı. Kızını kurtarmıştı ama gardiyan ölebilirdi. Onu da kurtarması gerekiyordu.
Telaşla ile binecekleri gemiye bakınmaya devam etti. Vivian'ı gemide güvenli bir yere bıraktıktan sonra geri dönüp gardiyanı kurtaracaktı.
İskelede hızlı adımlarla ilerlerken sonunda büyük gemiyi buldu. Gecenin bu saatinde etrafta kimsenin olmamasından faydalanarak sessiz adımlarla gemiye bindiler. Büyük yük gemisinde kimse yokmuş gibi etraf sessizdi. Geminin içine girdiler kimseye gözükmeden.
Ağır yük gemisi oldukça büyüktü. İlk katta yemekhane vardı. Bir alt katına inildiğinde ise dar koridordaki kapılar büyük ihtimalle yattıkları yere çıkıyordu. Bir alt kat ise makineler ile doluydu. Garanti olması için daha bir alt kata indi. Gemi hareket halinde olmadığı için hafif bir gürültü vardı. Bu yüzdende kaçak yolcuları fark edene kadar çoktan Rusya'ya varmış olacaklardı.
Büyük borulardan birinin arkasına gelene kadar içeride ilerledi. Küçük kızı sakince kucağından indirdi. Kızın göz hizasına inerek birbirine girmiş saçlarını hafifçe okşadı.
"Seninle bir oyun oynayacağız tamam mı?"
Küçük kız refleks olarak iki kaşını da kaldırdı. Anlamaya çalışır gibi sordu.
"Ne oyunu?"
Genç kadın bir an için bu yüz ifadesini kendine benzetti. Hızlıca kendini toparlayıp devam etti.
"Ben geri gelen kadar burada sessiz bir şekilde beni bekleyeceksin tamam mı?"
Anlamaya çalışıyordu ufak kız. "Tıp mı oynayacağız?"
"Evet, tıp oynayacağız."
Hızlıca verdiği cevaptan sonra telaşla ayağa kalkıp gemiden çıkmaya yönelmişti ki bir iki adım attıktan sonra küçük kızın ince sesini duydu.
"Hızlı ve sessiz ol olur mu?"
Bir an için gülecek gibi olmuştu. Boş bir anına denk gelmişti. Böyle bir cevap beklemiyordu. O gerçekten de onun kızıydı. Keşke yanında olabilseydi.
Tamamen olmasa da bedenini üst kısmı çocuğa dönüp işaret parmağını dudağına götürerek sessiz olmasını belirtti. Küçük kız elini ağzına kapatıp sadece kıkırdadı. Onun sessiz kalacağını ummaktan başka bir çaresi yoktu.
Eskisinden daha hızlı attığı adımları ile geldiği yolu gerisin geri gitmeye başladı. Bir yerden sonra koşuyordu bile. Bu onun için tehlikeliydi ama bir an önce kasabaya varmak istiyordu. O çocuğu yaşatmak istiyordu. Tanrı'nın yazdığı kaderden habersiz.
Tanrı, kendi yarattığını çoktan korumaya almıştı. Ona bir anne göndermişti. O gün ve sonraki günlerde olduğu gibi kurtulan her çocuğun kurtarıcısı annesiydi.
Unuttukları şey Tanrı'nın yaşamdan başka bir şeye daha karar verdiğiydi. Ölüm...
Kasabaya yaklaştığını yanan evlerin dumanından anlamıştı. Yine de yavaşlamadı. Son hızda koşmaya çalışıyordu. Acele ediyordu. Acele gitti, eceline gitti. O kasabaya geri dönmek sonu olmuştu onun. Kimsenin onu görmediğini sanıyordu ama çoktan askerler kasabanın girişini tutmuşlardı.
Önce patlama sesi geldi. Sonra sol omzundaki yanma hissi. Ani gelen acı ile devrilmek üzereydi ki ikinci bir ses daha duyuldu ikinci bir acı... Ciğerini delen bu acı ile bitmemişti. Hala nefes alabiliyordu. Ciğerine dolan her hava, hücrelerine acı taşıyordu sanki. Üçüncü bir ses daha yankılandı. Bu seferki acıtmamıştı.
Ölülerin canı yanmazdı.
Son nefesi bir dua gibi göğe yükseldi ve Tanrı'yla konuştu. "Quin in vobis est!" (O sana emanet!)
Bir anne vardı çocuğundan uzakta yaşayan. Bir anne vardı onu korumaya çalışan. Bir anne vardı evladın görev olduğunu sanan. Bir anne vardı anne olamayan. Artık o anne yoktu.
O gece nice anneler nice evlatlar katledildi. Bir eksik ya da bir fazla pek önemli olmadı. Nice insanlar evinden yurdundan kaçtı. Nice insanlar kaçarken yakalandı. Bazıları çocukların kulağına fısıldadı
"Geçecek." Hiç bir zaman geçmedi.
"Bitecek." Hiç bir zaman bitmedi.
"Gidecekler." Hiç bir zaman gitmediler. Biz gittik. Kendi yurdumuzu onlara bırakıp gittik. Evimizi, toprağımızı, hayallerimizi, umutlarımızı...
Hiç fark etmeden hayallerini umutlarını, topraklarını ve en önemlisi ölen ailesini geride bırakan yalnız bir çocuk vardı. Bütün bunlardan habersiz, o makinelerin arasında uyuyordu. Masum yüzünde kaşları çatılmıştı. Sanki kimsesiz kaldığını biliyormuş gibi.
Şu an bilmiyordu ama öğrenmesine az kalmıştı. Gözlerini açacağı yeni bir sabahta ne annesi olacaktı ne de babası. Artık hiç kimsenin inci çiçeği olmayacaktı.
Artık sadece Vivian'dı. Öksüzdü, yetimdi, yurtsuzdu, bayraksızdı...
Bu kanlı geçmişten ona kalan iki şey vardı. Hafızasındaki anıları ve boynundaki incisi.
Helena'nın soyundan gelen Helen'in kızı olarak doğmuştu. Çocukluğunu Nadya ve Vasili'nin kızı olarak yaşamıştı. Geri kalan hayatında ise bir yaprak gibi oradan oraya savrulmaya devam edecekti.
Ta ki zamanı gelene kadar...