O gemide, yaratıcı kader düğümlerinin bazılarını çözerken yenileri eklemeyi de ihmal etmiyordu.
Küçük kızın artık acı bir aile geçmişi vardı. Yunan saldırısında canice katledilmiş annesi, babası ve doğmamış kardeşi olmuştu. Arthur'un ise bir daha ne zaman karşısına çıkacağından habersizdi.
Acı geçmişinden habersiz geleceğine yolculuk yapıyordu. Çoktan demir almış olan gemi Marmara denizine doğru ilerliyordu. Sıradaki ve son durağı Karadeniz olacaktı. Yarım kalmış çocukluğu ve gençliğinin eksik parçasını orada tamamlayacağından habersiz bir şekilde uyuyordu.
Belki de bu yüzden bir türlü uyanamamıştı. Uyandığında karşılaşacaklarından haberi varmışçasına derin bir uyku çekiyordu. Mürettebat onun varlığını fark ettiğinde bile uyanmamıştı. Mürettebat, kapatana haber verirken derin uykusunun bilmem kaçıcı rüyasındaydı.
Gözlerini gerçek hayata açmadan saniyeler öncesinde yüzünde minik bir gülümseme vardı. Saniyeler içerisinde yerinde yeller esen gülümsemesi ile başında dikilen adamlara bakıyordu. Onu inceleyen beş çift göz yüzünden korkmaya başlamıştı.
Annesi neredeydi? O uyurken gelmiş olması gerekmiyor muydu?
Titreyen göz bebekleri ile tepesinde dikilen dört adamı incelemeye başladı.
İçlerinden biri aşırı zayıftı. Zayıf vücudunun aksine kafası oldukça büyüktü. Böyle gözükmesine tombul yanakları neden oluyor olabilirdi. Tahminen babasından daha genç yaşta biriydi. İçerisinin sıcağından mı yoksa dışarısının soğuğundan mı bilinmez yanakları al aldı. Bu yüzden küçük kızın ona isim vermesi hiçte zor olmadı. O, onun için al yanaktı.
Onun arkasında dikilen adam ise oldukça iriydi. Hatta al yanağın neredeyse dört katıydı. Adamın yüzünü görebilmesi için gözlerini tavana dikmesi gerekmişti. Göz göze geldiklerinde irkilmeden edememişti. Dik bakışlarının daha da korkutucu gözükmesine neden olan büyük bir yara izi vardı. Sağ kaşının ortasından başlayıp çenesine kadar inen derin bir izdi. Annesinin ona anlattığı gulyabanilere benziyordu. Ona takacağı ismi çokta düşünmedi.
Gulyabaninin sert bakışlarından zorla gözlerini ayırdığında ortalama boylarda sevimli bir şekilde ona gülümseyen adam ile göz göze geldi. Gülümseyen yüzden sonra adamın parlak kıvırcık saçları dikkatini çekmişti. O andan itibaren ona kıvırcıktan başak bir şey diyemezdi.
Bakışlarını tam dördüncü kişiye çevirmişti ki onun ilk gördüğü konumda olmadığını fark etti. Arkadan gelen birisine doğru dönmüş bir şeyler söylüyordu. O kadar hızlı konuşuyordu ki kelimeleri takip etmekte zorlanıyordu.
"Gemiye ne zaman bindi biz de bilmiyoruz. Onu bulduğumuzdan beri altı saat geçti. Bir kaç dakika önce uyandı. Şimdi ne yapmamız gerekiyor. Onu bir sonraki turda geri mi götürmeliyiz?"
Sözlerinin yarısında kalabalığa bir kişi daha katıldı. Kendisinin kaptan olduğu yüz metre öteden belli olabiliyordu. Herksin ona olan bakışları saygılıydı. Ayrıca üzerindeki ceketten tut şapkasına kadar otorite akıyordu.
Küçük kız, bu görüntü ile olduğundan daha fazla gerildi. Birinin ona bir şey soracak olmasından ölesiye korkuyordu. Çünkü kendisi henüz cevaplara sahip değil. Hatta soracağı tonlarca soru vardı. Titrek sesi ile içlerinden en mantıklı olanı dillendirdi.
"Pou einai i mitera mou?" (Annem nerede?)
Bütün gözler şaşkınlıkla ona döndü bu sefer. Kız onlar için tehlike arz ediyordu bir de kızın yabancı olması onlar için daha tehlikeliydi.
Kaptan tek dizinin üzerine çökerek kız ile aynı hizaya geldi.
"Poiâ einai mitera sou?" (Annen kim?)
Ufak kız onu anlayan birisinin varlığı ile biraz rahatlamış olsa bile korkudan göz bebekleri hala titriyordu.
"Helen."
Zor duyulan bir ses tonu ile ismi zikretmişti. Al yanak, kaptandan önce davranıp kendi dilinde bir şeyler söyledi.
"O da burada mı gemide mi?"
Küçük kızın anlamadığını düşünen kaptan tam cümleyi çevirecekti ki kızdan cevap geldi.
"O bir şey unutmuştu. Gelmiş olması geyekiyoy. Gelmedi mi?"
Onun çocuksu sesini duyduklarında hepsi şaşırmıştı. Karşılarındaki çocuğun kim olduğunu bir an önce öğrenmeleri gerekiyordu. Kim olduğunu, nereden geldiğini, nereye gitmeye çalıştığını ve neden yalnız olduğunu? Bir anne baba çocuğunu nasıl böyle bırakırdı ki?
Hepsinin şaşırmasına neden olan şeyi gulyabani dillendirdi. "Türkçe biliyorsun?"
Onun kalın sesini duyan küçük kız oturduğu yerde biraz geriledi. Korkudan sesini çıkaramamıştı ama keskin bakışlı adamı başı ile onaylamıştı. Her birinin onu inceleyen bakışlarından rahatsız olmaya başlamıştı. Bakışlarının ayakuçlarına indirdi. Mavi gözleri yavaş yavaş doluyordu. Görüşü bulanıklaşıyordu.
Ondaki değişimi ilk fark eden kaptan olmuştu. Kıza fazla yüklendiklerinin farkındaydı. Karşılarındakinin çocuk olduğunu unutmuşlardı.
"Herkes işinin başına, karaya çıkmaya yakın bu konuyu tekrar konuşacağız."
Miçolar başta kaptanlarının neden böyle söylediğini anlamamışlardı ama kısa sürede kendilerini toparladılar. Onların sessiz adımlarla odadan ayrılmasının ardından kaptan da ayaklandı. Tepeden bir bakış atarak nasırlı avcunu küçük kız uzattı.
Kız bir an ne yapması gerektiğini bilemedi. Ona uzatılan ele uzun bir süre baktı. Ondaki tereddüttü fark eden kaptan onu teşvik etmeye çalıştı.
"Gel, yemek yiyelim."
Yine de o eli tutmaktan korkuyordu küçük kız. Onu utandırmak istercesine karnı gürültü ile guruldadı. Bu daha fazla çekinmesine neden olmuştu. Yine de çekinerek titreyen elini nasırlı avuca bıraktı. Kaptan küçük eli sıkıca kavrayarak odanın dışına adımladı.
Dışarı çıkar çıkmaz denizin serin havası yüzlerini yalayıp geçti. Kaptanın cildi bu duruma alışkındı ama küçük kız için aynı şey söylenemezdi. Küçük bedeni hafif bir titremenin esiri oldu. Bu durumun farkında olan kaptan adımlarını biraz daha hızlı atmaya çabaladı ama onu takip edenin ufak bir kız çocuğu olduğunu unutmuştu.
Birbirine dolaşmak üzere olan küçük adımları ile adeta kamaraya koşmuşlardı. İçeri girer girmez sıcak hava ile burnunun ucu sızladı. Soğuktan hissizleşen kılcan damarlarına can gelmişti. Yanakları ve burunun ucu al al olmuştu.
Çekingen bakışları ile kaptan köşkünü inceledi. Köşkün dört bir yanı kalın camlarla çevriliydi. Geminin kıçına bakan tarafta büyükçe bir sedir vardı. Onun tam karşısında ise geminin komuta merkezi vardı.
Odayı incelemeye devam edemeden kollarının altından tutularak sedire oturtuldu. Küçük kız tepki bile veremeden ondan uzaklaşıp şimdiye kadar fark etmediği kapının yanındaki dolaptan bir şeyler çıkarmaya başladı. Biraz önce bahsettiği yiyecekleri çıkarıyordu.
Duvara montelenmiş masayı indirdi. Küçük kız solundan inen masaya bile irkilmişti. Fark etmeden onu çok korkutmuşlardı.
Önüne konan yemeklerde gözlerini gezdirdi. İki tane konserve vardı. Bir şeftali konservesiydi diğeri ise fasulye. Kaptan açtığı çekmeceden bir kaşık çıkarıp onu da konservelerin yanına koydu.
Küçük kızın titrek bakışları bir süre masadaki konserveler üzerinde gezindi. Tam kaşığa uzanıyordu ki sertçe kapanan dolabın sesi ile yerinde sıçradı. Kaptanın bakışları hızlıca ona döndü.
"Sadece dolap." Güven verici bir tonda ekledi "Yemeğine devam edebilirsin."
Küçük kızın yemekte tereddüt ettiğini fark ettiği için kendisine de bir konserve açmıştı. Hepsini yemese bile birazını yemeyi düşünüyordu. Kızın gözlerinin içine baka baka iki büyük lokma attı ağzına. Sanki yeryüzünde yediği en güzel yemekmiş gibi seslerde çıkarmayı ihmal etmiyordu.
"Eğer yemeyeceksen biraz alabilir miyim?"
Bu sahte blöfe kanan küçük kız bir kaşık dolusu fasulyeyi ağzına doldurdu. Tadı daha önce yediği fasulyeye benzemiyordu. Kısa bir an yaşlı adamın bunu nasıl zevk alarak yediğine şaşırdı. Onun şaşkın bakışlarını yakalayan adam sakince gülümsedi.
"Evin nerede?"
Kaptan Kemal, küçük kızın neden böyle bir şey sorduğunu anlamlandıramadı. Şaşkınlıktan havaya kalkan kaşları ile sordu:
"Neden soruyorsun?"
"Annem çok güzel fasulye yapar. Sana da yapar."
Küçük kızın çekine çekine söylediği şeyler gülümsemesine neden olmuştu.
"Sen nerede yaşıyorsun?"
"Neden soruyorsun?"
İşte bu cevap kahkahalar ile gülmesine neden olmuştu. Kız sanki küçük değil de büyük gibiydi. Cevap verirken o küçük burnunu havaya kaldırması ile isyankâr bir havası vardı.
Kemal oturduğu yerden kolunu uzatıp kızın ufak burnuna küçük bir fiske vurdu.
"Seni onlara götürmek için soruyorum."
"Benim onlara gitmeme gerek yok onlar gelecek."
Adamın aklı karışmıştı. Kim nereye gelecekti. Bu geminin nereye gittiğini bile bildiklerini sanmıyordu. Kız kendi kendine kaçmamıştı belli ki ama kim onu nereye götürüyordu.
"Ailen nereden gelecekler. Yaşadığınız yer neresiydi?"
"Ellada, xanthi." (Yunaistan, İskeçe.)
Kemal Beyin gözleri birden donuklaştı. Bu kızın neden bu gemide ve neden yalnız başına olduğunu şuan çok iyi anlamıştı. İskeçe neredeyse yarım gün önce oldukları yerdi. Demir alıp yola çıkmalarındaki sebep ise vakitlerinin gelmiş olması değil kasabada iç karışıklık çıkmış olmasıydı.
Küçük kız o karışıklık esnasında gemiye bindirilmiş olmalıydı. Acaba ailesi hayatta mıydı? Hayatta olsalardı kızı yalnız bırakmazlardı ama...
"Seni gemiye kim getirdi?"
Ağzına attığı şeftalileri şapırdatarak yerken birden ona sorulan soru ile kafasını kaldırdı. Ağzı dışında yüzü ile de yemişti resmen. Bu hali ile suç işlerken yakalanmış çocuklara benziyordu. Kısa bir an ona sorulan soruyu düşündü
Ne cevap vereceğinden emin değildi. Annesi bindirmişti ama onun iki annesi vardı.
"Annem Helen."
Ağzındaki lokmayı yutup devam etti.
"Ama benim iki annem var. Diğer annem Nadya, o hamile olduğu için bize daha sonra katılacak."
Kemal, anne olayını pek anlamamıştı. Babasının iki eşi mi vardı? Tam sormak için ağzını açmıştı ki vaz geçti. Bundan daha önemli soruları vardı.
"Helen, peki o neden gelmedi?"
"Aslında geldi ama birini daha almak için geri döndü."
"Baban peki? Onun adı ne?"
"Paba? Vasili."
O zaman daha iyi anlamıştı. Karşısındaki kız yunandı. Sorun işte burada başlıyordu. Yunanlar artık kendi halkını da mı öldürmeye başlamıştı? Kafasında dönen kırk tilkinin kuyruğu da düğüm olmuş gibi hissediyordu. Bu işten nasıl çıkacağını bilmiyordu.
Birkaç saat içerisinde son duraklarına Karadeniz'e gelmiş olacaklardı. O zamana kadar bir çözüm bulmalıydı. Ya bu kızı yetkililere verip sınır dışı edilmesine neden olacaktı ya da ona bakacak birilerini bulacaktı.
Kendileri ile kalması tehlikeliydi. Eğer ailesi yaşıyorsa ve bu kızı arıyorsa yetkililer elbet küçük kızın bu gemiye bindiğini fark ederdi.
Peki ya ailesi ölmüşse? Bu kızı yetkililere verirse ne olacaktı. Ailesini katlettikleri bir kızı ne yaparlardı kim bilir. O yunan şerefsizlerine böyle masum birini vermek istemiyordu.
Şimdilik onu ülkesine göndermekten vaz geçti. Hem bu sefer bittikten sonra yeni bir sefere çıkacaktı. O süreçte ailesinin hayatta olup olmadığını öğrenebilirdi. Ona göre ne yapacağına karar verecekti.
Yemeğini bitirmiş olan kız hem yorgunluktan hem de tok olan karnı ile hafif hafif mayışmaya başlamıştı. Kemal bunu fark edince hızlı davranarak çocuğu sedire yatırdı. Kenarda duran ince battaniyeyi üzerine örterken son sorusunu sordu.
"Senin adın ne?"
"Vivian."
"Ben de Kemal. Tanıştığıma memnun oldum küçük hanım."
Küçük kız, isimden sonrasını duymamıştı bile. Derin bir uykuya dalmadan saniyeler önce hafif bir mırıltı çıkardı. Sanki Kemal Beyi onaylıyordu.
O uyurken çok şey olup bitiyordu. Onun kaçtığı kanlı savaştan kaçmaya çalışan iki kişi daha vardı. Bir anne ve bir oğul...
Sabaha karşı gözlerini açtıklarında Gökçe bir an için nerede olduklarını anlayamamıştı. Saatler öncesinde yaşanan gecenin bütün sahneleri bir bir gözünün önüne geldi. Hatırladıkları başı kucağında olan oğluna daha sıkı sarılmasına neden olmuştu.
Nefesini tutup dışarıdan gelecek sesleri dinledi bir süre. Başta sadece ufak inlemeler ve feryatlar vardı. Sesi kısılmış kadınların artık inleme gibi çıkan feryatları...
Aradan kaç dakika geçti bilmiyordu ama artık kaldıkları evden de sesler gelmeye başlamıştı. Ufak tıkırtılar ile başlayan seslere konuşma sesleri de eklendi.
O dakikadan itibaren Gökçe yakalanacaklarından oldukça emindi. Bir an önce geldikleri yerden gitmeye karar vermişti. Sakince, fısıldayarak Arthur'u dürttü.
"Annecim, hadi uyan!"
Çok sesli konuşamıyordu. Ev ahalisinin sesini duymasından çekiniyordu. Varlığı fark edilmeden gitmeliydi. Sanki her biri kilere inecekmiş gibi tedirgindi.
"Annecim, hadi!"
Onun fısıltıyla yaptığı uyarılara küçük oğlan sadece mırıldanarak cevap verebilmişti. Şuan uykusundan hiç uyanmak istemiyordu. Gözlerini gerçek dünyaya açıp acı gerçeklerle yüzleşmek için hazır değildi. Bir sürede asla hazır olamayacaktı.
"Arthur!"
Bir ton yükselttiği sesi ile tekrar denedi. Bu sefer yattığı yerden sıçrayarak uyandı çocuk. Yeşil gözlerini ağır ağır araladı. Bir an için o da nerede olduğunu anlamamıştı. Daha sonra gece yaşananları hatırladı.
Şimdi ne yapmaları gerektiğini sorar gibi annesine bakıyordu. İçinde oldukları durumu tam olarak anlayamıyordu. Bazı şeyleri sindirmesi ve öğrenmesi için zamana ihtiyacı vardı ama şuan hiç zamanları yoktu.
Gökçe tam ağzını açmış bir şey söyleyecekti ki korktuğu başına geldi. Evde yaşayan bir kadın kilerin kapağını gürültü ile açtı.
Genç kadın ani bir refleksle oğlunun ağzını sıkıca kapatıp kucağına geri çekti. Gözlerini kadına dikip sessizce dua etmekten başak bir çaresi yoktu.
"Lütfen bizi görmesin Allah'ım!"
İçinden kim bilir kaç defa tekrarlamıştı bunu ama duası kabul olmamıştı. Ev sahibi ile göz göze geldiği an onu görmesini istemezmişçesine sıkıca yumdu gözlerini.
Tabii iş işten geçmişti. Onu gören kadından kısa ama keskin bir çığlık yükseldi. Ani refleks ile elindeki kavanozu düşürmesi daha büyük bir gürültü olmuştu. Evin geri kalan ahalisi bu gürültüye hızla toplanmışlardı. Onları bekleyen hiçte hoş olmayan bir sürprizle karşılaşmışlardı.
Basık kiler katına ikinci gelen genç bir kızdı. Büyük ihtimalle annesinin neye böyle bir tepki verdiğini görmek için acele etmişti. Bunu desteklercesine alaylı sesside ona eşlik ediyordu.
"Yine büyük bir fare mi gördün anne?"
Evet, görmüştü. İki eli ve iki bacağı olan bir fareydi. İnsan boyutlarında olacak kadar da büyük. Üstelik yanında yavrusu bile vardı. Bu büyük fareyi o da gördüğünde ufak bir çığlık attı.
Evin iki hanımının çığlık atmasına neden olan şey artık evin beyinin de dikkatini çekmişti. Ondan önde giden göbeği ile alt kata inen merdivenleri arşınlamaya başlamıştı.
"Ne gördünüz de bu kadar abartıyorsunuz acaba?"
Abartılan şeyi kendi gözleriyle gördüğünde kısa bir anlığına dili tutuldu. Dili ilk çözülende yine o olmuştu.
"Gamo!"
Ağzından çıkan ilk sözcük kaba bir hakaret olsa da o anda bunu kimse önemsemedi.
"Siz de kimsiniz?"
Kim olduğu merak edilen kişi sadece onlar değildi. Karadeniz'in küçük bir köyünde de aynı soru zikredilmekteydi. Mavi ama zekâ pırıltıları metrelerce öteden fark edilebilen gözlere sahip ufak bir kız...
Gemi limana varır varmaz büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Neredeyse herkesin aylardır beklediği şey gelişti. Bazılarının babası, bazılarının abisi, bazılarının kocası bazılarının geçim kaynağı... Hiç kimse mürettebata eşlik eden küçük kızdan haberdar değildi. Ta ki gemi boşalmaya başlayıncaya kadar.
Bütün tayfa iner inmez onu bekleyen kişilerin yanına koşup hasret gidermeye başlamıştı. Kaptan en arkadan elini tuttuğu ufak kız ile beraber geliyordu. Herkes o kadar çok kendi derdine düşmüştü ki ufak kızın varlığını fark etmemişlerdi.
Kaptanın ailesi dışında...
Tabii onlarda olayı yanlış anlamada hiç gecikmediler. Karısı ufak bir yaygara koparmak üzere hazırlanıyordu.
"Bu çocuk kim?"
Onun korkutucu tiz çıkan sesi ile ürkmüştü. Kaptanın arkasına saklanma isteği ağır basmış bir adım gerilemesine neden olmuştu.
Aylardır evden uzakta olan kocasının elinde bir çocukla gelmesi oldukça anormal bir durumdu. Bir balıkçı teknesinde çocuk ne arıyordu?
Kaptan ise karısını çok iyi tanıyordu. Köyün en cazgır insanı olduğunu bile bile evlenmişti onunla. Eğer kız onlarla kalırsa ona hiçte canı gönülden bakmayacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden de onu kendi evine alamazdı. Ne yapacağını oda şaşırmıştı?
"Kaçak bir yolcu sadece hanım!"
Sesinde uyarıcı bir ton vardı ama bu kadının umurunda değildi. Kocasının sonunda eve geldiğine bile sevinememişti o küçük şey yüzünden. Bu garip gözlü kızı evine sokmaya niyeti yoktu. Kocası ona ne yapacaksa yapabilirdi.
"Ne yapacaksın onu? Eve getirmeyeceksin inşallah! Ne üdüğü belirsiz birini evime alamam ben!
Kimse küçük kızı düşünmüyordu. Tek dertleri onu bir yere atmaktı. Vicdan denen şeyleri rahatlarmış gibi davranmaktı.
Kadın son cümlelerinin bilerek bağırarak söylemişti ki diğer insanlarda görsün ve müdahale etsin istiyordu. İstediğini de başarmıştı. Limanda ki neredeyse herkesin gözü üzerlerindeydi. Dedikodu kazanı ise çoktan kaynamaya başlamıştı.
Küçük kızın kim oluğundan başlayan sorular onun anne ve babasının kim olabileceğine gidiyordu. Ki buna verdikleri cevaplar kaptanın karısının hiçte hoşuna gidecek gibi değildi. Kaptan daha şimdiden başlayan fısıltıların ileride başını ağrıtmasını istemedi ki karısı yeterince ağrıtacak gibiydi.
"Gemiye saklanmış. Buraya yakın fark ettik. Hiç kimsesi yok. Bir yetime sahip çıkmak sevaptır. Onu sokağa mı atacağız?"
Meydanda derin bir sessizlik oldu. Biraz önceki fısıltılar bıçak gibi kesilmişti ama bu insanları yine de durdurmadı. Bir kaç saniye içinde yeni fısıldamalar başladı. Şimdi de kızın yetim olması ve ailesinin nasıl öldüğü ile ilgili fikir yürütmeye başlamışlardı.
Kalabalığı yara yara kısa göbekli yaşını almış ara ara beyaz saçlarını takip eden kar beyazı sakallı bir adam çıkmıştı.
"Tamam Ahmet, Jandarmaya haber veririz ama şu aralar pek meşguller. Onlar gelene kadar bizden birilerinde kalır."
Muhtar bile çocuğa ben bakarım diyememişti. Sanki ufacık boyu cılız yapısı ile onlara zarar verecekti. Bir süre meydanda sadece ufak fısıltıların mırıltısı duyuldu. Geçen dakikalarda o fısıltılarda yavaşça azalıp gerginlik arasında kayboldu.
Aslında dönüp kıza bir baksalar belki o uykuda olan vicdanları uyanırdı. Küçük kız ise olduğu yere o kadar sinmişti ki sanki daha bir küçülmüştü. Soğukta kalmış bir yaprak gibi titriyordu.
Bu gergin ortamı yabancı ince naif bir ses böldü.
"Jandarmaya falan gerek yok. Ömrü boyunca benimle kalabilir."
Köylülerin çoğu bu kadını ilk defa görüyordu. Tanıyanlar ise hiç bir zaman onu tanıdıklarını kabul edemez nasıl sorusuna cevap veremezlerdi. Zira bu kadına hepsi büyü yapması için gitmişti. Onu tanıdıklarını kabul ettikleri anda büyü yüzünden toplumdan dışlanır, taşlanır daha kötüsü öldürülebilirlerdi.
Geriye kalanlar ise kadının gerek duruşundan gerekse görünüşünden korktukları için ses çıkaramamışlardı. Belki de kadın onlara büyü yapmıştı?
Genç kadın uzun boyuyla küçük kızın tepesine dikilmişti .Kömür karası saçları güneşte yaldız gibi parlıyordu. Siyah gözlerinde gölgeler hareket ediyordu. Parlak ışıltılı gölgeler...
Vivian bir an için gördüğüne inanamadı. O gölgeler, o parıltılı ışıklar kendi gözlerinde olan şeylere o kadar benziyordu ki... İçindeki bir his kendini bu kadına oldukça yakın hissetmişti. Meydandaki herkesten hatta tanıdığı herkesten bile.
Kadın ise ince uzun parmaklarının dikkat çektiği elini kıza uzatmıştı. Porselen kadar beyaz olan teni sanki kendiliğinden parlıyordu. Küçük kız büyülenmiş gibi o eli bir an önce tutmak istiyordu.
"Hadi, benimle gel küçük kız."
Kadının görüntüsüne ters olmayan naif sesi duyuldu. Sanki konuşmuyor da ilahi bir tonla insanlara büyü yapıyordu. Küçük kız bu büyüye karşı koyamadı. Minik elini narin avuca yerleştirdi. Genç kadın kendinden beklenmeyecek bir kuvvet ile kavradı elini.
Seri adımlarla kalabalıktan uzaklaşırken son defa dönüp arkasına; kaptana, elma yanağa, gulyabaniye, görebildiği herkese baktı. Onları son kez gördüğünü hissediyordu. İçten içe onlara veda etti.
Kadının yönlendirmesi ile iki kahverengi atın yanına gelmişlerdi. Sanki buraya tek gelip iki kişi ayrılacağını bilir gibi iki at ile gelmişti. Diğerine göre biraz daha zayıf olan ata küçük kızı bindirdi. Kendi de diğerine daha iri olana bindi. Yol boyunca hem kendi atının hem de kızın atının yularını sıkıca tuttu.
Geçen dakikalarda köyden oldukça uzaklaşıyorlardı. Ağaçlık alanlarda uzunca bir süre yol aldılar. Neredeyse ormanın içine girmişlerdi.
Vivian, genç kadının at üstündeki duruşunu gördükçe kendini dik durmaya zorluyordu. Ona şimdiden hayran olmuştu. Yorulmuştu ama sorun çıkarmak istemediği için dayanmaya çalışıyordu.
Yolculukları ormanın derinliklerindeki küçük kulübeye kadar devam etti. Atları kulübenin yanındaki küçük yalağa kadar sürdüler. Genç kadın çevik bir hareketle attan inip yularları, yalağın yanındaki ağaca sıkıca bağladı.
Ani bir hareketle kızı attan indirip kulübeye doğru yürümeye başladı. Ezberlenmiş adımları oldukça sakin ve kibardı. Vivian ilk başta ne yapacağını bilemese de ufak adımları ile kadını takip etti.
Ahşap kulübe tek katlıydı. İçeride bir sedye, içleri farklı renklerde ilaçların olduğu bir kaç raf, üstünde metal ve ahşap aletlerin olduğu bir tezgah, duvarlarda kurutulmuş otlar vardı. Sağ taraf ise eski bir perde ile girişten ayrılmıştı. Muhtemelen orada uyuyordu.
Herk ikisi de sessizliğini korumaya devam ediyordu. Dürüst olmak gerekirse ikisi de bu durumda ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Tek gelime etmeden geçirdikleri her saniyede ortamdaki gerginlik artmıştı.
En sonunda genç kadın buna bir çözüm buldu. Çenesinin ucu ile sedyeyi göstererek Vivian'dan oturmasını istemişti. O da ikiletmeden üzerindeki bakışların ağırlığı ile sedyeye oturdu. Başını hiç kaldırmadan yere, daha çok yere değmeyen ayaklarına bakıyordu.
"Adın neydi senin çocuk?"
"Vivian."
Ayaklarına bakmaya devam ederken varla yok arası bir sesle cevaplamıştı. Başına aldığı ufak bir darbe ile irkilmişti. Acımamıştı ama dikkatini ona çekecek kadar etkili olmuştu.
"Seninle konuşurken yüzüme bak!"
Korkutmak ister gibi söylemişti bunu ama sesi hiç te öyle gelmemişti. Hatta gülmemek için kendini tutuyor gibiydi. Vivian sözünü dinleyerek yavaşça başını kaldırıp kadının yüzüne baktı.
"Evet, böyle daha iyi. Şimdi söyle bakalım Vivian... Kaç yaşındasın?"
O, uzanmadan önce fark etmediği ufak tahta tabureyi çekip kızın karşısına oturdu. Vivian ona cevap vermemişti bilmediğinden değildi hala bir şeyleri idrak edemediğindendi.
"Saymayı mı bilmiyorsun? Aptal mısın?"
Bu saçma soruya cevap vermek istemedi. Bir kaç gündür yaşadıklarını düşündü. Gerçek annesini takip edip o akşam evden çıkmasaydı bütün bunlar olur muydu? O gemiye binmeseydi köylerinde kalsaydı şimdi nerede olacaktı? Aptal değildi, seçimleri aptallık olamazdı. Değil mi? Yoksa öyle miydi?
"Eeee?" sanki içini okumuş gibi, "Öyle misin?"
O bir kaç dakika sessiz kaldığını daha yeni fark etmişti. İçinde bir yerlerde onun haklı olabileceğini bilse de bunu inkar etti.
"Kesinlikle hayır."
Sesindeki vurgulu ton kendisini bile inandırmıştı.
"Dokuz yaşındayım."
"Güzel bir aptalla uğraşacak ne vaktim ne de sabrım var."
Yüzünde hafif bir gülümseme ile konuşuyordu kadın. Yüzünü okumak yine de imkansızdı. Ne düşündüğünü hiç belli etmiyordu.
"Gemide yalnız olduğunu duyum. Ailen seninle beraber değilmiş sanırım."
Tek kaşını kaldırmış şüphe ile sormuştu. Vivian gözlerini o iki kara delikten ayırmadan cevapladı.
"Evet, sanırım öldüler."
Saatlerdir içten içe bildiği gerçeği dile getirmişti. Gözyaşlarını engellemek için sürekli gözlerini kırpıştırıyordu. Kadın ise dikkatle onu izliyordu. Vivian, sertçe burnunu çekip akmak için an kollayan gözyaşlarından nemlenmiş gözlerini elleri ile kuruladı.
Genç kadın hem konuyu değiştirmek için hem de kalındaki soruları bir an önce bitirmek için sordu.
"Alışılmamış bir göz rengi..."
Vivian kendi kendine mırıldanırmış gibi cevap verdi.
"Bu onlarla ilgili duyduğum en kibar yorum."
Kafa karışıklığı ile ona bakan kadına açıklama ihtiyacı hissetti.
"İnsanlar benim lanetli ya da cadı olduğumu düşünüyorlardı. Doğar doğmaz öldürülmem gerekirmiş."
Çocuğun söylediklerine sessizce güldü. Vivian onaylanma ihtiyacı istercesine ekledi.
"Sen de benim gibisin?"
Kadın, bu da nereden çıktı şimdi der gibi bir ifadeye bürünmüştü. O böyle bakınca da kendini açıklama ihtiyacına hissetmişti.
"Meydanda gözlerinde siyah ışıltılar vardı. Bazen aynısı bende de oluyor."
Kafasını sallayarak kızın duymadığı bir kaç şey mırıldandı. Bir an sessizleşip dikkatle kızın gözlerine baktı.
"Soracak daha çok sorun var değil mi?"
"Bu sorun olur mu?"
Genç kadın hafifçe kıkırdadı.
"Bir soru daha!"
Kısa bir an düşünüp devam etti.
"Bak ne diyeceğim... Benimle kaldığın süre boyunca bana, işlerimde yardım ettiğin sürece senden memnun kaldığım günlerde sorularını cevaplayacağım."
Bunu kendisini susturmak için söylediğini düşünmüştü. Emin olmak için şüpheyle sordu.
"Cevaplayacaksın değil mi?"
Kızın onu sorgulaması hoşuna gitmişti. Sırıtarak onu cevapladı.
"Tamam, cevaplayacağım."
Odanın perdeyle ayrılmış olan kısmına geçti. Bir süre sonra elinde Vivian için ayarladığı bir battaniye ve yastık ayrıca kahverengi bir elbise vardı.
"Banyo yapman lazım." Burnunu buruşturarak ekledi.
"Sağda bir patika var. Orayı takip edersen göle çıkıyor. Orada yıkanırsın."
Elindekileri sedyenin üzerine koyup beklentilerini sıralamaya devam etti.
"Temizlenince giyersin bunları. Sen burada sedyede yatacaksın bir süre."
Sonra sedyenin altından çıkardığı metal kutuyu açıp çocuğa uzattı. Vivian bir an bile düşünmeden kutu içindeki kurabiyelerden yemeye başladı.
"Parası olmayan köylüler farklı ödeme yöntemleri kullanabiliyor."
Kendi kurabiyesinden bir ısırık alıp devam etti.
"Ödemeler her zaman böyle lezzetli olmuyor. O yüzden tadını çıkar ve ödeme için alacağımız; taşlara, kozalaklara, sürüngenlere ve neye ait olduğunu anlayamayacağın kemiklere bile alıştır kendini şimdiden."
Vivian lokmasını dehşetle yuttu.
"Kemik mi?"
Sadece güldü ve ona cevap vermedi. Vivian ise bunu sadece onu korkutmak için söylediğini düşünmüştü. Oysa genç kadın oldukça ciddiydi.
Gecenin ilerleyen saatlerinde yatmak için hazırlanırken bu kadının kötü biri olmadığını düşündü. Meydandakiler gibi onu sorgulamamış hatta ismi ve yaşından başka hiç bir şey sormadan onu yanına kabul etmişti.
O bunları düşünürken hala onun ismini bilmediğini fark etmişti. Kadın tam uyumak için eski perdeyi açıyordu ki küçük kızın naif sesi ile durdu.
"Sana nasıl hitap etmeliyim?"
Başını omzunun üstünden sedyedeki kıza çevirip uykulu sesi ile cevapladı.
"Aradia. Adım bu."