& İKİNCİ BÖLÜM &

3493 Words
Bir varmış bir yokmuş ile başlıyordu hikâye. Geçmiş; tarih kitaplarında bir vardı bir yoktu. Bu yüzden kimse başlangıçtan haberdar değildi. Herkes var olan duruma ayak uydurmuştu. Düzen kurulmuştu. Halkın mutluluğu için yetkililer elinden geleni yaparken şövalyeler yaratıklar ile savaşıyordu. Nefes alan her canlının tek isteği nefes almaya devam edebilmekti. Başlangıcı bilinmeyen bu düzende başka bir boyutta olan Lacum’a geçişi sağlayan kapılar belirmeye başlamıştı. Ne zaman, nasıl, kim tarafından gibi sorular cevapsızdı. Bilinen şeyler, içerisindeki yaratıklar yok edildikten sonraki bir saat içinde kapının yok olduğuydu. Fark edilmeyip yok edilmediğinde ise beş günün sonunda kapı tamamen açılıyor ve o yaratıklar sokaklarda gezmeye başlıyordu. Ve birçok savunmasız insanı da katlediyorlardı. Olanlar bu kadarla da kalmıyordu. Beliren her boyut kapısının bir rengi vardı. Bu renkler rastgele değildi. En zayıf yaratıkların olduğu kapı açık gri beyaza yakın renkteydi. Ondan biraz daha güçlü yaratıkları içeren kapı maviydi. Koyu lacivert kapının arkasından goblinler çıkardı genelde. Turuncu ve kırmızı kapılar ise çok güçlü cadıların ve şövalyelerin bile zorlandığı Lacumlara çıkıyordu. Şimdiye kadar sadece iki kez görülmüş olan en korkunç kapı aslında en çok ilgi çekici olandı. Altın kadar parlak kapı hiç de cezbettiği kadar güzel bir yere çıkmıyordu. En korkunç yaratıkların olduğu o Lacuma girip sağ çıkmayı başaran tek kişi kısa zaman önce ölmüştü. Kapıları zorluklarına göre sıralayan krallık, şövalye ve cadıları da güçlerine göre sınıflandırmaya başlamıştı. Bu sınıfları belirginleştirmek için resmi yerlerde sınıflarını belli eden renkten başka renklerde giyinmek yasaklanmıştı. Bu yüzdendir ki küçük kızın kıyafetlerinin hepsi beyazın ve grinin çeşitli tonlarındaydı. Güçlerini belirleyen sınıfları doğuştan geliyordu. Tıpkı bir bardağın alacağı su miktarını belirlemek gibi. Herkese testisinin boyutu söyleniyordu. İsteyen onu tamamen doldurarak yaşıyordu isteyen yarısını. Freya bu düzende gri sınıf bir cadı olarak doğmuştu. Babası Vikont Francis Le Fay, yarısı ormandan oluşan bir bölgede yaşayan baronları kontrol ediyordu. Onun üstü olan Kont da onunla beraber birkaç Vikontu kontrol ediyordu. Vikont Le Fay, Vikontlar arasında en rütbeli ve en çok saygı duyulan kişiydi. Kısaca gücü yadsınamayacak bir soydan geliyordu. Annesi ile babasının uzaktan kuzen olduklarını öğrendiğinde aşk değil de güç evliliği yaptığını düşünmüştü. Yine de başını kaldırıp onlara bakma cesareti gösterdiği zamanlarda gözlerindeki sevgiyi görebiliyordu. Vikont Le Fay ve ablası Freydis kırmızı cadılardandı. Annesi Vikontes Fiona ve küçük kardeşi Fredy turuncuyu gururla taşıyan cadılardandı. Bundan yıllar önce altın cadılara yer vermiş olan Le Fay soyu büyü açısından krallıktaki en yetenekli ailelerin başını çekiyordu. Freya doğana kadar… “Günaydın Bayan Freya!” dedi Rita uyumamış birini uyandırmak isteyerek. Onu uyandırmaya gelen kadının sesi her zamankinden daha neşeli gelmişti. Belki kendisi çok mutlu olduğu için öyle düşünmek istiyordu. “Günaydın Rita.” Dedi ilk defa duyulabilir bir ses tonuyla. Babası ile yaptığı o kısa konuşmadan… Daha doğru sarf ettiği birkaç kelimenin üzerinden iki hafta geçmişti. İki haftada bölgelerinde açılan kapı olmuştu ama lacivert ve turuncu olduklarından ekibe katılma şansı olmamıştı. İki gün önce kahvaltıdan sonra Patrick ona müjdeli haberi vermişti. Gece yarısı mavi bir kapı açılmıştı. On iki kişilik ekibe katılacaktı. Ekiptekilerin seviyelerini de söylediğini hatırlıyordu ama heyecandan aklında tutamamıştı. O sabahta bu yüzden yüzünde kontrol edemediği sırıtması vardı. O gün Lacum’a girecekti. Ve ilk defa gerçekten cadı gibi hissediyordu. Ve ilk defa bir avcı, ormanın güçlü yırtıcılarından olacaktı. “Bugün erken çıkacağınızdan kahvaltınızı odaya getirdim efendim.” Dedi küçük masasının üzerine tepsiyi bırakırken. Yıllarının emektarı masası. Hem ders çalıştığı hem yemek yediği hem kitap okuduğu artık altına bacaklarının sığmadığı o tahta parçası. O gün o bile ona altın işlemeli gibi gözüküyordu. Ki altın işlemesini sadece annesinin takılarında görmüştü. Rita yatağını toparlarken ilk defa midesi isyan etmeden yiyecekleri kabul etti. O sabah lokmalar ağzında büyümüyor hızla parçalanıp ulaşmaları gereken noktaya; midesine gidiveriyorlardı. Her zamanki azıcık kahvaltısı küçük midesini doldurmuştu. Rita’nın yatağının üzerine bıraktığı kıyafetlerini üzerine geçirdi hevesle. Bacaklarını ikinci bir deri gibi saran pantolonu, bir bakışla sayılacak kemiklerini gizleyen kolsuz tuniği giydi. Beline geçirdiği kemere birçoğu zehirle kaplı olan hançerlerini sıraladı. Aynalı masasına oturduğunda Rita arkasına geçti. Onun için uzun saçlarını taramaya başladı. “Bugün dikkatli olmaya çalışın.” İçten bir öneride bulundu kadın. “Yalnız olmayacağım Rita. Sürekli bunu yapan askerler olacak yanımda.” İçten içe kendini rahatlattığı kelimeleri seslendirdi sadece. “Yine de dikkatli olun. Savaş anında her şey olabilir.” Yıllardır evlat gördüğü kız için endişeleniyordu. Onun da kendi gibi zayıf olan bedeni ile yaşıtlarından daha küçük durmasına rağmen çoktan olgunlaşmaya başlamış zihni ile her an avuçların akıp gidecekmiş gibi geliyordu. “Söz veriyorum. Askerlerin yanından ayrılmayacağım.” Dedi verdiği sözü tutmayacağını bile bile. Rita rahatlamamış olsa da yüzündeki sıkıntılı ifadeyi silmeye çabaladı. Kızın pırasa kadar düz olan saçlarında tarak engele takılmadan kayıyordu. Önde sallanan kâküller dışında kalan telleri sıkıca tepesinde topladı. Böylece ok atarken ona engel olmayacaklardı. Sadağı ile yayını sırtına geçirirken son bir kez aynada kendine baktı. Fiziksel özelliklerine ek olarak üzerine geçirdiği soluk gri kıyafetlerde iyide halktan biri gibi duruyordu. Kolunu uzatıp çevireceği herkes bu görüntüsüne Le Fay soyadını zikretse ona gülerdi. Düşünceleri kendisini bile gülümsetti. Aile kavramını güç ve otoriteye yüklemiş insanlara benzememek bir yerde hoşuna gitse de çarkı güçlüler döndürüyordu. “İyi şanslar.” Dedi Rita onu yolcu ederken. Şansa ihtiyacı olduğunu düşünmesi çok normaldi. Gerçekten ihtiyacı vardı. Kaleden uzaklaşırken kimse ona nereye gittiğini sormamıştı. Varlığını görmezden gelmeye çok alışmışlardı. Bazen o bile kendi varlığını görmezden geliyordu. Rita ona seslendiğinde duymazdan geldiği çoğu kez üstüne bile alınmadığı oluyordu. Oysa orada ona seslenen tek kişi oydu. Patrick’in söylediği yere yaklaştıkça etraftaki asker sayısı da artmaya başlamıştı. Birliklerini ve güçlerini ifade eden renklerdeki üniformaların her birinin sol omzunda siyah kırmızı aile armaları işliydi. Ufak bir birliğin yanından geçerken hepsinin üzerine kitlenen bakışlarını hissedebiliyordu. Yola çıkarken kendine söz verdiği dik duruşu bu bakışların ağırlığına hazır değildi. Omuzları yükü taşıdıkça yoruldu. Boynunda kollarına inen titremeyi hissedebiliyordu. Tüyleri daha yaratık bile görmeden diken diken olmuştu. Rita’nın karşısında konuşan özgüvenli kız bulutlara karışmış gücü yetmeyen rüzgarlarda savruluyordu. Birkaç adım ötesini izleyen gözlerine kirpikleri arasında yoğun bir ışık hüzmesi sızdı. Refleksle kıstığı gözleriyle beraber başını da kaçırmıştı. Nereye gittiğini görmek için önce duraksadı. Ardından başını kaldırıp ışığın kaynağını aradı gözleriyle. Bakışları yoğun mavi ışık yayan halkaya sabitlendi. “Kapı dedikleri şey demek ki böyle gözüküyormuş!” ister istemez fısıldadı. Oldukça uzak olmasına rağmen saçtığı ışığı ve gücü hissedebiliyordu. Üzerindeki gözlere ek olarak iç organlarında da bir baskı hissetmeye başlamıştı. Seviyenden yüksek kapıların cadılarda bıraktığı etkilerden biri olmalıydı. Onda bıraktığı etkiden hoşlanmamıştı. Sanki idam mahkumuydu da kütükte yan yatmış başı bekliyordu. Son nefesini vermek üzereyken celladı ile göz göze gelmişti. Lakin onun peçesinden ötesini göremiyor gibi hissediyordu. Celladı orada… O kapının arkasında Lacumun derinliklerinde bir yerde onu bekliyordu sanki. Mavi ışık sadece kalın peçesiydi. “Hey, Tyler! Uzun zaman oldu.” Diye seslenerek yürüyen adam yanından geçivermişti. “Liam! Hangi rüzgâr attı seni buraya? Baskın görevlerine ara verdin sanıyordum.” Dedi koyu mavi kıyafeti ile yanına gelen mavinin daha açık tonuna sahip arkadaşına. Freya yaptıkları büyülerin ne kadar yıkıcı olduğunu bilmese de üzerlerindeki renklerden bir nebze fikir edinebiliyordu. Konuşan iki arkadaşa bakarken her köşede duran şövalyeler dikkatini çekmişti. “Karım ikinciye hamile. Doğuma kadar biraz para biriktirmek istiyorum.” Onlar sohbetlerine devam ederken küçük kız olduğu yerde dikilmek yerine biraz hareketlendi. Adımları daha küçüktü ama kenarda gözüne kestirdiği boşluğa doğru ilerliyordu. “Anlıyorum. Başarılı bir baskın olursa çok para kazanabiliriz.” Yaratıkların kalbi onlar için değerliydi. Gezegenin derinlerindeki elmastan bile daha değerliydi. Daha sert, daha sağlam ve daha keskindi. Bu yüzden ne kadar çok yaratık öldürürlerse ekip o kadar çok kazanıyordu. Çünkü ganimetler ekip arasında bölüştürülüyordu. “Endişeliyim. Ben buradayken eşim doğum yapmaz inşallah!” “Endişelenme. Mavi Lacum. Hızlı bitecektir.” Adım atmaktan çok sürüklediği ayakları ile neredeyse şövalyelerin oluşturduğu çemberin ortasına gelmişti. Hemen hemen hepsinin bakış açısına girmişti. “Bayan Freya mı o?” ve kulaklarından eksilmeyen o fısıltılar yine başlamıştı. “Evet!” dedi dehşetli bir ses. “Gri cadılardan değil mi o?” “Burada ne arıyor?” “Lacum baskınına katılacakmış.” Diye devam etti başka bir grup şövalye. “Vikont neden böyle bir şeye onay verdi ki?” dedi onu ayak altında istemeyen bir başkası. “Günaydın Bayan Freya!” diye içlerinden biri direk ona seslenmişti. Ona verilen selama inanamayarak baktı. “Günaydın!” dedi zar zor duyulan sesiyle. Onu selamlayanın yüzüne bile bakamamıştı. Gerildiğinden hemen solda yalnız oturan kızın yanına geçti. Oraya otururken üzerindeki renge dikkat bile etmemişti. “Bayan Freya? Freya Le Fay mi?” diye sohbetlerine devam ediyordu iki arkadaş. Freya onlardan çok uzağa geçip konuşmalarına şahit olmak istemiyordu ama seçtiği mesafe buna yeterli değildi. Geliştirdiği duyma yetisi ile hepsinin konuşmalarını rahatça duyabiliyordu. “Evet.” Kısaca cevapladı şaşkın arkadaşını. “Ama o…” “Evet. Saçları siyah.” “Gözleri…” “İki renk. Yine de en güçsüz cadı. Dönemin en güçsüz cadısı lakabının sahibi.” İnsanların arkasından konuştuğunu biliyordu ama… Daha farklı şeyler olduğunu düşünmüştü. “En güçlü değil, en güçsüz!” adamın şaşırmasına aldırmıyordu. İki göz rengine sahip cadılar ismini bir şekilde güçleri ile tarihe yazdırmış kişiler olmuştu. Aslında o da ismini tarihe yazdırıyordu. Başarıları ile değil başarısızlıklarıyla. Gücüyle değil güçsüzlüğüyle. “Ormanda kendi kendini yaraladığı için Vikont çok sinirlenmişti.” “O kadar mı zayıf?” “Bu çocukta bizimle olacağına göre görev çok basit olmalı.” Adamdaki özgüveni kıskanmaya başlamıştı. “Anlıyorum.” Derken kirli sakalını sıvazlıyordu. “Bu sözlerimi duymasın. Neyse kapatalım konuyu.” Derken onlara diktiği gözlerini hissetmiş gibi hızla ona dönmüşlerdi. Freya başını eğdi. Gözlerini kuru toprağa dikti. “Her şeyi duydum. Ama haklılar. İtiraz hakkım yok.” Dedi yalnızlıktan geliştirdiği alışkanlığıyla. “Yine de buradasın.” Hemen yanından gelmişti ince ses. Duyulmanın hatta cevaplanmanın şaşkınlığı ile başını kaldırdı. İşte o zaman kimin yanına oturduğunu görebilmişti. Kırmızı saçlarına eşlik eden turuncu kazağı ile oturan kız ailesinden sonra gördüğü en güçlü kişiydi. Ona akıllıca bir cevap vermek istedi ama dili tutulmuştu. “Anna, ben. Grubun şifacısıyım. Annabelle tam adım. Ama herkes Anna der.” Derken yüzünde hoş bir gülümseme vardı. “Freya.” Diye yine fısıldadı. “Freya Le Fay.” Dedi gittikçe artan gülümsemesiyle. Ona alaycı veya aşağılayan bir ifadeyle bakmıyordu. Gerçekten onunla tanışmaktan memnundu. Gülümsemesi gerçek ve içtendi. “Neden buradasın?” diye sordu saf bir merakla Anna. “Ben…” kısa bir an duraksadı. “Büyük ihtimalle yaralanacaksın. Belki çok daha büyük hasarlar alacaksın. Neden seni göndermelerine izin verdin?” “Gelmeyi ben istedim.” Söyledikleri ile karşısındaki kız şaşırmıştı. “Ne! Neden?” onu anlamak ister gibi kaşlarını çatmıştı. “Zayıf bir cadının ne kadar avcı olabileceğini görmek istiyorum.” Geceleri yorganın altında yalnız kaldığında bile kendine itiraf edemediği şeyi karşısındaki kıza bir çırpıda söyleyivermişti. “Canın yanacak olsa bile mi?” kendi düşüncelerinin tam anlamıyla zıddına sahip birinin varlığı onu şaşırmıştı. “Nefes aldığım her an canım yanıyor zaten.” Gözlerini kendi halinde konuşan ekibe çevirdi. Sonra da bir köşede kalmış olan Anna ile kendisine. İkisi de toplumdan dışlanmış gibiydi. Biri güçsüzlüğü ile biri gücüne rağmen… “Canımın yanması için illa kan akıtmama gerek yok.” Diye sözlerine devam etti. Anna, küçük bir kızdan böyle bir cevap alacağını düşünmemişti. Yanında dirseklerini dizlerine yaslamış başını iki elinin arasına almış kızı bir kez daha inceledi. Onun kendisiyle göz göze gelmekten defalarca kaçındığını fark etmişti. Bedeni ve sahip oldukları ile barışık değildi. Kendisine sahip çıkmak için bir şansı da olduğunu sanmıyordu. O geldiğinden beri konuşulanlara o da şahit olmuştu. Ki bunlar onunla ilgili en kibar ifadeler olduğunu anlamamak için aptal olmalıydı. İki dudağı hafifçe aralanmıştı. Onun kırgın ruhunu hisseden kalbi teselli sözcükleri düşünüyordu ama Freya’nın buna ihtiyacı yoktu. O yapabileceğini düşünüyordu. Anna ona bu şansında yardım edecekti. Bir elini onun küçük omzuna koydu. İnce kemiği hızla avcunu doldurdu. Bol giysilerin altında ne kadar zayıf olduğunu gerçeğini de o an kavradı. “Freya…” “Lacuma girmeden önce bir lider belirlememiz gerekiyor.” Onun belli belirsiz sarf edeceği sözleri güçlü bir ses bölmüştü. Kapıya yakın bir yerde etrafına topladığı birkaç kişiyle grubun tamamına sesleniyordu adam. Kirli sakalları teninizi gizleyecek kadar uzamıştı. Mavi gözlerine eşlik eden yanık teninin ona kattığı yakışıklılık kaşından yanağına doğru inene yara izi ile sekteye uğramıştı. “O taraf gitmeliyiz sanırım.” Dedi ayağa kalkarken. Hiçbir şey söylemeden kalkıp konuşan şövalyenin yanına gitmek garip gelmişti. Sonunda herkesi etrafına topladığında adam sözlerine devam etti. “Sizin için sorun yoksa bu görevin kaptanı olmak istiyorum. Adım Edgar. Hepinizle tanıştığıma memnun oldum.” O konuşurken Freya adamı süzmekle meşguldü. Edgar’ın koyu lacivert tişörtü neredeyse siyaha gibi duruyordu. Aslında grup mavi giyimli kişilerden oluşuyordu. O ve Anna hariç. Güç olarak bir lider aransaydı bu kişi Anna olabilirdi. Herkesten uzakta oturduğuna göre liderlik isteyen biri değildi. Edgar’ın liderlik isteğine itiraz den çıkmamıştı. Yaşı da hepsinden daha fazla duruyordu. Tecrübe üstünlüğü olduğunu düşündü. “Aramızda en kıdemli avcı sensin Edgar.” Sözleri ile bir başka avcı onu doğruladı. “Ekibi senin yönetmene sevindim.” “Hazır mısınız?” diye ortaya soru yöneltti. Birçok kişi onu onayladı. Edgar gözlerini herkeste gezdirdikten sonra kenarda duran iki kıza çevirdi. “Hazır mısınız?” diye sorusunu tekrarladı. Freya başını sallarken Anna onaylayan birkaç mırıltı çıkarmıştı. Grup birer ikişer kapıdan geçerken Anna, Edgar ve o sona kalmışlardı. “O zaman girelim.” Deyip derin bir nefes aldı Anna. Ardından mavi ışığın içine doğru attığı adımla gözden kayboldu. “Bize yakın dur ve yaralanma.” Diye onu uyardıktan sonra Edgar da attığı adımı ile saniyeler içerisinde flulaşan görüntüsü kaybolmuştu. Buraya kadar sadece kendi çabası ile gelmişti. Doğduğundan beri ilk kez bir isteği gerçekleşiyordu. İlk kez birilerine varlığının bir sebebi olduğunu kanıtlama şansına sahipti. Bunları düşünerek kendini cesaretlendirdi. Ondan öncekilerin yaptığı gibi gözlerini kapatıp ilk adımını attı. Biraz önce göz kapaklarına vuran ışık hızla yok olmuştu. Burnuna dolan serin ve ferahlatıcı hava yerini tozlu ve rutubetli bir kokuya bırakmıştı. Açık alanın hafif uğultusunun yerini su damlama sesleri almıştı. Lacumun nasıl bir yer olduğunu anlamak için gözlerini açtı. Çoktan ilerlemeye başlamış ekibin arkasında Anna durmuş onu bekliyordu. Sanki onun bu ilk deneyimi için zaman tanıyordu. “Hadi! Diğerlerini kaçırmayalım.” Yana dönük bedenini çevirip ilerlemeye başladı. Elinden çıkan hafif ateşle karanlık yeri aydınlatıyordu. Lacumu hep kalenin soğuk koridorlarına benzediğini hayal etmişti. İçinde adımladığı yerin kaleyle hiçbir alakası yoktu. Yer yer yosun tutmuş şekilsiz taşlarla kaplı bir mağaraydı. Rutubet kokusu ilerledikçe genzini yakmaya başlamıştı. İçerisinin karanlığında ona ait olmayan ışık kaynağı ile ilerlemek kendini daha da güvensiz hissetmesine neden oluyordu. Bir eline zehirli hançerlerinden birini alırken diğeriyle burnunu kapatmaya çalıştı. Daha aydınlık olan kısma geldiklerinde ışığın artma sebebini anlayabilmişti. Edgar en önde daha büyük bir alev topu ile gidiyordu. İki kız ekibin kalanına yetişmeyi başarmıştı. Üç kişinin yan yana zar zor yürüyebildiği yol daha geniş alana açılmıştı. Kötü yanı oraya açılan tek yol geldikleri yol değildi. Karşılarında, arkalarında, yanlarında ve üstlerinde… Belki de on tane yol aynı genişliğe çıkıyordu. “Yaratıklar nerede?” dedi içlerinden biri. Sesinin içeride yankılanacağını düşünmemişti. Freya’nın her an tetikte olan algıları bir anlığına harekete geçti. Kötü bir şeyin koşarak onlara yaklaştığını hissedebiliyordu. Diğer eline de başka bir hançer aldı. Avuçları arasında onlara sıkıca kavrayarak güç almaya çalıştı. Ses. Tıkırtı sesi. Taşlara sopa ile vuruluyordu sanki. Yankı her ne kadar işini zorlaştırsa da odaklanmak için gözlerini kapattı. Önce nefesini kontrol etmeye çalıştı. Kendi güp güp atan kalbi bütün sesleri bastırıyordu. Sonunda zihnini ekibin varlığından sıyırdığında düşmanın nereden geldiğini kavrayabilmişti. Başı hızla yukarı kalktı. Gözleri hemen üzerinde olan deliğe sabitlendi. “YUKARIDA!” daha cümlesi biterken örümcek bacaklı yaratıkla göz göze gelmişti. Anna ile yana kaymak için gerekli zamana sahip değillerdi. Sanki güçlü olan kendiymiş gibi kızın yaralanmasından endişelendi o kısacık anda. Kontrol edemediği refleksleri ile kal gelmiş olan kızı itti. Bunu yapmak için attığı bir adımla ilk örümcek direk üzerine düşmüştü. Zayıf bedeni birden üzerine düşen ağırlık ile kontrolü iç güdülerine bırakmıştı. Yaptığı hiçbir şeyi bilinçle düşünerek yapmıyordu. Elinde sıkı sıkıya tuttuğu hançerleri daha yaratık ona saldıramadan başı gibi duran oval kısmın boğumuna sabitleyip iki yana doğru bastırarak kesti. Yaratıktan çıkan yeşil yapışkan sıvı olduğu gibi üzerine boşalmıştı. Şaşkınlıktan hafif aralık ağzından içeri giren sıvıyı başta anlayamamıştı. Yaratığı öldürdüğünü bile anlayamamıştı. Anna onu olduğu yerden çekip alırken üzerindeki yaratığın ağırlığını bir kez daha anlamıştı. Üzerine yıkılın duvar kaldırılmış gibi gelmişti. Anna şokta olduğunu anlayarak üzerindeki sıvıyı el yordamı ile temizlemeye çalışıyordu. Ve boşlukta süzülen bilinci bedenine geri döndüğünde yaptığı ilk şey kusmak olmuştu. Üzerine yapışan şeyin ağzına girdiğini bir kısmının midesine gitme ihtimalini düşünmek bile midesini bulandırmıştı. Her şeye rağmen yanı başlarında duran leşten yayılan koku da işini kolaylaştırmıyordu. Kusmuk kokusuna karışan leş kokusu onda yok olma isteği uyandırmıştı. Sabah hevesle yediği kahvaltısından midesinde hiçbir şey kalmayıncaya kadar istifra etti. İçi boşalmasına rağmen öğürmeleri devam ediyordu. Anna daha hızlı kendisine gelmesi için birkaç büyü fısıldamaya başladı. Saniyeler içerisinde duyduğu koku azalmış içinin bulantısı bastırılmıştı. “İyi misin?” Çift renk gözlerini onun elalarına dikti. “Sen iyi misin?” Başka zaman, başka yerde olsalar Anna buna gülebilirdi. “İkimizde iyiyiz.” Freya daha yeni yeni içinde olduğu kargaşayı kavramaya başlamıştı. Gerçekten de söylediği gibi yaratıklar üzerlerinde olan deliklerden gelmeye başlamıştı. Ne şanstı ki ilk yaratık tam da onun üzerine düşmüştü. “Ayağa kalkabilecek misin?” soran Anna yerde yarı uzanmış olan onun yanında dizlerinin üzerinde duruyordu. Kızın yaptığı büyü çok işe yaramıştı. Kendini en iyi halinden bile daha iyi hissediyordu. “Kalkabilirim.” Dediği sırada etrafında zehirli hançerlerini arıyordu gözleriyle. “Ne arıyorsun?” Anna da çoktan ayaklanmıştı. “Hançerlerimi.” Anna onu çekerken yaratığın altında kalmış olma ihtimalleri oldukça yüksekti. “Anna! Biraz güçlendirme büyüsü yap!” Edgar ilerde bir yerden bağırmıştı onlara doğru. Ekibin tamamı sürekli tepelerinden yağmur gibi gelen yaratıklarla mücadele ediyorlardı. Freya kolay Lacum böyleyse diğerlerinin nasıl olacağını düşünmeden edemedi. Anna son bir kez bakışlarını üzerinde gezdirdikten sonra diğerlerine yardım etmek için ileri doğru birkaç adım attı. O zaman geldikleri koridorun ağzına kadar onu sürüklediğini anlamıştı. Bakışlarını tekrar yukarıdaki deliklere çevirdi. Örümceğe benzeyen yaratıklar birbirlerini ezmek ister gibi geliyorlardı. Hala hepsini yöneten büyük yaratık ortalarda gözükmüyordu. Freya oraya esas gelme sebebini kendine hatırlattı. Öylece izlemek ya da keşif yapmak için orada değildi. Bir avcı olarak onun da yaratık öldürebileceğini ispat etmek istiyordu. Ki saniyeler öncesinde ilk yaratığını öldürmüştü. İki adım attı. Sırtındaki yayını çıkardı. Adımlarını sabitledi. Duruşunu dikleştirdi. Sadağından aldığı okunu kirişe sabitledi. Çeşmeden akan su gibi gelen yaratıkların hızına yetişeceğini sanmıyordu ama bir iki tanesi tuttursa bile ekip arkadaşlarına yardım etmiş olacaktı. Kendini ormanda kayalıkların arasında hayal etti. Üzerlerine gelen yaratıkların başlarını zihninde birer hedef tahtasına çevirdi. Yayını gerdi ve ilk okunu serbest bıraktı. Yaratıktan gelen acı bir çığlık savaş naraları arasında yankılandı. Hiç kimse onun çığlığını umursamadı. Iskalamıştı. Onun yerini fark eden yaralı yaratık hızla yönünü değiştirdi. Arkada kalan kuzuya meyletti kurt. Korkuyla adrenalin salgılamaya başladı bedeni. Nefesi hızlandı. Kalbinin sesi göğsünde değil de zihninde yankılanıyordu sanki. Bu arada ikinci okunu da gerdi ve serbest bıraktı. Bu sefer hazırlıklı olan yaratık kollarından biriyle oku savuşturmayı başardı. Hızla üçüncü oku gerdi. O daha oku kirşinden ayıramadan üzerine doğru gelen yaratık yalpalamaya başladı. Ağzı gibi duran yerden mor bir sıvı fışkırtarak ayaklarının dibine yığıldı. Attığı okun zehirli olduğunu fark etmemişti. Tuttuğunu bile fark etmediği nefesini bıraktı. Başarmanın zevkli sarhoşluğu hızla bedenini ele geçirdi. Başta küçük bir gülümsemeydi yüzündeki giderek büyüyen. Minik bir kıkırdamaydı çıkardığı ses gittikçe kahkahaya dönüşen. Ve bu büyük bir hataydı. Sesi yaratıkların ilgisini çekmişti. Onun sevinçle attığı savaş narası kısa sürede yaratıklardan gelen ölüm çığlığı ile pekişmiş yosunlu taşlara çarpa çarpa mağaranın derinliklerine ilerlemişti. Sönmeyen cesaret ateşi ile indirdiği kolunu hızla kaldırmış üzerine doğru gelmeye çalışan yaratıkları hedeflemeye başlamıştı. Neyse ki ekipten yardımına gelenlerde olmuştu. Bir, iki, üç derken onlar küçük yaratıklarla uğraşırken Edgar birkaç kişi eşliğinde patron yaratığı öldürmeye çalışıyordu. Solda bir yaratığı indirdikten sonra sağında hissettiği hareketlere bedenini oraya çevirdi. Son hız ona doğru ilerleyen yaratığın çanak benzeri gözleriyle kesişti gözleri. Sağ elini sadağına attı bir ok daha çekmek için ama eline hiçbir şey gelmedi. Göz temasını kesmeden birkaç kez daha çevirdi bileğini sırtında. Yoktu. Okları bitmişti. Ölümün sert rüzgârı esti etrafında. İğrenç koku hızla sardı bedenini. Sanki bunu beklermiş gibi pes etti bedeni. Üzerine atılan yaratık ile sırtı zeminin sert taşlarıyla buluştu. Birkaçının ince tunikten geçip beyaz tenini kanattığını hissedebiliyordu ama o an önemli olan bu değildi. Oku olmasa da yayı ile yaratığın sivri uçlu bacaklarından kendini korumaya çalışıyordu. Çevik olmasa da elinden geldiğinde saldırılarından kaçmaya çalışıyordu. “Freya!” diye bir feryat koptu bir yerlerden. Anna’nın sesini tanımıştı ama üzerindeki yaratıktan nerede olduğunu göremiyordu. Birinin yardımına geleceğini düşünmek anlık olarak onu rahatlatmıştı ve bu hata az kalsın canına mal olacaktı. Refleksle başını çekmişti ama bedeninin yönünü değiştiremediği için yaratığın bacaklarından biri omzuna saplanmıştı. Etini delip geçen sivrilik vücuduna müthiş bir acı vermişti. “AHHH!” haykırışı var olan bütün sesleri dindirmişti. Acıyla kapanan gözleri bir sonraki hamleyi görmesine engel olmuştu. Yaratık diğer kolunu çıkarmadan bir diğerini karnına saplamıştı. Sanki onu öldürmekten çok işkence etmek istiyordu. “AH! Ah!” bu seferki nidası kanla dolu ağzı yüzünden boğuk çıkmıştı. “FREYA!” Anna’nın feryadı ile üzerindeki yaratığın ortadan ikiye yarılması bir olmuştu. Ekipten birisi yardımına yetişmişti. İşin kötü yanı ölen hayvanın kollarının bedeninden çıkmasıyla olmuştu. Bu seferki acı diğerlerinden çok daha fazlaydı. Kanı hızla yerdeki taşların arasında akarken onun inlemeye bile mecali kalmamıştı. Gözleri kapanmadan önce gördüğü son şey ona endişe ile bakan Anna’nın ela gözleri olmuş. On üç yıllık ömründe onun için endişelenecek biri ile tanışmıştı ve o da hayatının son anlarında olmuştu. En azından gördüğü son yüz onu önemseyen birine aitti.

Great novels start here

Download by scanning the QR code to get countless free stories and daily updated books

Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD