Tanrı tarafından insana bahşedilmiş sayısız güzellikler vardı. Bunlardan en belirgin olanı her an nefes alarak canlı tuttuğumuz bedenlerimizdi. Her bir köşesi çeşitli savunmayla donatılmış muhteşem bedenlerimiz.
Bedenlerimize eklediği beş duyu ile bizi tehlikelere karşı ayaklandırmıştı. Uyanıkken görerek ve dokunarak tehlikeyi algılıyorduk. Koku ve duyma yetilerimiz ise bize daha kapsamlı koruma sağlıyordu.
Genç kızın duyuları arasında işitme ve koku alma yetileri de bu yüzden en hassas olanlarıydı. Gözleri kapalı yatağında yatıyor olsa da onu uyandıran bu duyuları olmuştu.
İlk duyduğu şey camına konan güvercindi. Onun eşini çağırma telaşına ortak olmuştu rüyasında. Hemen odasının camına uzanan ağacın dalları birkaç esinti ile camını tıkırdatmıştı. Adeta kapısını çalan bir misafir gibi. Sonra adım sesleri karışmıştı bütün bunlara.
Onun odası kalenin en uzak ve en soğuk noktasındaydı. Kalede yaşayan herkesin odasının önünde diklen askerler varken onun kapısında olmazdı. Pek korunmaya değer görmezlerdi onu. Bu yüzdendir ki en ufak bir adım koridorunda yankılanırdı.
Kısa topukludan çıkan tıkırtı sesinin kesildiğini sandığı an kapı sesini duymayı bekledi. Beklentisi kısa sürede gerçekleşti.
“Bayan Freya, sabah oldu efendim.” Diye içeri girdi Rita.
Dakikalardır uyanık olmasına rağmen kapalı tuttuğu gözlerini usulca açtı. O doğrulduğu sırada Rita yatağının etrafındaki cibinliği direklere doğru toparlamakla meşguldü.
“Günaydın Rita.” Dedi her zamanki zor duyulan ses tonu ile.
“Günaydın, Bayan Freya.” Rita ince bedeni ile her işine koşan yardımcısıydı. Kalede onunla konuşan tek kişiydi. Ablası Freydis’ten sonra tek kişiydi.
“Babanız bugün kahvaltının yemek salonuna kurulmasını istedi. Oraya yardıma gideceğim. Benden istediğiniz bir şey var mı?” Rita bunları derken kullanması için elinde tuttuğu temiz havluyu banyosuna asmakla meşguldü. İşini bitirdiğinde söyleyeceklerini dinlemek için ona dönmüştü.
Genç kadın doğduğundan beri onunla ilgileniyordu. Annesi Fiona Le Fay böyle bir çocuk doğurduğu için haftalarca tanrıdan af dilemeye adamıştı kendini. Varlığının onlara bir ceza olduğunu düşünmüştü. O zamanlar ona yaklaşma cesareti gösteren tek kişi Rita olmuştu.
Freya’ya olan ilgisi zamanla artmıştı. Zamanla küçük kızı sevmeye başlamıştı. Diğer herkes ön yargılarından sıyrılabilse onlarında seveceklerine emindi. Yine de genç kadını dinleyen olmamıştı. Onun bu samimiyeti cezalandırılmasına neden olmuştu. Sadece küçük kızla değil mutfak işleri ile de ilgilenmek zorundaydı artık.
Freya sırf bu yüzden birçok işini kendi yapmayı öğrenmişti.
“İstediğim bir şey yok Rita.” Dedi zar zor duyulan sesi ile. Birileri ile çok iletişime geçmediğinden olsa gerek sesli konuşmaya alışkın değildi.
“Yatağınız…”
“Ben toplarım Rita. Sen diğer işlerle ilgilenebilirsin.” Dediğinde genç kadının yüzünde minnettarlık içeren gülümseme belirmişti. Rita başını hafifçe eğip onu selamladıktan sonra arkasını dönmüştü.
Odadan çıktığı sırada bir kez daha süzdü genç kadını. Günden güne çok çalışmaktan zayıflamış bedenine rağmen uzun olduğunu bildiği saçlarını tepesinde sıkı bir topuz yapmıştı. Her şeye rağmen birkaç günahkâr tel buna itiraz etmiş ensesine doğru uzanmıştı.
Üzerinde bütün hizmetlilerde olan siyah beyaz kıyafet vardı. Lakin en çok onun zayıf bedenine yakışıyordu. Belki de onu sevdiği için en çok ona yakıştırıyordu genç kız.
Yatağında oturup ayaklarını sallandırırken açık bırakılan kapısına bakarak düşünüyordu bütün bunları. Rita’nın gittikçe azalan topuk seslerini dinledi. Birden başlayan sabah senfonisi, aynı kuşun seremonisi ile son buldu.
Banyoda elini yüzünü yıkadıktan sonra aynalı masasına geçti. Saçlarını tararken yine kendi iç dünyasına yöneldi. Yalnızlığın her insana yaptırdığı gibi…
On üç yaşında sessiz dünyasında kırk yaşındaki bir kadının ruhunu taşıyordu sanki. Sessizlik, kaftanı; kendine sakladığı düşünceleri, mücevherleriydi.
O Vikont Le Fay’in ikinci çocuğuydu. Üç kardeşlerdi. En büyükleri Freydis Le Fay ve ondan iki yaş küçük kardeşi Fredy Le Fay…
Freydis. En büyükleri, ailenin ilk göz ağrı. Doğar doğmaz engin denizler kadar olan güçleri ile dikkat çekici bir bebek olmuştu. Ondan iki yıl sonra Freya dünyaya gelmiş ve aile hayal kırıklığına uğramıştı.
Freydis’in güçleri nasıl engin bir denizse Freya’nın güçleri o denizde bir damlaydı. Belki o bile değildi.
Küçük kız kendini bildiğinden beri bu zayıflığının bedelini ödüyordu. Güçlü olmayı o da istiyordu. Lakin ne yaparsa yapsın doğuştan gelen şeyler değiştirilemiyordu. O da başarısızların başarılısı olmayı deniyordu.
On yaşından beri bunun için çabalıyordu. Ok atmada ve küçük bıçaklarla hedefleri vurmada iyiydi. Ama konu büyülere geldiğinde elinden gelen tek şey küçük bir kıvılcım, minik bir esinti, havaya kalkan birkaç çakıl taşı, insanı serinletmeye bile yetmeyen birkaç damla sudan ibaretti.
Bir akşam Rita ile yaptığı sohbet sonrası bunlara rağmen yapabileceği şeyler olduğunu keşfetmişti. Büyü yapmada kötü olduğu kadar iksirlerde iyiydi. Şifalı olan bitkilerden bile zehir elde edebiliyordu. Oklarını ve bıçaklarını çeşitli zehirlere bulayarak ormanda birkaç hayvan avladığı olmuştu ama zehir kullandığı için leşlerini yakmak zorunda kalmıştı.
Bütün bunlara rağmen başarmışlık hissi çok da uzun sürmemişti. Ruhu çok daha fazlasına açtı. En güçlü, en hızlı, en başarılı… Aslında en çok takdir edilen olmak istiyordu.
Onu en çok yaralayandı buydu. Hiçbir zaman gerçekleşmeyen beklentileri.
Ruhu gibi çıplak duvarların arasında ilerledi kalenin merkezine. Taştan duvarlar elleri kadar soğuktu ve zihni kadar sessiz. Eskiden ürktüğü o karanlık yolda ezbere atıyordu adımlarını.
Varlığını görmeyerek yanından geçen insan sayısı gittikçe artarken içinde olduğu duruma bir kez daha alışıyordu. Eskiden gördüğü herkese selam veren o kız değildi. Kalenin merdivenlerini adımlarken tek dileği ona bilerek çarpacak insanlara denk gelmemekti.
Yemek salonuna herkesten önce gelmişti. Her zaman olduğu gibi. Aile bireylerinden geç kaldığı hiç olmamış mıydı? Tabi ki olmuştu. Ve bedelini aç kalarak ödemişti.
Sonunda siyah ve kırmızı ağırlıklı duvar halılarıyla dolu oda ona her zamankinden daha kasvetli gelmişti. Etrafta dört dönen hizmetlilerin ona dokunmayan bakışları altında tek minderi olmayan sandalyede oturdu.
Sol baştaki, üzeri diğerlerine göre biraz daha işlemeli olan sandalye babası Vikont Francis Le Fay’e aitti. Hemen sağı aşkla bağlı olduğu eşi Fiona’nın yeriydi. Onun yanında ise tek oğulları Fredy. Küçük kardeşinin yanı, onun ise karşısında babasının sadık askeri; şövalyelerin lideri Patrick oturuyordu.
Babasının solundaki sandalye ise Freydis’e aitti. Freydis aylar önce kaleden ayrıldığından sandalyesi soğumuştu. On beşine bastığında akademiye girmeye hak kazandığından başkente gitmiş Freya’nın kaledeki yalnızlığına yalnızlık eklemişti.
Bakışlarını uzun zamandır kimsenin oturmadığı sandalyeye sabitledi. Aralarındaki bir sandalyelik boşluğa rağmen kendini kalben yakın hissederdi ablasına. Şimdilerde sandalyesi ile paylaşıyordu duygularını. İkisi de yalnız, soğuk ve ıssız bırakılmıştı.
Uzun süre oturmaktan o rahatsız sandalyede bile uykusu gelmişti. Kapanmak için onunla savaşan gözlerine rağmen başını dik tutmaya çalışıyordu. Göz kapakları her düştüğünde tırnağını etine batırarak kendini uyandırmaya çalışmaktan elinde onlarca iz olmuştu. Diğer günlerden kalan bazı izler tahriş olmuş birkaç damla kanını açığa çıkarmıştı.
“Anne! O ağacı nasıl büyüttüğümü gördün mü?” sesler olduğu yerde kendine gelmesini sağlamıştı. Fredy yaşına uygun çocuksuluktaki sesi ile annesine bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
“Evet. Neredeyse meyve verecekti.” Diye cesaretlendirdi kadın evladını.
“Ablam da bunu yapabiliyor muydu?” dedi kendini kıyaslayacağı tek kişiyle yarışarak.
Onun sözleri her ne kadar duygusuz baksa da Freya’nın kalbine işliyordu. Herkesin içinde Freydis’e abla diye seslenmesi yasaktı. Sadece baş başa kaldıklarında ona samimi davranabiliyordu. Diğer aile bireylerine baş başayken bile yakınlık göstermesi yasaktı.
“Ablan bir ağacın değil bir ormanın meyve vermesini bile sağlayabilir.” Diyen babasının sesini duyduğunda hepsinin beraber geldiğini anlamıştı.
Onlara dönüp bakmadığından sadece adım seslerini dinliyordu. Dört çift adım sesi vardı. Biri kardeşinden gelen daha sessiz ama parmak ucunda zıpladığını belirten bir ses. Diğeri annesinden gelen topuklu ayakkabı tonlamasıydı. Babasının tok adım sesine benzer güçlü bir ses daha vardı. O adımın sessizliğini koruyan Patrick’ten başkasına ait olmadığını biliyordu.
“Ablam çok güçlü değil mi baba?” yavaştan sandalyelerine geçmeye başlamışlardı.
“Evet.” Sesi keyifsiz çıkmış Vikont’un. Onu görmek moralini bozmuş olmalıydı.
“Ben ne zaman onun kadar güçlü olacağım?” küçük oğlanın hiç bitmeyen bir enerjisi vardı. Yeni açan bir gül gibiydi. Freya ise açamadan solan gonca…
Hizmetliler yuvaya taşınan arılar gibi hızla masanın etrafını sarmışlardı. Elleri dolu gelen her biri masaya tabakları bırakır bırakmaz odadan ayrılıyordu. Bütün bu gidiş gelişler arasında Rita'nın önüne koyduğu kahvaltısı ile beklemeye devam etti.
Yemeğe başlanması için önce Vikont Francis’in ilk lokmasını alması gerekiyordu. Tabii bu küçük kardeşi için pek geçerli bir kural değildi. Aslında kalede kurallar sadece onun için vardı. Onu kısıtlamak ve hayattan soğutmak için.
Başını kaldırıp babasının başlayıp başlamadığını kontrol bile etmedi. Önündeki yemeklere ilgi duymuyordu. Yemek sofraları onu mutsuz ettiğinden olsa gerek ömrü boyunca açlık ne bilmemişti. Hissetmemişti. Sırf bu yüzden defalarca açlıktan bayılmıştı.
Karşısında oturan Patrick birkaç lokma aldıktan sonra kendi tabağı ile ilgilenmeye başladı. Canı istediğinden değil tamamen hayatta kalmak için yiyordu.
“Baba! Ne zaman seninle kılıç talimi yapmaya başlayacağım?” Fredy o yıl Patrick ile dövüş ve savaş talimleri yapmaya başlamıştı.
“Benimle mi çalışmak istiyorsun?” onların konuşmasına hafifçe başını çevirdi. Gerçek ailenin nasıl olduğunu görmek istercesine.
Oğul babasına isteklerini belirtirken arada sessiz kalan annesi ortadaki yiyeceklerden oğlunun tabağına eklemeler yapıyordu. Kardeşinin tepeleme dolu olan tabağından kendi tabağına çevirdi gözlerini. Küçük bir parça peynir, sadece onun yediği reçelli ekmek, iki haşlanmış yumurta ve birkaç zeytin.
Yutkundu.
Sesi kendi kulaklarında çınladı. Onu, ondan başka kimse duymadı.
Bunu ilk kez yaşıyor olsa belki burnu sızlardı ama sızlamadı. Düşüncelerini başka yöne çekerek kendine üzülmeyi yasakladı.
“Baba!” dedi sadece kendisinin duyduğunu sandı.
“Baba!” dedi bir kez daha. Kendine güvenmeye çalıştı. Kelimenin altını ruhu ile doldurmak istedi. Başını kucağından kaldırdı. Patrick onu duymuş bakışlarını küçük kıza dikmişti.
Savaşçı adam ile göz göze geldiklerinde onun duygularını gördü. Acıma ile bakan gözlere düz ifadesi ile bakmaya devam etti. Bir kez daha cesaretini toplayarak sohbet eden aileye çevirdi başını.
“Vikont Francis!” keskin sesi sohbeti pastayı parçalarcasına kesti.
Fiona’nın yüzü ekşidi. Fredy konuştuğuna inanamıyormuş gibi ona döndü. Francis ise umursamazdı. Bardağındaki sıvıdan bir yudum alırken bakışlarını kıza dikti. İçinden saymaya bile başlamadan çekti gözlerini ondan.
“Evet!” düşmanlarına konuştuğu tonda.
“Birkaç hafta önce on üç yaşıma girdim.” Her kelimesinde biriktirdiği özgüveni toz bulutu gibi yok oluyordu.
“Bundan bize ne?” dedi annesi hiç acımadan.
“Biraz daha sesli konuş!” diyen babası onu sinek vızıltısından farklı görmüyor olmalıydı.
Tekrar yutkundu. Bir tükürüklük zaman ona cesaret verirmiş gibi, “Diğerleri gibi Lacum’a giden askeri ekiplere katılmak istiyorum.”
Durmuştu. Zaman mı durmuştu yoksa etrafındakiler mi donmuştu anlamamıştı. Durduğunu sandığı zamanın akışını Fredy’nin yüksek kahkahası ile bir kez daha hissetmişti.
“Sen goblin bile öldüremezsin ki?” kardeşi düşüncesinde haklı olabilirdi ama şimdiye kadar deneme şansı olmamıştı. Goblinlerin ormandaki tavşanlara benzemeyeceğini biliyordu ama güçlerini onların üzerinde denemek istiyordu.
“Ağzından hayırlı bir şey çıkmayacağı belliydi.” Annesi gür sesi ile belirtmişti fikrini.
Babası ile sessizliğini korumaya devam ediyordu. Ona dikili olan gözleri küçük kızı korkutmaya başlamıştı. Yavaş yavaş uzaklaştırdı bakışlarını ondan. Gittikçe titremesi artan göz bebekleri önce eline oradan tabağına, masayı dolaşa dolaşa kendi tabağına dönmüştü.
İç dünyasına dönmesi için böyle anlar yetip de artıyordu. Gözlerini kapatıp kendini karanlık bir yerde hayal etmesine bile gerek yoktu. Ona göre gözünün gördüğü her yer karanlık ve kasvetliydi.
Başkalarından önce onu yargılayan iç sesi hızla ortaya çıktı. Sözlerinden pişman oldu önce. Böyle bir şeyi istemeye hakkı olmadığını düşündü. Sonra yanlış şekilde istediğini kavradı. Hiç kibar davranmamıştı. Ayağa kalkıp diz çökmesi gerekiyordu. O ise direk Vikont’un gözlerinin içine bakmıştı. Üçüncü bir hatası daha vardı.
“Tamam.”
Babasının askerleri neden ona eşlik etsindi ki!
Vikont ona cevap mı vermişti?
“Ne?”
“Hı?
“Ne?”
Annesi, kardeşi ve Patrick… Üçü de şok olmuştu adamın verdiği karara. Onlar tepkilerini sesli ifade ederken Freya dokunsan ağlayacak hale gelmişti. Ömründe ilk defa istediği bir şey gerçekleşecekti. Elleri titriyordu. Heyecandan mı yoksa korkudan mı düşünecek bir halde değildi.
“Nasıl izin verirsin?” genç kadın çoktan kocasının kararını sorgulamaya başlamıştı. Sorusundan sonra daha birçok şey de söyleyecekti ama adamın gözlerindeki bakışı görünce susmayı tercih etmişti.
Freya başını kaldırmadığı için görmüyordu ama Vikont eşine sinirli bakmıyordu. Yıllardır aradığı bir şeyi bulmuşçasına mutluydu. Yüzündeki sinsi sırıtmanın anlamını en iyi Patrick biliyordu.
Uzun yıllardır şövalyeliğini yaptığı adamı en iyi kendi tanırdı. Bakışlarını patronundan karşısındaki kıza çevirdi. Onun özellikle eskitilmiş sandalyedeki zayıf bedenine baktı. Başkasına göre sağlıklı ama ona göre oldukça hastalıklı duran beyaz teninde gezdirdi gözlerini.
Gördüğü en küçük yaratıklar bile kızdan daha dinç, daha atik ve daha güçlü duruyordu. Küçük kız en küçük goblinin bile yarısı kadardı. O yüzündeki dehşet ifadesi ile kıza bakarken Freya başını kaldırdı. Ve göz göze geldiler.
İkinci bir şoku da o zaman yaşadı. Kızın yüzünde daha önce onda hiç görmediği gülümseme vardı. Hatta o kadar mutluydu ki gözleri dolmuştu. Onun yüzündeki dehşeti görmüş olsa da ifadesi değişmemişti.
“Belki Lacum da ölür. Biz de bu kara lekeden kurtuluruz.” Dedi Fredy.
Küçük çocuk içinden geleni söylerken babasının planının bir kısmını ortaya çıkardığından bir haberdi.
“Patrick! Seviyesine uygun bir Lacum ortaya çıktığında sen gerekli ayarlamaları yaparsın.” Diye buyurdu Vikont.
“Peki, efendim.” Kısaca onu cevaplarken küçük kızdan çekmişti bakışlarını.
Freya bütün bunları duymuştu. Kardeşinin yorumundan önce babasının bir nedenden kabul ettiğini düşünüyordu ki onun sözleri bir şeyleri daha iyi anlamasını sağlamıştı. Yine de sebebi ne olursa olsun bir isteği gerçekleşecekti.
Başını kaldırdığında Patrick ile olan göz teması, o babasını onaylarken bozulmuştu. Onun ölmek üzere olan birine bakan ifadesini görmemek için gözlerini sola, adamın arka çaprazında çevirdi. Orada da onu bekleyen güzel bir şey yoktu doğrusu.
Sanki her sabah yerini bilmesi için bir hatırlatma gibi aile tabloları asılıydı tam karşısında. Kasvetli saray duvarlarının arasında ahşap işlemeli bir koltukta oturan babası ve kucağında Fredy’i tutan annesi. Onların hemen arkasında ayakta duran Freydis. Ve o… Sağda bir eli ile koltuğun köşesindeki tokmağı kavramış eli ile duran bedeni. Yarısı karanlık yarısı aydınlık bedeni.
Resmin ortasını kaplayan ailesine baktı. Her birinin gümüşi saçları ve parlak gri gözlerine eşlik eden porselen beyazı tenleri. Hepsi Le Fay soyundan geldiklerini ispat eden görünüşe sahiplerdi. Kendi hariç…
Freya gerçekten de ailedeki kara lekeydi.
Simsiyah saçları ile doğmuştu. Ne saçları onlar gibiydi ne de gözleri. Gözleri diğer cadı aileleri gibi de değildi. Biri orman yeşiliyken diğeri denizlerin mavisini taşıyordu. Aile genlerinden aldığı tek şey beyaz porselen teni ile çekik gözleriydi.
Le Fay soyundan gelen herkes ile sima benzerliğine sahipti. Ama Tanrı sanki elinde unuttuğu sulu boyayı yanlışlıkla üzerine düşürmüştü. Onlar ne kadar renksizde Freya o kadar renkliydi. Onlar ne kadar güçlüyse Freya o kadar zayıftı. Onlar ne kadar cesaretliyse Freya o kadar korkaktı.
O tablodaki yarısı gölgede kaybolmuş bedenine bir kez daha baktı.
Kaderin değişim düğümüne olan yakınlığını sanki hissediyordu. İçten içe biliyordu. O gün yakındı. Onunda bir Le Fay olacağı gün yakındı.