PANTER’DEN…
ON ÜÇ AY SONRA…
Börteçine’de oturmuş Begüm’ün teorisi üzerine düşünüyordum. İçimizde bir hain vardı ve o haini bulamadıkça bir sürü zayiat vermeye devam ediyorduk. Eğer Begüm’ün teorisi doğruysa ve Ayşe Zerrin hain ise işler bombok bir yere doğru gidecekti. Kendi oğlumu ve gelinimi ateşe atmış olacaktım. Derince bir nefes çektim. O sırada kapı çalındı.
“Komutanım Harun Silahtar geldi görüşmek ister” dedi Hikmet.
“Geldin aslanım bekletme neden bekletiyorsun”
“Kızma aslan parçasına mirim ben dedim izin al diye” dedi kapıdan girerken.
“Dostum sana da izin vereceksek ohoo” kalkıp kucakladım.
Harun Silahtar!
Tanıdığım en enteresan adam olabilir. Börteçine kurulurken tanıştığım bu kişilik doğrudan bizim bünyemizde bulunmasa da çok büyük emeği vardı. Zaten Arslan Silahtar takibimizdeydi lakin onun oğlu olması Jaguar’ın başına geçmesi için kolaylık sağladı. Bunu torpil gibi algılamayın. Biz TSK’nın en dibiydi bu doğru lakin Harun Silahtar Türkiye Cumhuriyeti’nin en dibi. Yani bir nevi emirleri ondan alıyoruz. Derin Devletin on kat daha derini varsa ve o derinlik magmaya kadar iniyorsa en son katmanda ulaşacağınız isim net bir dille Harun Silahtar olur.
Ne siyasetçi ne bürokrat ne de başka bir şey. Saf kan vatansever olan bu adam görünürde altmış yaşını geçmiş emekli bir ağız ceza hâkimi. Zamanında Cumhuriyet savcılığı da yapmış. Tabi bu görünür kısmı. Altını eşelediğinizde çıkanlar ise ülkede iyi ki hala böyle insanlar var dedirtecek cinsten.
Hukukçu bir aileden geliyor. Karısı da emekli hâkime. Altı oğlunun altısı da avukat sadece Arslan avukatlık yapmıyor.
Şimdilik!
4 numaralı oğlu aynı zamanda benim de oğlum. Panteri oğlu Bayındır. Harun Silahtar resmi olarak kuruluşumuzda yer almasa da zamanla akıl danıştığımız biri haline geldi. Özellikle Rahime abla ona çok güvenir. Panterin evlatları yani Panterin 12 oğlu ve 12 kızı projesi ile Oğuz boyları kadar saha ajanını araziye sürme fikri ondan çıkmıştı mesela.
Sonra da 4 numaralı oğlu Fuat Silahtar’ı attı önümüze. Açıkçası beş evladının da beşi bulunduğu pozisyonlar itibarı ile iyi ki hala buralarda böyle insanlar var dedirten cinsten. Tabi görünürde avukatlar orası ayrı.
Ne diyordum mesela Arslan. Timler kurulduğunda Arslan’da takibimizdeydi. Fişek gibi bir Üsteğmen. Tim komutanları seçilmeden önce üç yıl bire bir izlendiler. Rahime abla bu konuda öyle titizdi ki Köroğlu ile Ayvaz’ı daha fazla sınava tabi tuttu. Ne zaman sorsam “Devletin malını emanet edeceğiz Akif Hz. Ömer gibi kendi işine kendi mumunu devlet işine devlet mumunu kullanan vicdan erbabı gerek bize” derdi.
Harun Silahtar oğlu Arslan’ın adı geçince onun da az canına okumadı Rahime abla. Her biri Yüzbaşı olana kadar bekledi. Sonra da timlerdeki çocukları teğmenlikten üsteğmenliğe geçene kadar almadı. Harun Silahtar oğlunu Börteçine’ye alacağımızı duyunca oturup sevinçten ağlamıştı. O günü asla unutmam. Tabi “Benim adım ile almıyorsunuz inşallah eğer torpil varsa ilk ben dava ederim sizi” demekten de geri durmadı. Sonra önce timler kuruldu timler kurulduktan üç yıl sonra da Panterin oğuz boyları kadar evladı çıktı sahaya.
“Gel dostum ne içersin?” diye sordum düşüncelerimden çıkıp.
“Bir acı kahveni içerim ki kırk yıl daha hatırı olsun mirim”
“Hikmet duydun aslanım”
“Duydum komutanım” Hikmet çıkınca “Hayır olsun hangi rüzgâr attı” diye sordum.
“Senden bir ricam olacaktı”
Tek kaşım kalktı Harun Silahtar pek rica adamı değildi. Hele torpil isteyecek bir adam söz konusu bile değildi.
“Yapabileceğim bir şeyse”
“Jaguarı yurda çekmek istediğini söylemiştin”
Başımı salladım.
“Sanırım uygun bir bahanem var” dedi cebinden bir resim çıkartıp önüme sürerken.
Resme baktım. İşler daha da ilginç bir hale geliyordu.
Ömür Özge Tüfekçi.
İmalıca “Tanıyorsun?” başımı salladım.
“Ömür’ü Jaguar’ın korumasını istiyorum” dedi. Bakışımla gülümsedi. Jaguarı hain nedeni ile geri çağırmayı planlıyordum elbette. Lakin Ömür’ü koruması için Jaguarı istemesi ironik geldi.
“Çok başarılı bir profesör biliyorsun. Ülkemizi dışarıda çok güzel temsil etti. Lakin canı tehlikede”
“Önce Tapınakçılar sonra da Kırmızı ayakkabı Tarikatını peşine takmayı başardı” dedim. Başını salladı.
“Bunlar sadece bilinen yüzü. Anladığım kadarıyla Adrenochrome ile ilgili bir yerlerde birilerinin de kuyruğuna basmış”
Bak bunu bilmiyordum.
Ömür Özge Tüfekçi. Devlet eli ile yurt dışına gönderilmiş bir görevliydi. Araştırma yapması bekleniyordu. Ta ki buldukları ortalığı karıştırıncaya kadar. Yaptığı araştırmalar oldukça ses getirdiği için özellikle seçmişti. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesinin en aykırı profesörüydü. Mesleğini en iyi şekilde icra edenlerden.
“Neyin peşindesin?”
“Oğlumun saadetinin” dedi yekten. Arslan ve Ömür daha neler?
“Ömür Arslan’ı yer. Birbirlerine ne kadar zıtlar farkında değil misin?”
“Ee mirim boşuna artı eksiyi çekmiyor”
“Hadi yaşlı Kurt olay sadece bu değil. Bunun olmadığını bilecek kadar iyi tanıyorum seni”
“Haklısın. Lakin anlatmadan önce detayları iyice öğrenmeliyim. Zaten Jaguarı ülkeye çekecektin. Ömür’ü de o zaman bu iyi bir bahane”
Öyleydi yalan değil.
“Ömür basılmaması gereken birilerinin kuyruğuna basmış. Açıkçası ortaya çıkardığı şeyler içinde detaylı bir makale yayınlamayı ve bunu bütün dünya kamuoyu ile paylaşmayı planlıyor. Bu bir sürü elitin de eş zamanlı kuyruğuna basmak demek.”
“Tamam beni ikna ettin lakin en kısa zamanda neyin peşindesin bilmek istiyorum”
“Anlaştık mirim”.
“Ee diğer cephede işler nasıl?” dedim işlerini kast ederek.
“İnsanın altı oğlu olması muhteşem bir şey. Maşallah her biri tuttuğunu kopardı. Sadece gönül işlerinde top yekün salaklar. Hayır ben onların yaşındayken altısı da vardı amına koyayım. Kime çektiler bilmiyorum. O alık dayılarına mı çektiler nedir? Köroğlu olmasa torunu rüyamda görürüm. Çektim her birine resti. Yakın zamanda gelin getirmezlerse koyacağım kapının önünde”.
“Süreyya Hanım izin vermez”
“O da yıldı evde altı oğlan birde ben yedi. Hadi Arslan arada geliyor. Vallahi çekilecek çile değil. Ah Ulan şöyle bir kızım olsaydı en azından torun torbaya karışırdım. Bu hergelelerden hayır yok”
Öyle dertli dertli anlatıyordu ki saatine baktı. Ben beni bildim bileli kız evlat hayali kurar. Anlattıkça sinirlendi.
“Şimdi gitmeliyim”
“Dur daha kahven gelmedi” dedim.
“Hay Allah o kadar sevindim ki akıl fikir uçtu gitti”
Harun Silahtar’ı bu kadar neşelendiren aynı zamanda bu kadar sinir eden neydi bilmiyorum. Bildiğim bu ihtiyar kurt bu kadar heveslendiyse yakın zamanda çok karışacaktı buralar.
ÖMÜR’DEN…
Fransa’da neredeyse kaçak hayatı yaşıyorum. Çünkü İngiltere’de bastığım tapınakçıların kuyruğu Fransa’ya uzanınca buraya geldim asistanım Sibel ile. Allah’tan onu bilmiyorlar. Sadece ben varım sanıyorlar.
“Ömür Hanım şimdi ne yapacağız?” diye sordu. Devlet araştırma yapmam için beni buraya göndermişti. Pek doğru durmadığım için de geri çağırıyordu. Son bir işim kaldı.
“Türkiye’ye döneceğiz Sibel”
Uçak biletimiz hazırlanmıştı. Ve yarın akşamki uçak ile İstanbul aktarmalı önce Gaziantep’te Zeugma mozaiklerine oradan da Yozgat Sorgun Büyük Taşlık Köyü Uşaklı höyüğüne gidecektim. Bunun ilk etapta peşime taktığım adamların aklını karıştırmasını ümit ediyordum. Beni Ömür olarak değil de Özge olarak arıyorlardı. Ve orada çalışma yapmam bir süre oyalayacaktı. Bu durumdan kurtulana kadar elimdeki bütün kaynakları kullanmalıydım.
Paris ara sokaklarında kaldığımız hizbe otelde ayaklandım. Elimdeki dosya şehir efsanesi sayılan bir şeyin açık seçik delillerini içeriyordu. Tapınakçıların geçmişini araştırırken bugün dünya düzeni içinde kalan son temsilcilerinden birinin peşine düşmüştüm. Sonra nedenini ve nasılını bilmediğim satanist bir ayin içinde buldum kendimi. Kurban edilen çocuklar ve bu çocukların korkutularak adrenalin salgılaması ile oluşan sıvının alınıp gençlik iksiri diye satılması üzerine bir iddianın peşine girip çıkmadığım delik kalmamıştı.
Ayini orada olduğumu bilmeden bütün ritüelleri ile yapan üzerlerinde geniş pelerinleri ve şapkaları olan tipler yüzlerine de parlak dore renkli maske takıyorlardı. Fark edilince içinde bulunduğum binanın bodrum camından kaçıp izimi kaybettirmiştim. Daha doğrusu çöp kamyonuna girip iyice saklandım.
Tam olarak yüzümü göremediklerini umuyordum. Açıkçası üç gün çöp kokmak dışında oldukça ucuz atlattığımı söylemeliyim.
“O zaman toparlanalım mı?” diye sordu Sibel.
“Önce ben gideceğim Sibel. Seni riske atamam. Sen arkamdan Ankara’ya uçacaksın ve fakültede benden haber bekleyeceksin.”
“Ömür Hanım ya size bir şey olursa?”
“Beni Özge olarak arıyorlar Sibel. Bir süre izimi kaybettireceğim. Ayini gördüğüm tarihte Türkiye’de olduğum yönünde kanıtlar sunulacak. Lakin sen yine de dikkatli ol ve kimse ile konuşma”
“Tamam Lütfen sizde dikkatli olun”
Devlet eli ile gönderildiğim için koruma görevini de onlar yapmak istiyorlardı. Gerçekten bambaşka bir yere doğru evriliyordu hayatım.
İki gün sonra Gaziantep’te araştırma yaptım. Bu sırada beni MİT’in değil de tam donanımlı askeri bir timin koruyacağı bilgisi verildi.
Jaguar.
Askerlerle başım pek hoş değil açıkçası. Bu iş bir hale yola girene kadar kabullenmekten başka da çarem yok. Sonunda Yozgat’a geldiğimde Sibel’in de sağ sağlim Ankara’ya ulaştığı bilgisi ile neşelendim.
Şimdi Uşaklı Höyükte araştırmalarıma devam edebilirim.
Uşaklı Höyükte keşfedilen ve farklı büyüklük ve düzensiz şekillere sahip 3 bin 147 adet taştan oluşan, 3 metreye 7 metrelik bir alana döşenmiş olan geometrik desenli döşeme mozaik, 3 bin 300 yıllık tarihi ile dünyanın en eski mozaiği olduğu bilinmekteydi.
Kazı başkanı araştırma yapmama müsaade etmiş beni çok iyi karşılamıştı. Ekibi ile kısa bir tatil için uzaklaşınca höyükte tek başıma kaldım. Eğer bir tapınakçının işkencesine maruz kalmazsam 34 yaşında bir tarih profesörü olarak daha uzun yıllar antik kentlerde dolaşmak isterim.
Antik bir kente ayak bastığım zaman oradaki yaşanmışlıklar acabalar alır götürü beni. Şimdi de Uzun kıvırcık siyah saçlarımı tepede lohusa topuzu yapmış (ki bu tabiri rahmetli annem çok kullanırdı) Yeşil gözlerime bir güneş gözlüğü takmış etrafımdaki uçsuz bucaksız bozkıra bakıp derin bir nefes çektim.
Rahat spor ayakkabılarım kargo pantolon tulumum ve içimdeki tişörtümle bir profesörden çok sıradan bir insanı andırıyorum.
En sevdiğim!
Ne kadar süre çalıştım bilmiyorum. Çalışırken kendimden geçerim zira. Düzensiz taşlarla sıralanmış mozaiği inceliyordum. Önüme çocuk mezarı gibi askeri postal be tepeme de zebellah gibi bir gölge düştü.
“O bastığın şey 4000 yıllık mozaik” dedim. Kafamı kaldırdığımda bir çift ela göz ile karşılaştım.
“Pardon?” dedi
“Diyorum ki o bastığın şeyin tarihi yaklaşık 4000 yıl. Bu zamana kadar gelmeyi başarmış fakat senin şiddetine dayanamayacak gibi görünüyor.” Ayaklarına baktı.
“Yahu ne bakıyorsun çeksene toynaklarını”
“Toynak mı?”
“Uhuuuuu” dedi arkada birileri. Dört kişi daha vardı. Yüzlerini göremiyordum.
“İçimden bir ses çok eğleneceğiz diyor” kim dedi bilemedim. Adam onlara omuzdan bir bakış attı. Sonra bana döndü. Tepemden bakıyordu ve sanırım adamın boyu iki metre falandı.
“Arslan Silahtar?”
Bakışları dikkatlice yüzümde dolandı.
“Evet tanışıyor muyuz?”
“Ha- hayır sadece bilgi verildi beni korumak için geleceğiniz”.
“Ben Kıdemli Yüzbaşı Arslan Silahtar bunlarda Jaguar timinin üyeleri” dedi.
“Bende Ömür. Uşaklı mozaiğinin profesörü. Hani sizin toynaklarınızı hala çekmediğiniz şu bebek var ya” dedim yeri gösterdim.
“Ha?” dedi.
Boy uzun ya yukarıda internet çekmiyor sanırım. “Çekilsene be adam. Bebeğimiz eziyorsun” dedim ateşe basmış gibi çekti ayağını.
“Ya hu çingene misin ne bağırıyorsun?” dedi. Daha çingenelik görmemiş.
Bir tarihçiye yapılmaması gereken şeyler madde bir. Bebeklerini incitmeyin.
Çingene bir tarih profesörüne yapılmaması gereken şeyler madde bir. Neyse zamanla öğretiriz nasılsa.Bu insan azmanı anlamadı mecbur eğiteceğiz.