?2.BÖLÜM: ÖFKENİN İZLERİ

3860 Words
Bir sonraki gün, Abraham'ın uyumak için yatak odamı kullanmamı dile getiren nazik uyarıları yerine Marie'nin sesini duymak beni hayal kırıklığına uğratsa da bunu belli etmemek için elimden gelen her şeyi yaptım. Kız omzuma dokunup beni uyandırmak için eğilirken kahverengi saçlarını ensesinde topuz yapmıştı. Gülümsemesi ve gözleri, sıcak ve içtendi. Dünkü haline göre çok daha rahat görünüyordu. "Günaydın, hanımefendi. İzniniz olmadan çalışma odanıza girdiğim için üzgünüm ama kahvaltınız soğuyacak." Üzeri bir sürü ıvır zıvırla dolu olan masadan isteksizce uzaklaşırken kaslarımdaki sertlik uzun saatlerimi çalışma masamın üzerinde eğilmiş olarak geçirdiğimi hatırlatıyordu. Başımı sallarken dudaklarımdan onay dolu bir mırıltı döküldü. Açıkçası, çalışmak olmasını istediğimden daha çok dikkatimi dağıtmıştı. Yine, yine ve yine burada uyuyakaldığıma inanamıyordum. Gözlerimi etrafta gezdirdim. Hava rüzgarlı ve yer yer bulutlu olmasına rağmen güneş ışığı pencereden içeri süzülüyor, odanın üzerine sarı bir ışıltı yayıyordu. "Tamam, Marie. Geliyorum." Ancak Marie hemen gitmedi. Siyah, düz ayakkabılarının üzerinde iki yana sallanarak bana dikkatle baktı. Tereddütü merakını ele veriyordu. Ona sorgularcasına baktığımda derin bir nefes alarak cesaretini topladı ve sordu; "Bugün daha iyi misiniz?" "Evet... Evet, iyiyim." "Peki, şey, Abraham ile aranızı düzelttiniz mi?" Marie'nin sesinde hafif bir endişe vardı, kaşları çatılmış bir şekilde bana baktı. "Çünkü bu sabah biraz şeydi de..." "Gergin mi? Kızgın mı? Somurtkan mı?" diye sıraladım. Seçenekler o kadar çoktu ki... Başımı yavaş bir biçimde iki yana sallarken gözlerimi kapatıp yüksek bir sesle soludum. "Hayır, onunla henüz konuşmadım ama bunu en kısa süre içinde yapacağım. Abraham'ın nerede olduğunu biliyor musun?" "Oturma odasında, kahvaltı masasında bekliyor." Gözlerimi kıza dikerken, "Ah," dedim şaşkınlıkla. Yani kahvaltıya inmiş miydi? Yapmaz sanıyordum. "Bence onunla hemen konuşmalısınız." Marie hiç olmadığı kadar ciddi bir ifadeyle başını öne salladı. "Daha iyi bir zaman olamaz çünkü oturma odasında ondan başka kimse yok." "Teşekkürler, Marie. Gerçekten." Üzerimi değiştirip dizlerimin altına kadar uzanan, omuzlarımı ve boynumu vurgulayan, zarif, kırmızı bir elbise giydikten sonra oturma odasına girdim. Taze demlenmiş çayın ve sıcak hamur işlerinin kokusu havayı doldurdu. Ne kadar aç olduğumu fark ederken önümde asılı olan konuşmanın ağırlığından bir anlığına uzaklaştım. Bana ait olan sandalyeye oturdum. Abraham'da ona ait olan sandalyede oturuyordu. Marie bana bir fincan çay doldurmakla meşgulken hareketleri kesin ve dikkatliydi. Ona sessizce teşekkür ettim ama aklım başka yerdeydi. Turunçgil çayımdan bir yudum alırken gözlerimi masanın tam karşısında oturan Abraham'a diktim. Ahşap sandalyesinde arkaya yaslanmış, bacak bacak üstüne atmış bir halde kitabını okuyordu. Normalde bana 'Günaydın, Vanessa! Bugün nasılsın? Umarım kendini daha iyi hissediyorsundur.' falan derdi ama hâlâ bana ölesiye kızgın olmalı ki gözlerini okuduğu kalın, ciltli kitaptan bir an olsun ayırmıyordu. Üzgün bir şekilde bakışlarımı kaçırdım ve büyük camdan bahçeye bakıp sonbahar rüzgarının kurumuş yaprakları uçuşturmasını seyrettim. O an kafamın içi sadece Abraham ile meşguldü. Tanrım... O kadar mı kızgındı bana? Hâlâ mı? Yaptığım şeye olan öfkesi bir süre sonra geçer diye ummuştum ama anlaşılan sadece kendimi kandırmıştım. Bu durum beni çok endişelendiriyordu çünkü daha önce aramız hiç bu şekilde bozulmamıştı. İkimiz de çok anlayışlı insanlar olduğumuz için doğru düzgün küstüğümüz başka bir an daha hatırlamıyordum bile. Rahatsız bir şekilde yerimde kıpırdandım. Şimdiyse aramızdaki gerilim neredeyse dokunulabilir derecede yoğundu. Duygularından bir iz yakalamayı umarak Abraham'a göz ucuyla baktım ancak yüzü kayıtsızlık maskesi takmış gibiydi. Bir şey diyecek gibi de durmuyordu. Sessizlik uzadıkça yoğunluğu boğucu bir hal aldı. Sonunda boğazımı temizleyerek sessizliği kendi sesimle bozdum. Kelimeler dilimin üzerimde ağırlaşırken, "Abraham," dedim. Abraham kitabından başını kaldırdı, bakışları bir an için benimkinden kaçmadan önce önündeki sayfalara geri döndü. Derin bir nefes aldım ve karşılaşacağım şeye kendimi hazırlamak için bir an duraksadım. "Konuşmamız gerekiyor." Cevabı çok basitti. "Ne hakkında?" Ah, ciddi mi bu? Diyeceğim şeyleri toparlamaya çalışırken bir anlığına gözlerimi yumdum. "Seni kızdırdığımı biliyorum ama Damien'a zarar vermediğim için özür dilemeyeceğim. Bunun için hiç pişman değilim ve yapmamamı söylemen daha çok yapmak istememe neden oluyor... Ama seni kızdırdığım için üzgünüm. Yıllarca birlikte yaşadık. Artık ailemin bir parçası sayılırsın. Bana daha ne kadar böyle kızgın kalacaksın?" "Sana kızgın değilim, Vanessa. Sadece hayal kırıklığına uğradım." dedi, ses tonu sakin ama kararlıydı. Kitabı kapattı ve -Nihayet!- gözlerini kaldırıp gözlerime baktı. Konuşmayı sürdürmeden önce derin bir nefes aldı. "Sana her zaman güvendim ve inandım ama artık bundan o kadar da emin değilim. Hepimiz hata yaparız. Önemli olan, onlardan ders almak ve büyümektir." Bunu duyunca hızla ağzımı açtım. "Orada yaptığım şey..." derken Abraham 'Bir dakikalığına sus ve beni dinle!' dercesine şaret parmağını kaldırdı, ben de sustum. "Seni tanıyorum, Vanessa. Neyi neden yaptığını anlıyorum ama ne uğruna? Damien buna değmeyeceğinden değil, sana daha önce de dedim, ona karşı herhangi bir sorunum yok. Benim sorunum sensin. Ne kadar tehlikeli bir oyun oynadığını anlamak için illa zarar görmen mi gerek? Üstelik sadece kendi başını belaya sokmuyorsun. Damien için de sıkıntıya neden oluyorsun. Başkan Eugine ya da düşüncelerine karşı olan senatörler sana gözle görülür bir hasar veremezler çünkü sen onlardan birisin ama Damien değil." "Damien kendini koruyabilir." Kaşlarını kaldırarak sandalyesinde arkaya yaslandı. "Eh, bunu göreceğiz." Abraham'ın alaycı sözlerinin etkisini hissetmek için bir an bekledim ve ardından bundan tiksinerek sordum. "Ne yani? Ona vurmam gerektiğini mi söylüyorsun bana?" "Hayır, Vanessa. Elbette ona vurman gerektiğini söylemiyorum. O gösteriyi yapmadan oradan Damien'ı alıp uzaklaşabilirdin ama sen Başkan Eugine'ne meydan okumayı seçtin. Damien'a vurdu, değil mi? Sen de yaptığı şey için onu kızdırmak, belki de cezalandırmak istedin. Peki ama unutma, bunun sonuçları olacak. Ve Başkan Eugine'le yüzleşmek zorunda kalacaksın, hazır olup olmadığın da fark etmeyecek." Vay canına. O halde bunun için kendimi hazırlasam iyi olacaktı. Başkan Eugine'nin ne yapacağı hiç belli olmuyordu. Onu Damien'ı bana 'hediye' ettiğine pişman ettikten sonra karşılık olarak korkunç bir şey yapacağına emindim ama her şey o kadar da kötü değildi. Ne de olsa hâlâ resmi olarak baş meclis üyesi bir asildim, 'dokunulmazlığım' olduğu için Başkan Eugine'nin bana fiziksel bir hasar veremeyeceğine emindim. Öylece ortadan da kaybolamazdım. Bu onun için çok daha fazla soruna neden olurdu... Ve itiraf etmem gerekirse, Abraham haklıydı. Eğer Damien'a o elektrikli sopayla zarar vermeseydi onu da alıp hiçbir şey demeden oradan gidebilirdim ama ona zarar vererek çizgiyi aşmıştı. Bu yüzden oraya çıkıp o şeyleri söyleyivermiştim. Bunu sorun olarak görmüyordum çünkü zaten düşünmediğim hiçbir şeyi söylememiştim ama başım cidden beladaydı. Başkan Eugine kurnaz bir adamdı ve baş meclisin emirlerine doğrudan karşı çıkan ilk asil olduğumdan otoritesini korumak için her türlü yolu kullanmaktan çekinmezdi. Onu küçümseyemezdim. Üstesinden gelemeyeceğim bir şekilde misilleme yapmasından korkuyordum. Oof! Her şey nasıl bu kadar hızlı bir şekilde kontrolden çıkmıştı? Tereddütle "Ben..." diyerek söze girdim. "O an doğru olanı yaptığımı düşündüm ama şimdi... Şimdi o kadar da emin değilim." "Doğru olanı yaptın ama doğru olan her zaman 'kolay olan' değildir. Her ne kadar yaptığın şeyi onaylamasam da söylediğin şeyleri söylemek cesaret ister. Sen farkında bile olmadığın kadar güçlüsün, Vanessa. Çelikten daha sağlam bir iraden ve kararlılığın var. Yanlış olduğunu düşündüğün bir şeyi asla yapmazsın. Başkan Eugine'nin öfkesinin sebebi de bu. Hatta korkuyor bile. Başta seni eğlenceli ve zararsız buluyordu, bu yüzden Damien'ı sana hediye etti ve seni meclise aldı ama şimdi onun için bir tehditsin. Ben de bu yüzden endişeleniyorum zaten." Abraham'ın sözlerinin ağırlığıyla ve durumun ciddiyetiyle başa çıkmaya çalışırken üzerime bir belirsizlik dalgası çöktü. Sıkıntılı bir ifadeyle başımı ellerimin arasına alarak "Ne yapacağım ben, Abraham?" diye sorduğunda Abraham dirseklerini masaya yasladı ve öne eğilerek buruk bir şekilde gülümsedi. "Bana şimdi mi fikrimi soruyorsun? Üzgünüm ama ne yapacağını senin çözmen gerek, Vanessa." Kahretsin... Çünkü ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Tamamen çıkmazlarda hissediyordum. Birden aklıma gelen şeyle başımı kaldırıp Abraham'a baktım. Hizmetçilerden biri önüme haşlanmış yumurtalarla ve patatesle dolu bir servis tabağı koyarken "Peki, barıştık mı?" diye sordum umutla. En azından bu meseleyi düzeltmem gerekiyordu. Abraham önüne tabak koymaya yeltenen kıza istemediğini belli eden bir baş hareketi yaparak bana odaklandı. "Bazen beni gerçekten kızdırıyorsun." "Ama?" diye sürdürdüm konuşmayı. "Ama sana nasıl kızgın kalabilirim?" Dudaklarında filizlenen o minik gülümsemeyi görünce ben de gülümsedim. Beni bu kadar çabuk affettiğine inanamıyordum. Aramızda kocaman bir kahvaltı masası olmasaydı ona kesinlikle sarılırdım. Abraham, zehir gibi olduğundan emin olduğum kahvesine uzanırken oldukça yorgun bir tavırla devam etti. "Olan oldu. Başkan Eugine'le konuşmak artık bir işe yaramaz. Sadece dikkatli olacağına dair söz ver bana. Şimdilik tek ihtiyacım olan bu." "Elbette dikkatli olacağım, bu konuda hiç endişelenmene gerek yok. Zaten başka çarem yok." "Eh, benim de bu konuda sözüne güvenmekten başka çarem yok. Ve lütfen uyumak için yatak odanı kullan, çalışma odanı değil. Oranın ısıtıcı peteklerinde bir sorun var, yeterince ısınmıyor." Tanıdık endişesi karşısında usulca gülümserken buldum kendimi. Sanırım her şey yavaş yavaş eski haline dönüyordu. Ne büyük bir rahatlama ama! Yumuşak bir sesle, "Ah, sorun değil." diyerek çatalımı üzeri rengarenk baharatlarla kaplı haşlanmış yumurtaya bastırdım. Bir yandan da evde dolaşan ısıtıcı sistemini düşündüm. Çalışma odamın petekleri doğruca ana odaya giden tek sistemdi. Oranın kışları daha sıcak olmasını istediğim için dolaşımı bu şekilde ayarlanmıştım ama tıkanıklık durumunda ilk suyu kesilen de orası oluyordu. "Ben içini açıp bir bakarım. Muhtemelen su alma kanalı hava alıyordur ya da bir vida falan tıkamıştır." "Vida mı?" Gri kaşlarını şaşkın şaşkın kaldırarak beni yavaşça süzerken ben de yudum çay almak için fincanıma uzandım. "Cidden mi, Vanessa? Bir vida peteğin içine nasıl girmiş olabilir?" "İron, iş aletlerimi oyuncak gibi bir şey sanıyor." "O halde ona gerçek oyuncaklar olmalıyız." Bunun pek işe yarayacağını sanmıyordum ama... Başımı tamam anlamında salladım ve kahvaltının geri kalanı boyunca sanki her şey yolundaymış gibi önemsiz şeyler hakkında sohbet etmeye devam ettik. Amcamın en büyük kuzey şehirlerinden biri olan Elmsville'ye gezmeye çıkacağını öğrenmek, Westland'a şiddetli bir fırtınanın yaklaştığını duymak ya da Juno'nun çocuğun nihayet iyileşmeye başladığını duymak hiçbir şeyi düzeltmezdi ama hiç değilse kafamı dağıtıyordu. Uzun bir kahvaltıdan sonra olanları biraz olsun unutmak istediğim için tamamen işime odaklanarak kendimi çalışma odama kapattım. Damien'a haber vermedim çünkü dün olan her şeyden sonra biraz dinlenmeye ihtiyacı olduğunu düşündüm. Birkaç gün onun yardımı olmadan da çalışabilirdim, değil mi? Böyle düşünmeme rağmen çalışma odam bana çok sessiz ve boş geliyordu. Bir şekilde soğuk. Ne garip. Onsuz çalıştığım zaman onunla çalıştığım zamandan çok daha fazla olmasına rağmen Damien'ı burada, yanımda görmeye çok alışmıştım. Gözlerim onu arıyor, kulaklarım onun sesini duymayı ümit ediyordu. Bu yüzden de yaptığım şeye odaklanmakta zorluk çekiyordum ve çoğu zaman düşüncelerimin gittiği yönü kontrol edemiyordum. En sonunda pes ettim ve öğleden sonra bozuk petek işini halletmek istediğim için şehre inmeye karar verdim. Birkaç şey satın almam gerekiyordu fakat Abraham kapıdan çıkmadan önce beni omzumdan tutarak durdurdu; bir süre dışarı yalnız çıkmamam konusunda çok ısrarcıydı. Ben de Damien'ın odasına gidip kapısına vurdum ve kapıyı açtığında sabırsız bir merakla benimle şehre gelmek isteyip istemediğini sordum. Düşünmedi bile. Sakin bir sesle "Tamam," diyerek yanımdan geçip merdivenleri inmeye başladığında bir an şaşkınlıkla arkasından baktıktan sonra hızlı adımlarla peşinden gittim. Abraham elbette üzerime bir kaban, bere ve atkı geçirmeme yardım etmeden önce yüz kere dikkatli olmamı söyledi ve ben de yüz kere ona bu konuda endişelenmemesi gerektiğini söyledim. Öte yandan da ister istemez 'Kendi babam olsaydı o da böyle endişelenir miydi acaba?' diye düşündüm, sonra bu fikri dağıtmak için iç çektim, böyle şeyler düşünmenin bir yararı yoktu ve görünüşe göre de asla olmayacaktı. Hem endişelenmem gereken çok daha büyük sorunlarım vardı, Başkan Eugine gibi... Hava soğuk bir rüzgarla kaplı olmasına rağmen şehre yürüyerek gitmeye karar verdik. Daha sonra da her türden araç gereç satan, üç katlı, kocaman bir dükkanın içine girdik. Duvarda yazan yönerge-haritasına baktım. Sanırım 'SİSTEM VE MOTOR EŞYALARI' kısmına çıkmam gerekiyordu. Demir, eski bir asansöre binip sinir bozucu bir mırıltı eşliğinde, bir kaplumbağadan daha yavaş bir şekilde en üst kata çıktık. Dükkanın bu kısmı kocaman raflardan oluşan bir labirenti andırıyordu. Ben raflardan birinin önünde durup peteğin ısıtma sistemi için uygun olan numaralı kontrol cihazını ararken Damien omzunu rafa yaslamış, sessiz bakışlarla beni seyrediyordu. Bir tanesini kontrol edip uygun olmadığını fark ettikten sonra yerine geri koyarken Damien "Bu şeyleri tam olarak ne için istiyorsun?" diye sordu... "Çalışma odamdaki ısıtıcı petekte bir sorun var. Çalışmıyor. Hazır onu tamir ederken ana sistemi biraz güçlendirmek istiyordum." diyerek kendimi açıklarken üst rafa uzandım, bir tane daha aldım. "Ne de olsa bir fırtına yaklaşıyor." Hafif bir sessizlik oldu. Daha sonra Damien "Isıtma sistemini sen mi yaptın?" diye sordu. "Mmm... Sayılır. Petekleri ve kazanları döşeme işini Abraham'ın bulduğu ustalar yaptı ama dizaynı ben tasarladım ve kontrol paneli ile su ısıtma motorunu da ben yaptım." Damien mırıldanarak "Yapamayacağın bir şey var mı?" derken üst raftaki kontrol cihazını almaya çalışıyordum, homurdandım, parmak uçlarım neredeyse kenarına değiyordu. Çabamı fark eden Damien hafif bir gülümsemeyle boyumun asla yetmeyeceği üst rafa uzandı. Bana sekiz numaralı kontrol cihazını gösterdi, cihaza kısa bir bakış attım ve uygun olmadığını göstermek için başımı hayır anlamında iki yana salladım. Sonra da aceleyle sorusunu cevapladım. "Teknik olarak, yapamayacağım bir sürü şey var. Mesela bir Kuantum Motoru yapamam..." Ardından kararsız bir biçimde mırıldanarak "Sanırım?" diye ekledim. Tamam, bu çok ukalaca bir cevaptı. Hiç de benlik bir şey değildi. Sanki bir anda esen bir rüzgarın alevi söndürmesi gibi ortam aniden sessizliğe büründü. Damien başını yana yatırdı, gözleri daha önce hiç görmediğim bir yoğunlukla alev alev yanıyordu. Bana mı öyle geliyor yoksa o... Sonra, sessiz bir gecede gök gürültüsünün yayılması gibi, Damien'ın gülüşü odayı doldurdu. Kendimi nefesimi tutmuş beklerken buldum. Vay canına. Gerçekten gülüyordu! Bir an söylediğim şeyde bu kadar komik bulduğu şeyin ne olduğunu merak ettim. Başını sallayarak "Bu kadar mütevazi olma derdim ama zaten değilsin, değil mi? Bana soracak olursan, sen kendini tam olarak göremiyorsun. Yaptığın şeyler..." dedi ve sonra, her ne olduysa, Damien'ın gülüşü başladığı kadar hızlı bir şekilde kesildi- geride hafif bir yankı bıraktı. "Kahretsin!" Suratını buruşturarak yandaki rafa uzanıp sıkıca kavradı. Gülümsemesinin izi hâlâ dudaklarında duruyordu ama yüzeyin altında gizlenen acıyı çatık kaşları ele veriyordu. Yüzüne dikkatle baktım, zihnim hızla dönüyor, ani ruh halindeki değişimin nedenini çözmeye çalışıyordu. Canını yakan şeyin ne olduğunu düşünürken birden Başkan Eugine'nin ona o korkunç, elektrikli sopayla vurduğu anı hatırladım. Ve şimdi, gülmek bile canını mı yakıyordu? Gerçekten, kahretsin! "İyi misin, Damien?" Endişe sesimde dolanırken dükkana ne için geldiğimi unuttum ve kalbim endişeyle çarparken ne yapacağımı bilemeyerek bir adım atıp ona yaklaştım. Yumuşakça uzandım, parmaklarım koluna yaklaştı ama sonra izinsiz dokunmaktan çekinerek kolumu indirdim. "O kadar çok mu acıyor?" Rafın sert, ahşap yüzeyini çok daha sıkı bir şekilde tutarken parmak boğumları beyazladı. "Bir şeyim yok," diyerek beni geçiştirmeye çalıştı ama bunu yapmasına izin vermedim. "Sana inanmıyorum! İzin ver, bir bakayım." Tereddüt etti ve rahatsız bir ifade yüzünden geçti. Gözleri belirsizlikle dolup taşarken bana yarasını gösterme ve gizleme arasında bocaladı. Sonra yavaşça, neredeyse isteksiz bir tavırla, raftaki tutuşunu bırakarak başını öne salladı. Bana izin verdiğini gördükten sonra Damien'ın canını yakmamak için çok dikkatli bir şekilde hareket ederek gömleğinin uçlarını tutup yukarı kaldırdım. Solgun tenine karşı keskin bir tezat oluşturan o koyu morluğu görünce kalbim sıkıştı. 'Ah, hayır!' diye düşündüm. Hafifçe titreyen parmaklarım Damien'ın karın kaslarının üzerine kaydı. İyice eskimeye başlamış eski yara izlerinin yanında taptaze duran morluğun çizgisini nazikçe takip ederken ona daha fazla acı vermemeye dikkat ediyordum. Yine de Damien hafifçe irkilerek dokunuşum altında gerginleşti. Darbenin izi olmasını beklediğimden kat kat daha kötü görünüyordu. Elektrik darbesinin insan derisi üzerinde tahriş edici etkileri olabildiğini biliyordum- Daha önce işlerim üzerinde çalışırken birkaç kere buna maruz kalmıştım. Acıyı hatırlıyordum, ete ve kemiklere kadar işleyen bir acıyı... Ama böylesine derin bir 'morluk' bırakabildiğini ilk defa görüyordum. Ona ne kadar elektrik vermişti? Kaç volt? Parmak uçlarımla morluğun etrafını kaplayan o belirgin, mavi damarları takip ederken Başkan Eugine'in yüzü gözümün önünden geçti, içimdeki korkunç bir nefret ateşi yaktı. Başkalarının acısından zevk alan, geri zekalı, zorba herif! Ondan öylesine çok nefret ediyordum ki! Ama şimdilik o pisliğin bir önemi yoktu. Bu izi gördükten sonra Damien'a zarar vermemekle ne kadar doğru bir karar verdiğimi daha iyi anlıyordum. Eğer yapsaydım bu izden bir sürü olacaktı ve bir tanesinin bile onu ne kadar zorladığını gördükten sonra... O an kendi kendime bir söz verdim; Ne olursa olsun, Damien'ı korumak için her şeyi yapacaktım. Zayıf bir şekilde fısıldayarak "Bu..." dedim. "Gerçekten de çok kötü görünüyor." "Birkaç haftaya iyileşecek." Bunu 'biliyor' olması canımı sıktı. Gür kirpilerle kaplı koyu gözlerimi kaldırıp ona bakarken, dışarıdan fark edilmemesi imkânsız olan bir endişeyle, "Buna alışkın mısın?" diye sordum. Bu işkenceye daha önce de maruz kaldığını duymak istemiyor olsam da soru dudaklarımdan öylece dökülüvermişti. "Alışmıştım," dedi Damien. "Ama bir süredir ne kadar can yakıcı bir şey olduğunu unutmuştum." "Ben sadece senin..." Güvende olmanı istiyorum. "Tüm bunlar o kadar saçma ki... Ben..." Beklenmedik bir biçimde zeminden yayılan bir gıcırdama sesi aramıza girdi. Damien'dan uzaklaşırken sohbetimizin bölünmesinden hoşnut olmayarak yüzümü hafifçe buruşturdum ancak burası herkese açık, kalabalık bir dükkan olduğu için yapacak bir şey yoktu. Raftan tarafa döndüm. Genç bir erkek müşteri bizim olduğumuz tarafa geçerken yüzüme sakin bir ifade yerleştirdim ve sanki önümdeki kontrol anahtarlarını inceliyormuş gibi rol yaptım. Oysa aklım sadece Damien'ın tenindeki o izdeydi. Onun için bir doktor çağırmam gerektiğini falan düşünüyordum. Gök gürlerken ve yağmur gürültülü bir şekilde yağmaya başlarken sabahki güneşi hayal ederek iç çektim. Westland'ın dengesiz sonbahar havası her zamanki gibiydi. İlk kar yağana kadar durumun böyle devam edeceğinden emindim. Gerçi Abraham'ın bizi alması için birini göndereceğinden emin olduğum için bunu o kadar da dert etmiyordum. Başımı iki yana sallayarak içinde bulunduğum o ana odaklanmaya çalışırken Damien'a bir doktora ihtiyacı olduğunu söylemek için dudaklarımı aralarken yanımızdan geçen o erkek müşteri sadece benim duyacağım bir şekilde bir şey fısıldadı. Yüz ifadem sarsıldı, bakışlarım ağırlaştı. Sonra boynumdan yanaklarıma ve kulaklarıma doğru keskin bir sıcaklık tırmandı. Adamın ne dediğini tam anlamamıştım ama kulağa 'Köle Sevici' gibi gelen argo bir sözcüktü, tabii adam tam olarak 'sevici' dememişti. Bunun yerine asla kullanmaya cesaret edemeyeceğim çirkin bir sözcük kullanmıştı. Karşılaştığım bu kabalık karşısında ne diyeceğimi bilmezken -Çünkü bana daha önce kimse bana böyle çirkin bir sözcük kullanmamıştı!- kendimi tepkisiz kalmaya zorlayarak sanki hiç duymamış gibi yaptım. Kıpkırmızı yanaklarla rafın arkasındaki bir kontrol anahtarına uzandım... Ne yazık ki, Damien benim kadar nazik davranmadı. İlk başta bedeni gerginleşti. Onun da duyduğunu o zaman anladım. Daha da kızardığımı hissettim ve belimin altına kadar uzayan, dalgalı, siyah saçlarımla yüzümü saklamaya çalıştım. Damien'ın tepkisi güçlü ve şiddetliydi. Öyle hızlı bir şekilde yanımızdan geçen adamın yakasını tutup sırtını rafa çarptı ki onu durduracak kadar hızlı davranamadım. Raf darbenin şiddetiyle sarsıldı. Neredeyse yere devrilecekti. Damien'a dehşet içinde baktım. Yüzünde canlanan öfke her saniye daha da alevlenirken adamın yakasındaki kavrayışı sıklaştı, parmakları kemiklerini kırarcasına kumaşa gömüldü ve onun yaşlarında görünen herife onu oracıkta parçalayacakmış gibi baktı. "Bir daha söylesene!" Öfkeli çınlama dükkanın duvarlarında yankılanırken adamın gözleri kocaman açıldı. Bir anda yüzündeki ukalalık silindi ve yerini hızla derin bir korku duygusu aldı. Kibrinin Damien'ın dizginlenemez öfkesinin karşısında nasıl çöktüğünü görebiliyordum. Ademelması belirgin şekilde yukarı aşağı sallanıyor, her bir düzensiz nefesle göğsü yükselip alçalıyordu. Korkuyla titreyen sesi anlamlı kelimeler oluşturmaya çalışırken "B-Ben sadece..." diye kekeledi. Umutsuzca bir kaçış arayarak gözleri çılgınca etrafa bakındı, Damien'ın kavrayışından kurtulmanın bir yolunu aradı. Sonra Damien'ı yatıştırmaya çalıştı. "Yanlış duymuş olmalısın. B-bir şey demedim." "Sağır olduğumu mu sanıyorsun? Ya da sabırlı ve nazik?" Damien, adamın sırtını yeniden rafa çarptı. Bu defa daha şiddetliydi. Birkaç eşya yere düşüp ses çıkarırken adamın alnında küçük ter damlaları boncuklandı. "Bir daha söyle!" "Ö-özür dilerim, tamam mı? Sadece geçiyordum! Sorun çıkarmak falan istemedim! Gitmeme izin ver! Bırak beni!" Ama Damien ikna olmadı. Adamın zayıf mazeretlerini dinlemeyecek bir ruh hâlindeydi. Öfkesi bir orman yangını gibi yanıp tükenerek her şeyi yutuyordu. Yumruğunu hızla kaldırdı ve boşboğaz adamın ağzının ortasına öyle şiddetli bir yumruk attı ki, burnu ve dudakları kanamaya başlarken adamın oracıkta bayılmamasına şaşırdım. Kan, diye düşündüm. Midem bulandı ve tırmanıp ağzıma kadar geldi. Iyy... Aralarına girmem gerektiğini fark ettiğimde -Yoksa Damien adama bir kere daha yumruk atıp gerçekten bayılmasına neden olacaktı!- ileriye doğru bir adım attım. Sakinleştirici bir şekilde elimi Damien'ın omzuna koydum. Nazikçe, "Bırak onu, Damien. Buna değmez." dedim. Gergin ve uzun bir anın ardından Damien homurdandı ve isteksizce adamın yakasını bırakarak onu ittirdi. Adam geriye doğru sendeledi, bize şaşkın şaşkın baktı. Başka bir kelime etmeden dükkândan hızla kaçarken neredeyse kendi ayaklarına takılıyordu. Damien resmen adamın ödünü koparmıştı ama neyse ki olay başkalarının da dikkatini çekecek kadar büyümemişti. Kana duyduğum iğrenmeyi bir kenara ittim ve rahatlama içinde derin bir nefes alırken "Haydi buradan çıkalım." dedim Damien'a. Kıpırdamadı. Hâlâ adamın arkasından bakıyordu. Bıkkın bir tavırla onu kolundan tuttum ve o eski, demir asansörün olduğu yere götürmek için rafların arasına doğru çekiştirirken söylendim. Dükkandan çıktığımızda şiddetli bir şekilde dökülen yağmur karşıladı bizi. Islanmayı umursamadan Damien'ı arnavut kaldırımla kaplı, taş binaların olduğu ıssız bir ara sokağa götürdüm. Kırık dökük taş döşemeler, loş ışık altında yağmur suyuyla parıldıyordu. Etrafta herhangi bir tente ya da çatı olmadığı için ikimiz de ıslanıyorduk ama en azından meraklı gözlerden ve kulaklardan uzaktaydık. Fırtına varken kimse buraya gelmezdi. Damien'a döndüm ve saçlarımın arasından süzülen damlaları hissederken gözlerimi devirdim. Tavrı sabırlıydı, ne yağmurdan ne de önceki kavgadan etkilenmiş gibi görünmüyordu. "Tanrım... Çok vahşi davrandın, Damien. Biraz adının anlamını taşısan ölür müsün? Bunu yapmana hiç gerek yoktu." "Az bile yaptım." dedi hiç umursamadan. "Pardon?" "O küçük pisliği iyice bir dövmeme izin vermeliydin." diye karşılık verdiğinde ona şaşkın bir bakış attım. Pişmanlık ya da anlayış belirtisi aradım ama sadece çelik gibi bir kararlılık bulabildim. Gerçekten de hiç de mahcup olmuş gibi görünmüyordu. Soğuk yağmur damlalarının bedenini ıslatmasını umursamadan ilgisizce omuzlarını silkti. "Ne? Neden öyle bakıyorsun? Ne dediğini duydun. İyi bir dayak onu senin hakkında saygılı konuşmaya ikna ederdi." "Hakkımda konuşuyorlar diye insanları dövemezsin, Damien." "Evet, döverim." Bunu beni korumak için yaptığını bildiğim için sesim hafif bir minnetle titrerken "Ah, Damien," diye fısıldadım. Yağmur içimdeki kargaşayı yansıtarak acımasızca yağmaya devam ederken ona doğru bir adım attım. Sonra alnına yapışan ıslak bir saç tutamını düzeltmek için uzandım, dokunuşum çökmek üzere olan akşamın serinliği karşısında sıcak hissettirdi. Damien'da kendini geri çekmedi. Ona böyle dokunmama alıştığını görmek güzeldi, özellikle de ilk karşılaşmamız düşünülünce. "Böyle davranmak bir işe yaramaz. Herkes görmek istediği neyse onu görür... Ve bazen de sadece... Anlamazlar. Anlamadıklarını sen de biliyorsun, hatta en çok sen. İnsanlar böyleler. Sanırım yaşamın sonuna kadar da böyle olmaya devam edecekler. Öyle olmasa bile sana şiddetten hiç hoşlanmadığımı en başta söyledim. Kan görmek beni cidden rahatsız ediyor. Yani lütfen, kendini fiziksel olarak korumak zorunda kalmadığın zamanlarda kimseye öyle vurma. Zaten yaralısın, daha dikkatli olman gerekiyor." Damien yüz hatlarıma dikkatle baktı. Bir an için sessiz kaldı. Yağmurun taşlara vuruş sesi terk edilmiş sokağın içinde yankılandı ve huzur veren bir ritim oluşturdu. Uzaklarda gök gürledi. Sonra başını iki yana sallayarak güldü, parmaklarını nemli saçlarının arasından geçirerek başını yana çevirdi. Hafif, acı-tatlı ama içten bir gülüştü bu... "Ne? Neden gülüyorsun? Komik olan ne?" "Hiçbir şey. Sadece... Bu boktan dünyada senin gibi bir insan olduğunu düşünmek inanılmaz." Hem ıslaktım, hem şaşkındım, hem de üşüyorum. Bu yüzden de Damien'ın dediklerini anlamakta zorluk çekiyordum. Yanağıma yapışan siyah, nemli telleri kenara çektim. Yineleyerek "Benim gibi mi?" diye fısıldadım. Bana geri baktı, beni ilk kez görüyormuş gibi bakıyordu. "Sana kendini görmediğini söylerken bunu kast ediyordum. İnsanlar yıldızlara benziyorlar. Bazıları parlıyor, bazıları karanlıkta kayboluyor... Ama hayatımda senin kadar parlayan birini daha görmedim. Bu kadar çirkinliğin arasında nasıl bu kadar iyi kalabiliyorsun?" Bu beni bir yıldıza benzettiği anlamına geliyordu? Yoksa sadece naifliğime yaptığı ince bir eleştiri miydi? Cevabı gözlerinde ararken Damien'nın içimde henüz benim bile fark etmediğim bir şey fark ettiğini düşündüm. Utanarak "Bilmiyorum," diye kekeledim. Sesim yağmurun sesiyle neredeyse duyulmaz hâle gelmişti. "Bazen çok zor olsa da insanların içindeki iyiyi görmeye çalışıyorum. Senin için de aynısını yapmaya çalıştım. Bazı insanlarda işe yarıyor. Bazılarındaysa yaramıyor." Damien'ın gözleri yumuşadı, derinliklerinde okunamayan bir şeyin hafif bir izi belirdi. "Farkındasın, değil mi? Sen gerçekten özelsin." dediğinde hafifçe irkildim. Sözleri anlamını tam olarak kavrayamadığım bir ağırlık taşıyordu. Yağmur az önceki kavganın artıklarını yıkayarak ve sokakları arındırarak yağmaya devam ederken dünyamızın kaosu ve karanlığı arasında içimde tanıyamadığım bir parıltı vardı; Söndürülmeyi reddeden bir kıvılcım... Bizi çevreleyen gölgeler arasında gerçekten de bir umudun olabileceğini düşündüm.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD