Fenerin ışığı, yosun kaplı eski taş merdivenleri ve orman yolunu aydınlatırken hafif bir esinti saçlarımı okşuyordu. Damien'ı götürmek istediğim yer, renkli çadırlarla dolu festivalin çılgın kalabalığından uzak bir köşedeydi. İnsanlardan da. Bu yüzden oraya gitmek için sabırsızlanıyordum. Belki biraz fazla. Metal ve ahşaptan oluşan, eski tarz desenlerle süslenmiş bir fenerle yeşil tepeyi çıkarken ağaçların arasından süzülen ay ışığı gizemli ve ürkütücü bir atmosfer yaratıyordu. Neyse ki yalnız değildim. Damien'ın sağlam adımları ve sakin nefesi içimdeki endişeyi hafifletiyordu; O olmasaydı her adımım daha titrek, daha belirsiz hâle gelirdi. Varlığı bir şekilde... Rahatlatıcıydı. Sakinleştirici. Ne zamandır böyle hissettiğimden emin olmasam da öyleydi işte.
Tek sorun, önümüzde uzanan yoldu.
Buraya en son küçük bir kızken geldiğim için yolun ne kadar taşlı ve yeşillikli olduğunu unutmuştum. Ormanın kalbine doğru ilerledikçe, yükselen ağaçlar bizi kucaklarına alıyor, kıvrık dalları sanki eski bekçiler gibi ay ışığında gökyüzüne uzanıyordu. Sonunda büyük bir ağaç ile mavi, yabani çiçeklerle kaplı olan tepeye vardık. Yüksek bir alanda olduğumuz için buradan bakıldığında festival alanının tamamı görünüyordu. Ben feneri ağacın dallarından birine asarken Damien yanımda durarak durgun gözlerle manzaraya baktı. Buraya ilk kez geldiğini biliyordum. Ne olursa olsun, kendimi acayip keyifli hissediyordum. O yüzden "Ayakta durma. Gel, otur!" diyerek Damien'ı elinden tutup mavi çiçeklerin arasına çektim. Yerde, yan yana oturduk. Çiçeklerle aynı renkte elbisemi dikkatle toplayıp gülümserken Damien beni izliyordu. Yüzüme düşen saç tutamını kulağımın ardına sıkıştırarak ona baktığımda ellerinden birini çimenlerin arasına yaslayarak eğildi, festival manzarasına baktı. O anda doğanın güzelliği ve Damien'in varlığının sıcaklığı arasında, üzerimde bir huzur hissettim. Mavi çiçek denizinin arasında birlikte otururken, üzerimizdeki fenerin yumuşak ışığı altında, bu anın hatıralarıma sonsuza dek kazınacağını biliyordum.
Sesim soluğumdan daha hafif bir biçimde "Güzel, değil mi?" diye fısıldadım.
Damien yavaşça başını salladı, koyu saçlarındaki dağınık dalgalar kıpırdayarak alnına düştü. Birlikte, düşünceler içinde durarak önümüzdeki nefes kesici manzarayı içimize çektik. Mavi çiçeklerin denizinin arasında otururken içimde bir huzur hissetmemek imkansızdı. Yumuşak yapraklar tenime sürtünüyor, gecenin sıcaklığından hoş bir kaçış sağlıyordu. Hava çam ve toprak kokusuyla yoğunlaşmıştı...
"Buraya niye geldik?" diye sordu Damien.
Bakışlarımı tekrar yüzüne kaydırarak hafifçe güldüm. Onun dürüst tepkisi karşısında bir sevgi dalgası hissederek, "Çünkü huzur verici," dedim. Gerçekten de öyleydi. Tepemizdeki ağacın dalgalı dalları hafifçe esen rüzgarla sallanıyor, canlı mavi çiçeklerin bir halı gibi zemini kapladığı yerde dans eden gölgeler yaratıyordu. "Sen de öyle düşünmüyor musun? Burada, kendi küçük dünyamızdayken, tüm o kaostan uzaktayız."
"Doğru, öyleyiz." diye fısıldadı, çimenlerin arasındaki parmak ucu nazikçe parmak uçlarıma dokundu. Tatlı bir ürperti bedenimi sardı. "Beni buraya getirdiğin için teşekkür ederim."
"Tabii ki. Sadece birlikte olmak için bir anımız olsun istedim. Son zamanlarda oldukça stresliydin. Ben de öyleydim."
"İş mi canını sıkıyor?"
"Hayır. Yani, evet ama önemli değil. Para her zaman bulunur ve her zaman bu kadar zengin değildim. Bir süre idare edebilirim ama benden kaçan insanlar konusunda ne yapacağımı bilmiyorum."
Çok uzun gibi gelen bir sürenin ardından, başını hafifçe sallayarak, "Vanessa," dedi Damien. İsmimi nadiren söylerdi. "Paraya ihtiyacın var. Ben arenaya..."
Damien'ın ne teklif edeceğini anlayınca kalbim durdu. Onun desteği için minnettarlık ve onun güvenliği için duyduğum korku arasında sıkıştım. Beş parasız bile kalsam, o arenada güvenliğini riske atarak getirdiği parayı alamazdım. Aceleyle sözünü keserek "Hayır, Damien. Senden bunu yapmanı isteyemem. Yeraltı Arenası'nın nasıl bir yer olduğunu kendi gözlerimle gördüm." diyerek itiraz ettim. Lütfen ısrar etme. Lütfen.
"Bunu daha önce defalarca kere yaptım. Dikkatli olacağım. Sadece... Sadece sana yardım etmeme izin ver."
"Hayır. İstemiyorum. Bu yanlış."
"O halde ne yapacaksın?"
Bir cevabım yoktu ama olmasa bile onu o pis, o kanlı arenaya çıkartmak kesinlikle seçeneklerim arasında değildi.
"Bilmiyorum... Ama benden bunu isteme."
Sesim sert ve ikaz dolu olsa da kendimi bunun için ona yalvarıyormuş gibi hissediyordum. Damien'ın göğsü sıkıntı dolu bir nefesle şişti ve gözlerini kapattı, sonra tek nefeste söyledi.
"Bu saçmalık!"
"Evet, öyle." dedim, son derece imalı bir tavırla ve yorgun bir sesle devam ettim. "Benden bunu istemen saçmalık. Neden anlamak bu kadar zor senin için? Daha önce Sage'yle olan o durumda da söyledim. Kendine değer ver, Damien."
"Önce sen yap."
"Tanrı aşkına! Zaten yapıyorum. Yaptığım için seni kullanmıyorum çünkü öyle bir şey yaparsam kendimi asla affedemem. Kanla kazanılmış bir paraya ihtiyacım yok, hele ki senin kanınla kazanılmış bir paraya. O arenadan nefret ediyorum. Bunun yanlış olmadığını düşünen herkesten nefret ediyorum çünkü yanlış ve bir şeyin yanlış olmasını durumlar değiştirmez. Ayrıca seni oraya gönderirsem endişeden ölürüm."
Sonsuz bir umutsuzlukla beni anlaması için ona yalvarabilirdim. Kendini feda etmeye bu denli hazır olması, kendine bu kadar değer vermemesi korkunç bir şeydi. Sadece yanlış olduğundan değil, bir gün ciddi bir şekilde hasar görebilir, hatta ölebilirdi. Ve her şeye bu kadar olumsuz ve şüpheci bakmak zorunda mıydı? Dalgınlıktan ve gerginlikten, biraz da endişeden etrafımızı saran çiçekler yığınıyla oynamaya başladım. Başta bir amacım yoktu ama daha sonra güzel bir çelenk yapmaya başladım. Hislerimin karmaşıklığında biraz olsun cesaret bulduğumda konuşmaya devam edecek gücü de bulabildim. Yumuşak bir sesle adının dudaklarımdan çıkmasına izin verdim.
"Damien... Bu, bir fırtınanın tam ortasında durmak gibi bir şey. Her şey onları nasıl gördüğüne bağlı. Belki hava soğuk olabilir, belki yağmur yağıyor olabilir ama yakından bakarsan kaosun içindeki güzelliği göreceksin."
Şaşkınlıkla geri çekildi. Çenesi gerginleşti ve bir an için kelimelerimi tamamen reddedeceğinden korktum.
"Bu kaosun içinde ne gibi bir güzellik görebilirim?"
"Her zaman kolay olmaz ama mümkün. Ve buna değer. Aksi takdirde, yaşadıklarımızın anlamı ne? Eğer onu aramaya istekliysen, en karanlık anlarda bile bir umut olduğuna inanıyorum ben." Yaptığım çelengi Damien'a uzatırken kalbim bir kelebeğin kanatları gibi çırpınıyordu. Çelengi başının üzerine yerleştirirken kendimi sanki bir krala taç giydiriyormuş gibi hissettim. Mavi çiçeklerin Damien'ın şakaklarını okşaması ve yüzünü mistik bir zarafetle çerçevelemesi nefes kesiciydi. Böyleyken yakışıklı, mitolojik bir figüre benziyordu. Parmaklarımı saçlarından geri çekerken utangaç bir şekilde konuşmaya devam ettim. "Birbirimizi tanımamız güzel, Damien. Bu, senin için de güzel bir şey değil mi? Çünkü seni tanımak beni değiştirdi, daha da olgunlaştırdı. Artık hayata daha farklı bakıyorum. Ve Mina'yı kurtardık... Ve Bayan Contessa'ya çok tatlı bir çocuk emanet ettik... Ve o korkunç eski ustanı meclisten attırdık... Şimdi de burada, çok güzel bir festivalin ortasındayız ve birbirimizle açık bir şekilde konuşabiliyoruz. Aramızda artık yalanlar ve sırlar yok. Hayat böyle, her zaman acıyı tatmazsın. Her zaman mutluluğu da tatmazsın. Her şey her zaman tamamen kötü değildir."
"Bunu nasıl yapıyorsun?"
"Neyi nasıl yapıyorum?"
"Her şeyde güzelliği görmeyi nasıl başarıyorsun? Özellikle de en karanlık anlarda. Bazen seni kıskanıyorum. Buna hiç sahip olmadım."
Sahip olmadığını biliyordum.
"Ben..." diye kekeledim. "Böyleyim sadece."
"Hayır. Sadece böyle değilsin. Harika bir insansın, bunu biliyor musun?" Yüzüm al al olurken gözlerimi bir an için kaçırdım ve sonra tekrar onun gözlerine baktım. Derin, ruh dolu hareleri beni içine çeken büyüleyici bir cazibe taşıyordu. Daha sonra başını festival manzarasına doğru çevirdi ve ışıklara sanki onları görmüyormuşmuş gibi baktı. Yüzünde dalgın, gözlerinde de uzak bir ifade vardı. "Önceden tek düşündüğüm hayatta kalmaktı. Dünyam öyle berbat bir haldeydi ki bunun ötesindeki bir şeye inanmıyordum. Bu beni agresif ve bencil bir insan yaptı. İnsanlar da bu yüzden beni cezalandırdılar. Bedenimde gördüğün yaraların hepsi arenada oluşmadı. Herkes bir hayvanmışım gibi 'evcilleşmem' gerektiğini söyleyip duruyordu. Bunun nasıl bir şey olduğunu bilemezsin, Vanessa. Bu dünya hiçbir şeyi hak etmediğimi düşünüyor. Tek bir tane bile hukuksal hakkım yok, kimseyle evlenemem, mülk talep edemem, bileğimdeki çip yüzünden Westland'dan dışarı çıkamam, hakkımdaki bir şeye kendim karar veremem, ustam izin vermiyorsa yemek bile yiyemem. O yüzden bir gün kaosun içinde iyilik görebilir miyim emin değilim ama seninleyken kaos bile dayanılabilir hâle geliyor. Gerçi bunu nasıl başardığını hâlâ anlayamıyorum."
"Damien, ben..." Sana değer veriyorum
Gökyüzünde patlayan bir ses dikkatimizi dağıtınca sözcükler dudaklarımda yarım kaldı. Damien şaşkınlıkla başını kaldırıp gökyüzüne baktı, ben de irkildim. Sonra aynısını yapıp gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Patlayan renkler, ışık demetleriyle geceyi aydınlatarak her bir detayı belirginleştirdi. Bir anda hatırladım. Ah, doğru ya! Damien'ı buraya bu yüzden getirmiştim. Havai fişekler. Gökyüzünde bir şölen başlarken kırmızı, mavi, sarı ve yeşil kıvılcımların izleri uzaklardaki yıldızlarla yarışır gibi ışıldıyordu. Çok değil, saniyeler sonra kalabalık festival alanından neşeli çocuk çığlıkları yükselmeye başladı. Bu bana biraz nostaljik hissettirdi çünkü bir zamanlar ben de o çocuklardan bir tanesiydim.
Damien "Bu..." dedi, şaşkın görünüyordu.
"Havai fişek gösterisi. Küçük bir kızken bunlara bayılırdım. O yüzden sana da göstermek istedim." Havai fişekler gökyüzünü canlı renklere boyarken sanki gökyüzüne uzanmak ister gibi öne eğilerek içten bir şekilde gülümsedim. "Çok güzel, değil mi?" derken sesimin tınısında belirgin bir huzur ve neşe ortaya çıkmıştı, bu daha önce yoktu.
"Haklısın. Gerçekten öyle."
Merakıma daha fazla engel olamayarak, tatlı olduğunu ümit ettiğim bir sesle, "Daha önce bunları gördün mü?" diye sordum.
Kısa bir sessizliğin ardından "Hayır," dedi, tam da tahmin ettiğim gibi. "Ne olduklarını biliyorum ama Yeraltı Şehri'nde böyle şeyler olmaz."
Büyülenmiş bir ifadeyle ışıl ışıl olan gökyüzünü seyrederken kalp atışlarımın yavaşladığını, baştan aşağı huzurla dolduğumu hissettim ve bir anlığına öyle rahatladım ki Damien'ın güçlü, şekillendirilmiş göğsüne yaslandım. Geri çekilmedi. Rahatsız olup gerilmedi de. Aksine, hissedebileceğim bir şekilde gevşedi ve bir kolunu omuzlarımın etrafına dolayarak bedenimi hafif bir biçimde sarmaladı. Nefesi saçlarımın arasında gezinirken hava serin olmasına rağmen sıcaklığı ve yakınlığı sarhoş ediciydi. Gözlerimi havai fişeklerden ayırmadan şaşkın bir şekilde gülümsedim. Artık bana yakınlık göstermekten çekinmiyor. Bu çok... Hoş. Ve ben de başka bir yerde olmak istemezdim.
Damien'ın fısıltısı, neredeyse duyulamayacak kadar hafifçe dudaklarından döküldü.
"Keşke bu an hiç bitmese."
Bir şeyler demek istiyordum ama dersem bu anın büyüsü bozulur diye korktuğum için kelimeleri dudaklarımdan çıkarmaya cesaret edemiyordum. Burada, tüm dünyadan uzakta olmak öyle güzeldi ki... Ama hiçbir şey sonsuza kadar sürmez. Özellikle de güzel şeyler.
Elbisemin kumaşını sertçe sıkarak "Geri dönmeliyiz." dedim isteksizce.
Damien geri dönmek isteyip istemediğine karar veremiyormuş gibi bir an beklese de daha sonra "Tamam, dönelim." dedi. Kollarını omzumdan çekerek benden uzaklaşınca sıcaklığını özlediğimi fark ettim ve çiçeklerin arasından kalkarken bunu çaktırmamak için ifademi sabit tuttum. Az önce yaşadığımız an yüzünden mi bilmem, festival alanına dönüş yolu gelirken olduğu kadar uzun hissettirmedi. Belki de tek odaklandığım kendi düşüncelerim olduğu içindi. Yürürken bakışlarımı birkaç adım önümden ilerleyen Damien'dan ayırmıyordum. Üzerinde minik minik lambalar olan dal parçasını önümden çekerken 'Bu çok saçma. Niye ona bakıp duruyorum?' diye düşündüm kendi kendime. Ormanlık alanın sonuna geldiğimizde festival alanının hâlâ son derece kalabalık olduğunu gördüm. Ellerinde fenerler tutan bir çift gülüşerek önümüzden geçip saçlarında ince örgüler olan falcı bir kadının çadırına girerken Damien'a doğru yaklaştım. Bir şeye bakıyordu. Sonra gözlerini ilgisizce kaçırdı. Neye baktığını merak ederek başımı çevirdiğimde kalabalığın arasında Peter'ı gördüm. Aslında Peter'ı görmenin beni şaşırtmaması gerekirdi çünkü her sene festivale gelirdi. Bu sene neden yapmasındı ki? Köşede dikilmiş, dalgın bir şekilde oyun oynayan çocuklara bakıyordu. Ne yapacağıma karar veremeyerek yerimde huzursuzca kıpırdandım. Gidip ona merhaba dese miydim acaba? Sonuçta bu onu görmezden gelmek kadar rahatsız edici olmazdı.
Karar verip bir adım attığımda Damien "Şu an benimle geziyorsun, unuttun mu?" dedi. Bunu duyunca dondum kaldım ve ona bakmak için döndüm, belirgin bir şekilde rahatsız olarak Peter'a bakıyordu. Öfkeyle iç çekti. "Ayrıca şu an o pislikle uğraşmak istemiyorum."
Gerilimi dağıtmaya çalışarak "Sadece merhaba diyecektim." dediğimde gözlerini bana çevirdi, bir bakışla ne demek istediği anlaşılıyordu. Gerçekten Peter'la muhatap olmak istemiyordu. Eh. Bunun için onu suçlayamazdım. "Üzgünüm. Peter'ın sana karşı ne kadar sinir bozucu davrandığını biliyorum, özellikle de Diana konusunda ama senden uzak duracağına dair bana söz verdi. Damien... Ne olursa olsun, o benim arkadaşım."
"Biliyorum." Damien'ın bakışları Peter üzerinde dolaştıkça aralarındaki gerilimi hissedebiliyordum. "Sorun bu değil."
"Öyleyse sorun ne?"
"Kibri ve boş boğazlığı dışında mı? Sana sanki kız arkadaşıymışsın gibi davranıyor, bilhassa ben yanındayken. Bunu beni kızdırmak için yaptığını biliyorsun, değil mi?"
Bu dediğine karşı çıkabilmeyi o kadar çok isterdim ki... Ama kahretsin ki doğruydu. Son kararımı vermeden önce Peter'a bir kere daha baktım. Sonra onunla daha sonra konuşabileceğimi düşünerek Damien'a odaklandım. Böylesi daha iyiydi. Peter yeniden saçma sapan şeyler söyleyip Damien'ın tepesini attırabilirdi - Bu kadar insan varken ve son olanlar yüzden insanların tüm ilgisi üzerimizdeyken bu hiç iyi olmazdı.
"Neyse." dedim, önemli olmadığını göstermek için elimi sallayarak. "Biraz atıştırmalık alıp festivalin geri kalanını gezmeye ne dersin? Burada görülecek bir sürü şey var."
"Kulağa güzel geliyor."
Kendi kendime onu nereye götürebileceğimi düşündüm. Ateş yutanlar? Akrobatlar? Dansçılar? Burada bir sürü seçenek vardı ve 'Başkan Eugine'nin Konuşması' hariç hepsine gidip bakabilirdik. Büyük bir broşür alıp seçeneklerimizi gözden geçirirken festival alanında yankılanan patlama sesi beni düşüncelerimden sarsarak ayırdı. Şaşkın şaşkın başımı kaldırıp etrafa bakarken el yapımı vazoların satıldığı standın orada kocaman bir şey gördüm. Önce onu festival çadırlarından biri sandım çünkü kahrolası şey, neredeyse dokuz metre boyundaydı. Daha sonra bir çadır olmadığını anladım çünkü koyu mor ve siyah pullarla kaplı deri jilet gibi parladı. Bu bir hayvandı. Kafası uzun ve sivri bir yaprak gibiydi. Gece karanlığında parlayan kırmızı irisli, avcı gözleri vardı. Keskin dişler, uzun ve sivri bir dil ve en kötüsü avını yakalamak için özellikle tasarlanmış olan o ölümcül pençeler...
Hayvanın arkasında sadece dengesini sağlamasına yardımcı olmayan, aynı zamanda da hızlı ve çevik hamleler yapmasını kolaylaştıran dikenli, uzun bir kuyruk vardı. O kuyruğu fark etmek adının ne olduğunu hatırlamama neden oldu; Kan Dikeni.
Gördüğüm şey, bir sınır hayvanıydı.
Kahretsin! Kahretsin! Kahretsin!
Bu şey buraya nasıl gelmişti?
Neden?
Her şey bir anda oldu. Yaratık, pençelerinin üzerinde yükselerek kulakları acıtacak kadar yüksek bir sesle bir çığlık attı. Yemin ederim, hayatımda böyle çığlık duymamıştım. Ses öyle güçlüydü ki etraftaki camlar titreyip kırıldı. İnsanların tepkisi daha da hızlıydı. Kaçmak için birbirlerine çarparak gözü dönmüşçesine koşuştular. Çığlıklar, haykırışlar, mırıltılar birbirine karıştı. Bense donmuş kalmış bir halde pençesini kaldırıp çadırlardan birinin kumaşını kağıt gibi kesen öfkeli hayvana bakıyordum. Beynim gördüğüm şeyi kabullenmeyi reddediyordu. Bu oluyor olamazdı. Bunca masum insanın içinde değil. Şimdi değil. Ah, lütfen. Tüm şehrin davetli olduğu lanet olasıca bir festivalin ortasında değil. Burada bir sürü insan vardı. Bir sürü çocuk...
Olabilecek en kötü şeydi bu.
O dehşet ve endişe anında bile insanların ne dediklerini belli belirsiz bir şekilde duyabildim.
"Kaçın! Hemen buradan uzaklaşın!"
"Güvenli bir yere gidin!"
"Clara! Clara! Neredesin!"
"Lütfen, biri yardım etsin! Kızımı bulamıyorum!"
"Bu taraftan! Çıkış burada!"
Ve korkunun esiri olmuş bir sürü sayısız, endişeli cümle...
Zayıf, uzun bir kadın omzuma çarpıp geriye doğru sendelememe neden olurken Damien kalabalığın gürültüsü içinde beni kaybetmemek için kollarımı tutup bedenimi kendine çekti. Sersemlemiştim. Paniklemiştim. Dahası, dehşete kapılmıştım. İnsanlar çığlıklar atarak kaçarken tek düşündüğüm bu hayvanın festivalin tam ortasına nasıl geldiğiydi. Aslında o an en önemli meselenin bu olmadığını biliyordum. Bu hayvan tehlikenin taa kendisiydi. Hareketleri çok düzensizdi, eylemleri tamamen içgüdüsel bir öfkeyle yönlendiriliyordu. Bense gözlerimi ondan alamıyor, her pençe darbesi ve kuyruk hışırtısıyla yaydığı güce şaşırıyordum. Sonra hayvan -Delirmiş gibiydi!- pençesini kendi kulağına geçirdi, kendi kanını akıtırken başını yere sürtmeye ve çığlıklar atmaya devam etti. Orta yaşlardaki bir adam, kuyruğunu sallayan yırtıcı hayvan yüzünden ezilince kemikler çatırdayarak kırıldı ve kan olayın şiddetiyle bir şelale gibi fışkırdı, etrafa saçılarak toprağı ve birkaç çadırı kırmızıya boyadı. İnsanlar daha da panikleyerek birbirlerine çarparak kaçmaya çalıştılar, çığlıklar gökyüzünü yırtarcasına yükseldi.
Ben de en az onlar kadar korkuyordum.
Dehşetle Damien'ın göğsüne yapıştım ve sanki bir can simidiymiş gibi gövdesine sıkı sıkı tutundum. Hava korkunun keskin ve kanın metalik tadıyla karıştı. Damien'in sesi bu tadı kesip geçti. Nefesi şakağımı okşarken telaş içindeki insanlar yüzünden sesini bana duyurmak için bağırmak zorunda kaldı.
"Buradan çıkmalıyız!" Bedenimi kendine doğru çekerek beni daha da yaklaştırdı. Kollarımdaki kavrayışı kararlıydı, beni bırakmaya kesinlikle niyeti yoktu. "Beni takip et ve yanımdan ayrılma!"
"O şey..." Başımı salladım, yüreğim göğsümde çarparken aklımı toplamaya çalıştım. "Ah, Damien... Makine... Onu delirten o..."
"Biliyorum ama şu anda bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok. Benimle gel, güvenli bir yere gitmeliyiz."
"Benim hatam. Ben..."
"Kes şunu." Gözlerindeki hırçınlık, içindeki fırtınanın sakinleşmesi için bir savaş veriyormuş gibi hissettiriyordu. Tutuşu, beni sarsmak istiyormuş gibi daha da güçlendi. "Bu senin hatan değil."
Belki de haklıydı. Belki de yanlış düşünüyordum. Belki de yanılıyordum ama kendimi suçlamak Damien'ın sözlerini kabul etmekten daha kolay olduğu için bu dediğine inanmıyor, Damien'ın gözlerine bile bakamıyordum.
O makineyi yapmasaydım, bu olmazdı.
Gözlerim vahşi yaratığın hızla sallanan pençelerini takip etti, her darbeyle beraber toz ve enkazlar havada uçuşuyordu. Damien korumacı bir ses tonuyla "Gel, Vanessa." diyerek beni götürmeye, birkaç metre önümüzdeki yaratığın olduğu alandan uzaklaştırmaya çalıştı. İtiraf etmekten hiç hoşlanmıyor olsam da buradan gitmek en mantıklı seçenekti. Hiçbir şey bu hayvanı sakinleştiremezdi. O yüzden Damien'a boyun eğerek bir iki adım atmaya razı oldum ama sonra hayvan dikenli kuyruğunu sallayıp birkaç standı devirdi. Ben de bir şey fark ettim. Pembe bir elbise.
Mina.
Küçük kız devrilen ahşap parçalarından birinin arkasındaydı, korkudan bembeyaz kesilmiş bir yüzle yere sinmişti. Bayan Contessa'da biraz uzağındaydı ama endişeden bayılacak gibi görünse de çocuğa ulaşmak için elinden en ufak bir şey gelmiyordu çünkü Mina'ya yaklaştığı anda hayvan onu fark ederek parçalarına ayırırdı. Bir sandalye yere çarpıp büyük bir gürültüyle parçalanırken Mina irkildi, elleriyle kulaklarını kapatarak tiz bir çığlık attı. Sonra olabilecek en kötü şey oldu, hayvan korkudan titreyen Mina'yı fark etti. Etrafında döndü ve havayı koklarken sıkılı dişlerinin arasından hırladı. Eyvahlar olsun! Birkaç adım önünde duran küçük bir kız tarafından tetiklenmişti. Hayvanın hırçın çığlıkları öfkesinin ve vahşetinin her yere hüküm sürmesini sağlarken endişe acımasız bir el gibi boğazıma yapıştı. Konuşmak için dudaklarımı araladığımda boğazımdan bir haykırış koptu.
"Ah, hayır! Damien! Mina!"