Bölüm 1 Kimsin Kız Sen?

1300 Words
Son masanın kimi çakır keyif, kimi hepten küfelik olmuş, bir iki taneside bu küfelikleri sırtlayabilmek adına sözde az içmiş müdavim altı müşterisi, rüzgarda sallanan ağaçlar misali sağa sola yalpa yaparak sonunda oturdukları sandalyelerinden kalkmayı başarabildiler. Artık sabrım taşmak üzereydi. Hiç alışık olmadığımız halde, İzmir Karaburun'un belki de son balıkçı köyü sayılabilecek bu köye, bugün insan seli vurdu sanki ve sabah beri, çoğu kimsenin bilmediği şu salaş balıkçı lokantamıza, biri geldi biri gitti. Lokantamız dediysem, benim değil burası, çalışanıyım sadece ama sevdirdim sanırım kendimi, evet... sonunda birilerine sevdirebildim kendimi, hemde ben, beni hiç sevmezken, hatta ve hatta ben, benden nefret ederken sevdirebildim, sevdiler, bağırlarına bastılar beni bu yaşlı karı koca, hemde hiç kimsenin sevmediği, bağrına basmadığı gebi sevdiler, sahiplendiler beni. "Totori... ah be janim(canım) nihaayet gidebildiler be janimin içi şu misafirlerde be vre... haydeee... kisim(kızım) zende(sende) gidoorsun artik evceğzine... birakalim, artik! Zabah ola hayrola be janiim ," dediğinde Sofia, "tamam da kalır mı be bunlar böyle sabaha kadar janiim?" dedim hiç gecikmeden ve taklitini yaptığım için tatlı tatlı kıkırdadı Sofia ana. "Amman be jannim, jannini sey ettiğin seye bak bee! Kalsin, varsin... kokmoor merak etmeyesin be kisim! Haydeee... evlere dağlooruz... yetter be! Jannimiz çikti be bütün gün! Üldi ayajiklerim bee!" derken, oturduğu o çivit mavisi yağlı boyalı, kimi yerlerinde boyasından eser kalmayan sandalyesinde, sol bacağının üstüne attığı, sağ bacağının ayağındaydı eli ve habire elini ayağının tabanına bastırıyordu. Gözlerimin önünde çocukluğumdan beri çok sevdiğim ve her fırsatta tekrar ve tekrar olsada izlemekten büyük keyif aldığım Yeşilçam filmlerinden bir sahne belirdi. Sanki karşımda Mürvet Sim vardı ve ay, amanin be diye sızlanıp, duruyordu. "Ayy amanin!! Totori vre! Artik yaslandik be bu isler için be yavrus yaa! bu senede gejzin... birekâceğim artik bu tükkanida, bu isleride be yavrusum!" diye kendi kendine söylene dursun Sofia, bir anda yolun karşısına gece siyahında da siyah, sanırsam Lincoln tipinde bir jip park etti ve anında önden ve arkadan sağ kapılar hızla açıldı. Şöför, yerinde beklerken, arka sol kapıdan kelli felli bir herif indi.. otuzlarında var yok diğer elemanlar, bir fabrikadan imal edilmiş gibi siyah takım elbiseleri çekmişler üstlerine.. siyah deri ayakkabılı hepside, yalnız bir tanesinin ayakkabısı parlak mı parlak rugan... yani isterse ayna niyetine kullanıp sabah traşını olabilir, o kadar parlıyo yani, ve hürmetle karşısında ceketlerini ilikledikleri o herifinde dikkatini çekmiş olmalı ki o ayakkabılar, önce o çocuğun ayakkabılarına, sonra da yüzüne baktı ters ters.. ben tüm bunları hemen arabanın önünde duran sokak lambasının, etrafına yaydığı güçlü ışığın sayesinde görebiliyordum ve içimden şimdi çocuğu azarlayacak dememe kalmadı, gecenin ölü sessizliğinde bastı kalayı. "Laan! dingiiil! O ayağındaki siktiğimin şeyleri de ne laaan! memlekette ayakkabı mı kalmadı sikiik! Ulan gençliğimizde Taksim'de, Elmadağ'da pezevenkler giyerdi lan bunları... birde beyazını alda tam pezo ol başıma... ibneye bak ya!" O güçlü sesi, gecenin sessizliğini korkunç bir gök gürültüsü gibi ikiye böldü. Çocuksa, yazık ellerini önünde birleştirmiş, başınıda önüne eğmiş öyle süklüm büklüm duruyor.. acıdım ya! Herife o biçim tutuldum iyi mi? Tavrına soksunlar.. Allah bilir, gençliğinde de birileri ona böyle davranmış olacak ki, o da şimdi hizmetindeki bu garibanları eziyor böyle... çok pis tutuldum ya! Ya sabır! Ceketini sarp dağları hatırlatan geniş omuzlarına atmış, elinde o koca taşlı tesbihi ile, sanki her attığı adımda ve o adımın altındaki toprakta ondan korkuyormuşçasına ses çıkaramayan o yolu, ne ağır ne hızlı ama çok güçlü adımlarla ezerek, sanki 'mekanın sahibi geldi, dağılın lan!' dercesine bize doğru yaklaşmaya başladı. Başı önündeydi. Kaldırıma adım attığı anda başını kaldırıp baktığı an, sandalyenin sırtlığını tutmuş, olduğum yerde duran beni fark etti. O bir zamanlar siyah yada kahverengi olduğunu bas bas bağıran, ama şimdilerde ak düşmüş saçlarına eşlik eden gür, beyazlaşmaya yüz tutmuş çatık kaşları, iri, sert hatlı, köşeli çenesiyle yılların yorgunluğunu taşıyan o yüzünü, yaklaştığı her adımda daha net görmeye başladım. "Dallama... baya da heybetli! Kim ki bu!" diye söyleniyordum kendi kendime. "Lokantanın bahçesindeki masalardan birine değilde, içeri girmeyi tercih ettiğinde, iki adamı da onunla birlikte içeri girdi. Yanımdan geçerken de ters ters baktı bana ve bir an sonra bakışları, tedirgin olan Sofia anayı buldu.. "kapattım burayı, kimseyi alma moruk!" diye ufak yollu kükreyince, dişlerimi sıktım. Oldu paşam... kapatırsın burayı bu saatte! Sensin lan moruk! Ben içimden söylenirken o, dikdörtgen şeklindeki lokantanın, sağ tarafındaki, iki duvarın birleştiği en dip köşeye gitti ve sırtını duvara verecek şekilde oturdu. Kuşkuyla bakan ve araştıran gözleri, bizim eski, köhnemeye yüz tutmuş salaş balıkçı lokantamızın herbir köşesini talan etti. Bense bir kaç masa ötesinde duruyordum hala ve lokantanın dış kapısının her iki yanını tutan o diğer genç adamlara bakıyordum. Dönüp adama baktığımda eliyle bana ona gitmemi işaret etti. Çattık ya! Hiç sevmediğim hareketler bunlar. İster istemez o masaya doğru ilerledim. Suratım düşmüştü. Tamda nefret ettiğim insan tipiydi bu eskilerin deyimiyle kabadayı bozuntusu. Şerefsiz pislik! Kimbilir kimlerin canını yaktın, şu yaşına kadar.. artist seni... kapamış burayı... Masaya vardığımda, artık rengini daha iyi gördüğüm o koyu grimavilerine diktim gözümü. Yüzümde resmen gecenin bu vaktinde ne bokuma geldiniz cümlesinin kardeşi yerini almıştı. "Hayırdır kız! rahatsızlık mı verdik, tavuğuna kışt mı dedik... ne bu nemrut surat böyle?" dedi. Açık sözlüymüş... tıpkı benim gibi.. sevdim bunu. Masaya doğru hafif eğildim, tam karşısındaki sandalyenin sırt kısmını iki elimle tuttum ve benim her bir hareketimi dikkatle inceleyen onun gözlerinde sanki çok az şaşkınlık vardı, yada bana öyle geldi ama aynı anda derin, çok derin çizgilerin alnında, yanaklarında yerini çoktan benimsediği o yüzünde gerginlik alametleri belirdi. "Hayırdır dayı! Bu saatte, burda... mekanı kapadık zaten.. evimize gidiyoruz artık..asıl sana hayırdır!" dediğimde artık o şüpheyle ve birazda kızgın bakan gözleri, şaşkınlıkla fal taşı gibi açıldı. Dudağının kenarını ısıran, sigaradan yada başka boktan olsa gerek, gri-sarı dişine takıldı gözüm. Kızdı ağam, anladım. "Çakal yüreğimi yoksa arslan yüreğimi yedin kız sen?" dediğinde pis pis gülümsedim. "Bilemedin dayı... cıksss," yaptım birde daha çok sinir etmek için ve ekledim. "ikisi de değil!" Oda benim ayarlarımla oynamıştı iki dakkada.. mekanı kapatmışmış! Bir anda o koca sol elini yumruk haline getirdi ve tam masanın ortasına indirdi. Üstünde ne var ne yok, hepsi titredi, tuzluk ve içine her gün taze çiçek bıraktığım, beyaz porselenden küçük vazo olduğu yerde takla atıp, masaya devrildi ama bende tık yoktu. "Höööstttt! Hadini bil laan!" diye bağırırken, diğer elinin apasıyla da masaya vurdu ve masaya yapışmış olan, araları açık duran elinin o kalın, iri parmakları bana göz kırpıyordu. Daha ne olduğunu anlayamadan sağ cebimden çıkarıp, hızla açtığım sustalımı, orta ve işaret parmağının arasındaki boşluğa bir anda sapladım. Şaşkın gözleri, parmaklarının arasındaki sapı kehribar taşıyla kaplı kaliteli sustalıma takıldı önce ve sonra beni buldu. Burnundan soluyordu bir yaşlı bir kurt gibi. Gözlerindeki şaşkın bakış, yerini beni ortamdan ikiye bölecek keskinliğe evrilirken, biri hemen arka yanında, diğeri masanın sağ köşesinde duran iki adamı da silahını çekmiş ve beni hedef almışlardı. Bu benim umrumda bile değildi. Kabadayı bozuntusuyla gözlerimiz restleşmeye devam ediyordu ve o bir an sonra adamlarına, "sokun lan onları belinize!" diye resmen kükredi ve bende tam o anda masada, hala parmaklarının arasında tuttuğum sustalımı el çabukluğumla saplandığı yerden çektim, aldım. "Kimsin kız sen?" dediğinde bakışlarında da, sesinde de yumuşama vardı.. ve hatta gözlerinde bir tebessüm peydah oldu. "Beni bırakta sen kimsin dayı?" dediğimde, başını hafif yan yatırıp, tüm yüzüne yayılan ama çokta yakışan bir tebessümle baktı bana. Belli ki zamanında çok yakışıklıymış. "İzmir kızı mısın?" diye sorduğunda pis pis gülümsedim. Çakaaal.. aklınca bilgi alacak hakkımda... geçicen dayı o işleri! "İzmir, Ankara, Hakkari... fark eder mi? Bu memleket bizim... gerisi laf-ı güzaf!" dediğimde, elini kalbinin üstüne götürdü ve, "eyvallah!" dedi. "Ben İstanbul'dan," dedi ve ekledi. "Boğazkesen Nejat diye de bilinirim," dediğinde atladım hemen. "Tophane limisin?" "Hıııı! evet... İstanbul kızısın belli oldu.. anladın dalgayı," diyince güldüm. "Dalga aha şu deniz var ya," derken, yan tarafan görünen denizi işaret ettim ve başımı çevirip, ta gözlerinin içine baktım. "işte orda olur dayı... seninki dalga dulga değil... düpedüz zarf atma ve emin ol ben istediğim için yedim o zarfı... yoksa sittin sene, ağzımdan tek laf alamazdın," dediğimde kaşları çatıldı yine. "Kız bak! canımı sıkma benim!" "sıkarsam nolur dayı?" * * * * *
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD