BEGÜM'DEN...
Sarsak adımlarla ameliyathanenin kapısından çıktım. Kapıda üzerinde asker kıyafeti olan asker traşlı ben yaşlarda biri bekliyordu. Başından yara almış pansuman yapılmıştı. Askeri elbiseleri toz toprak içindeydi. Konvoyda pusu yiyenlerden biri olmalıydı ya da yardım edenlerden. Kumral saçları dağılmış ela gözleri öfkeyle bakıyordu. Bizi görünce sert adımlarla yanaştı.
“Doktor? Askerim?”
Gözlerine bakarken sanki pusuyu ben kurmuşum gibi utandım. Konuşmaya cesaretim olmadığı gibi söyleyecek kelimemde kalmamıştı. Suat girdi araya.
“Çok üzgünüm.”
Bağırmasını nasıl kurtaramadınız diye isyan etmesini bekledim. O sadece kafa sallamakla yetindi. Devam etti.
“Çok uzak bir ihtimaldi yaşaması.”
“Kurtaramadım” dedim. Gözleri bana çevrildi.
Bakışlarından sert bir ifade geçti sonra yerini anlayışa bıraktı.
Nilüfer konuşma ihtiyacı hissetmiş olacak ki açıkladı. "Doktor Begüm Ünsal askerinizin ameliyatını yapan cerrahımız. Ben Genel Cerrah Nilüfer Sağlam ve Suat’a döndü Suat Bey’de kalp damar cerrahı.”
“Kıdemli Üsteğmen Tahsin Sungur. Pusu yiyen konvoyun komutanıyım.” Askeri bilgimin sıfır olmasından mütevellit omzundaki yıldızlara kaydı gözüm. İki yıldız olunca üsteğmen oluyordu demek ki. Konuşmaya devam etti. “İhbar almıştık. Birliğine teslim olmak için gelecek askerleri taşıyan otobüse saldırı olacaktı. Karşılamak için karargahtan çıktık. Otobüs otogara girmeden roketatarla patlattılar.”
“Kaç şehit var?” Sesim kendime yabancı geliyordu. “Er İsmail Topuz ile beş oldu” dedi.
“Beş”. Kendi kendime tekrar ettim. Beş tane can tazecik fidan silinip gitmişti. Duramadım. Üsteğmeni doktor arkadaşlarımla bırakıp hızlı adımlarla soyunma odasına girdim. Yere çöktüm ağlamaya devam ettim. Sultan’da Gülten’de benim gibi ağladılar.
Aradan geçen iki gün bana gerçek dünyaya dönmem gerektiğini söylüyordu. Er İsmail Topuz’un ameliyatından sonra başhekim öğleden sonra eve gitmem için izin vermişti. Ertesi günde Suat ve Nilüfer bensiz idare edebileceklerini söylediler. Suat nöbetimi de almıştı ve ben yaklaşık 2,5 günlük bir toparlanma sürecine girmiştim.
Olaydan sonra ilk defa hastaneye gidecektim. Daha sakin biraz daha mantıklı düşünmeye başlamıştım. Soyunma odasına geldim. Üniformamı giydim. Bugün ameliyatım yoktu. Rutin hastalarımla ilgilenmek için viziteye çıkacaktım. Koridorun başında hemşire masasında dosyalarla ilgilenirken Nilüfer ve Suat’ta dosyalarını almak üzere bana doğru geliyorlardı. Asistanım olmadığı için birçok işle kendim ilgileniyordum. Suat ve Nilüfer’le göz göze gelip selamlaştık.
“Hoş geldin. Nasılsın?” dedi Nilüfer.
“Daha iyiyim. Nöbetimi aldığın için teşekkür ederim Suat.”
Göz kırparak cevap verdi.
“Ne önemi va-”. Cümlesini tamamlayamadan bir kadın çığlığı duyuldu. Birbirimize bakıp koşarak aşağı indik.
Türk Bayrağına sarılı bir tabut askeri araca bindirilirken genç bir kadının feryadı hastaneyi inletiyordu.
“İsmail beni bırakıp nereye gidiyorsun?”
İnsanlar yavaş yavaş toplanmaya başlamışlardı. Uzaktan Tahsin üsteğmeni gördüm. Nilüfer anlatmaya başladı.
“Dört erin cenazesi dün gönderildi”.
Durdu.
“Dün hemşireler konuşurken kulak misafiri oldum. Er İsmail Topuz’un annesi hafif bir spazm geçirmiş. Babası trafik kazasında ölmüş. 14 yaşında bir kız kardeşi birde kimsesiz bir nişanlısı varmış. Kadın spazm geçirince cenazeyi alma işi gecikmiş. Almaya sadece nişanlısı gelmiş”.
Nilüfer anlattıkça gözyaşlarım sicim gibi akmaya devam ediyordu.
“Nişanlısı gibi İngilizce Öğretmenliği okuyormuş. İsmail ailesine bakmak için okulu bırakmış. Askerden sonra evleneceklermiş.”
Derin bir iç çekti. "Nişanlısı cenazeyi dün götüremeden sinir krizi geçirince hafifi bir sakinleştirici verdim. Geceyi burada geçirdi. Biraz konuştuk”. Sitemle gülümsedi.
“Ne kadar konuşulursa tabi. Adı Hülya imiş. Kimi kimsesi yokmuş. İsmail’in ailesi sahip çıkmış. Üç kadın kalakaldılar”.
Nilüfer’i dinlerken bir yandan da Tahsin Üsteğmenin cenazeyi almak için askerlerine verdiği emirleri izliyordum.
İsmail’in nişanlısı Hülya’nın feryatları içime işliyordu.
“Ben kime nasıl güveneceğim? Anamda sendin babamda. Beni şimdi 14 yaşında bir kız kardeş kalp hastası yaşlı bir ana ile bırakıp nereye gidiyorsun? Bize kim sahip çıkacak?” Daha fazla dayanamadım. Kulaklarımı tıkayıp geldiğim yolu geri koşarak odama çıktım.
ÜÇ AY SONRA...
İsmail’in ölümünden sonra üç ay geçmişti. Hülya’nın feryatları içimi delince bir karar vermiştim. Üç kadının kimsesi olacaktım. Bu üç ayda Tahsin Üsteğmen ile arkadaş olmuştuk. Bana Hülya ve İsmail’in ailesini bulmamda yardımcı oldu. Afyonlu Er İsmail Topuz için iki gün izin alıp Muş’tan kalkıp Afyon’a gitmiştim.
Bakkal olan babası trafik kazasında ölünce bakkalın başına ailesini geçindirmek için İsmail geçmişti. Geçen üç ayda annesi daha iyi görünüyordu. Kardeşi Nihal’in eğitim masraflarını üstlendim. Hülya son sınıfı bitirmek üzereydi ve çalışıyordu. Birkaç aya mezun olacaktı.
İsmail’in annesi Emine Teyze bakkalın başına geçmiş ailesine destek olmak için çabalıyordu.Tahsin Afyon’daki kışlada devresi olan bir arkadaşına ara sıra uğraması için ricada bulununca sahipsiz kalmış bu üç kadın hayatlarını bir nebze olsun yoluna koymaya başladılar.
Bende kendi ailemin sevgisizliğini bu üç kadına destek olarak gidermeye gayret ediyordum. Açıkçası bana da iyi gelmişti. Esasen karamsar Begüm gitmiş yerine daha neşeli bir kadın gelmişti. Sık sık Emine Teyze, Nihal ve Hülya ile telefonlaşıyordum. Doğu görevinde bir beyin cerrahı olarak İstanbul’dan ve oradaki sevilmemişliğimden kurtulmuş kendime yeni bir hayat kurmuştum.
Akşamüzeri evime gitmek için hastaneden çıkmış aracıma yürürken telefonum çaldı.
“Begüm abla nasılsın?”
“Hülya iyiyim güzelim. Sen nasılsın?”
“Bende iyiyim abla sana harika bir haberim var. Okul bitti mezun oldum.”
Duyduğum cümle sanki kendim okuldan mezun oluyormuşum gibi mutlu etmişti beni. Sırıtarak sordum.
“Ee öğretmen hanım How are you feeling?”
Hülya karşıdan kahkaha atarak cevapladı.
“Muhteşem”.
Sonra sesi durgunlaştı.
“İsmail’im de görseydi şu günü.”
Derin bir iç çektim.
“Biliyor musun abla seni tanısaydı çok severdi. Tabi biraz kıskanırdı orası ayrı.”
Gülerek konuşmaya devam etti.
“Ulan benim ablam o be kim yan gözle bakacakmış oyarım. Yaşasaydı böyle derdi.”
Defalarca konuşmuştuk İsmail yaşasa ne olurdu beni tanısa nasıl davranırdı. Hülya bıkmadan usanmadan anlatıyordu. En sonunda beni hastanede rahatsız edecek olsalar kafalarını nasıl kıracağından bile bahsetmişti. Derin derin soludu Hülya.
“Abla?”
“Söyle kuzum?”
“Bir yandan da KPSS çalıştım biliyorsun. Sınava girmeden yanına gelsem belki atanınca vaktim olmaz. Hem” durdu. Ne istediğini az çok tahmin ediyordum.
“İsmail’imin şehit olduğu yere öğretmen olarak gelsem olmaz mı? Senide görürdüm.”
Neşeyle gülümsedim.
“Gel kuzum bende hastanede nöbetlerimi ayarlarım. Seninle abla kardeş iki gün doya doya vakit geçiririz. Ancak Nihal ve Emine Teyze?” Hülya onları getirirse memnun olurdum ancak yaşlı bir kadın ve liseli bir genç kıza göre yerler değildi buralar.
“Şimdilik ben geleyim abla. Onlar belki sonra” diyerek içine su serpti.
“Tamam kuzum ne zaman gelirsin?”
“Yarın gece bilet alırım abla. Yola çıkarken de sana haber veririm.”
Hülya ile konuştuktan sonra düzenlemelerimi yaptım. Nöbetimi Nilüfer’e devrettim zira geçen ay iki defa onun için nöbet tutmuştum. Nilüfer ikiletmeden kabul etti. Geldiğimden beri Suat ve Nilüfer iyi bir meslektaş harika bir dost olmuştu benim için. Ayrıca inanılmaz eğleniyorduk. Muş kırsalında yapacak fazla bir şey olmayınca kendimize yeni eğlenceler buluyorduk.
Hülya otobüsten inince etrafını ürkek gözlerle kolaçan etti. Begüm’ün gözleri ile buluşunca yüzündeki aydınlanma ile bir kere daha titredim. Tanımadığım bir askerin nişanlısı bana kendi ailemden görmediğim şefkati veriyordu.
Koşarak sarıldı.
“Abla. Ablam. Mezun oldum.” Yanaklarımı öpücüğe boğarken bir yandan da hızlı hızlı konuşuyordu.
"Emine annemin ve Nihal’in selamı var.”
“Sen nasılsın?”
Sanki atlı kovalıyormuş gibi heyecanı bir yandan da konuşma çabası beni daha da mutlu etti.
“İyiyim ben deli kız hadi bavulunu alıp eve gidelim.”
Hülya’yı eve getirmeden önce güzel bir sofra hazırlamıştım. Birlikte sabah kahvaltısı ettik. Masayı toplayıp keyifle çaylarımızı yudumluyorduk.
“Ne yapmak istersin bugün?”
“Bir şey yapmasak ta olur abla. Ben seninle heyecanımı paylaşmaya geldim.”
“Malum 25 gün sonra sınav var. Sınava girmeden seni görmek istedim.”
“Tamam o zaman bu iki gün kendimizi nasıl iyi hissedeceksek onu yapalım” dedim.
Önce çıkıp biraz Muş sokaklarında turladık. Murat köprüsünden etrafı seyrettik. Öğleden sonra geleneksel teter tatlısı yemek için meydana inmeye karar verdik. O sırada telefonum çalınca Hülya beni beklerken ileride taştan bir duvarın dibinde seyyar tezgahlara bakmaya başladı.
Telefondaki hemşireye hastam ile ilgili birkaç talimat verirken gözümün ucu Hülya’ya kaydı. Bir adam onun etrafında dolanıyordu. Sonra adamın hareketleri hırçınlaştı ve Hülya’yı çekmeye başladı. Direnince de suratına bir tane çarptı. O kadar şiddetliydi ki ses bana kadar ulaştı. Çarpma Hülya’yı bayıltırken adam omzuna attığı gibi yürümeye başladı. Telefonu panikle kapattım. Bir yandan koşuyor bir yandan da insanlara yardım etmeleri için bağırıyordum. Bir iki tane genç koşarak yardım etmeye çalıştı ancak adam Hülya’yı aracına atarak uzaklaştı.
Delirmiş gibi bir o yana bir bu yana gidiyordum. Kime ne söylemem gerekirdi ki şimdi genç ve kimsesiz bir kız beni ziyarete gelince kaçırılmıştı. Aracım? Aracına koşmak geldi aklıma. Yoldan önce Tahsin’i aradım kapalıydı telefonu.
Gülten konuştu. “Düşün Begüm bir yolu olmalı düşün”.
Sultan daldı lafa. “Telefonumu bul uygulaması Begüm. Oradan sinyali bul”.
Araç sürerken elim titriyordu. Şehir merkezinden çıkmıştım ancak nereye gideceğini bilmiyordum. Uygulamayı açınca Hülya’nın telefonunun yerini buldu. Sinyali takip etmeye başladım. Polisi aramalıydım biliyordum ancak Polisi gören adamın ona zarar vermesinden korkuyordum.
Önce sinyali bulup sonrasına bakacaktım. Yaklaşık 25 dakika sonra büyükçe bir arazinin içinde oldukça görkemli bir yapının önüne geldim. Dışarıdaki araçlara ve gelen seslere bakılırsa bir aşiret düğünü ya da öyle bir şeyin içine düşmüştüm. Telefonumu çıkardım 155’i tuşladım. Karşıdaki memura kendimi tanıttım.
“Alo Ben Muş Devlet Hastanesi Beyin cerrahisi doktoru Begüm Ünsal. Az önce kardeşim kaçırıldı. Telefonumu bul uygulamasından takip ettim. Merkezden yaklaşık 25 km uzaklıkta bir çiftlik önündeyiz. Buradan sinyal alıyorum. Düğün ya da bir kutlama var. Karşıdan gelen sese cevap olarak lütfen acele edin” dedim.
Adres sormamışlardı. Telefonumun sinyalini takip edeceklerini biliyordum. O sırada Hülya’yı alan adamın kapıdan dışarı çıktığını bir iki kişiye talimatlar vererek içeri girdiğini gördüm. Adamın tipini tarif et deseler ‘rüyamda görsem korkarım’ diyeceğim cinstendi.
Dağınık saçlar, uzun ve karışık sakallar. Göğsünden taşan kıllar ve sapsarı dişler. İri bir cüsse ve pis bakışlar. Uzaktan gördüğü adam ile irkildim. Hülya’nın neler hissettiğini tahmin bile edemiyordum. Polis gelene kadar burada kalmalıydım ama engel olamıyordum kendime. Düğün kalabalığına karışabilirdim.
Belki polisler gelene kadar Hülya’nın tutulduğu yeri bulabilirdim. Ancak böyle bir yere elini kolunu sallayarak giremezdim. Torpido gözünü açtım ilk yardım setinin içindeki neşteri ve sapı aşağıda kalacak şekilde kolumun içine gizledim ve aracından inip kalabalığın içine karıştım.
Kapıda duran izbandut gibi korumalar gelenlere bakıyordu beni davetlilerden zannedip durdurmadılar. Bahçeden içeri girdim konağa adımladım. Kocaman bir avlu içinde sıra sıra konmuş masalarda kadınlı erkekli şal şepik denilen kıyafetler giymiş insanlar vardı. Bazıları modern giyinmeyi tercih etmiş olsa da oldukça büyük bir çoğunluk yöresel giyinmişti.
Erkeklerin bazılarında şalvara poşu eşlik ediyordu. Kafamı yukarı kaldırdığımda Hülya’yı alan iri yarı adamın balkon ya da teras gibi bir yerde yaklaşık 10 kadar adam ile karşılıklı konuştuğunu gördüm. Daha dikkatli bakınca içlerinde Tahsin’i fark ettim. Tahsin orada olduğuna göre ondan yardım isteyebilirdim. Merdivenleri üçer beşer çıkıp konuşmanın ortasına daldım. Adamlar konuşmanın ortasında dalmama şaşırmışlardı. İki koruma beni tuttu. Ancak ellerinden sıyrıldım Tahsin’in yanına ulaştım.
“Tahsin?”
Tahsin adını seslenilmesiyle başını geriye çevirdi.
“Begüm? Burada ne işin var?”
“Tahsin yardım et. Hülya! Bu adam onu kaçırdı.”
Hülya’yı alan adamın yüzünde bir gerilme oldu. Tahsin sözlerimle gerildi anlık olarak adamın yüzünde dolandı bakışları. Sonra bana döndü.
Tahsin kolundan tutup ortamdan uzaklaştırmaya çalıştı. “Begüm şimdi olmaz git buradan.”
Konuşurken de arkamda duran yüzünün tamamı poşu ile kapatılmış bir adama bakıyordu. Ondan onay almak ister gibi bir hali vardı.
“Ne demek git Tahsin. Şurada duran herif Hülya’yı gözümün önünde kaçırdı. Yardım et” dedim.
Tahsin’in gözlerinden öfkeyle karışık bir duygu geçtiğini zannettim ancak yeniden duygusuz bir hal alınca anlam veremedim.
“Begüm yanlış anlamışsındır. Sen şimdi git. Ben bir saat sonra geleceğim o zaman konuşalım” dedi.
Sultan içeriden konuştu. “Siktir ya bu adam ne diyor?”
Gülten cevap verdi. “Burada bir şeyler oluyor Begüm. Dikkatli ol” dedi.
Aylardır ne zaman başım sıkışsa yardım eden adamı anlamıyordum. Dahası sanki asker değil de düğünde akrabasını ziyaret eden bir misafir edası vardı. Ortamda bulunan diğer adamın yerinde huzursuzlandığını fark ediyordum. Yüzünü görmemiştim ancak iri yarı bedeninden yayılan sıcaklık sırtımı yalayıp geçiyordu.
Karşılarında ise düğün sahibi olduğunu düşündüğüm gençten bir adam ve yanında yer alan dört koruması vardı. Anlattıklarımı gözleri kısık bir eda ile dinliyorlardı. Adamla kısa bir an göz göze gelince titredim. Tahsin’i ve saçma tavrını anlamadığım için düğün sahibi adama doğru adımladım ancak Tahsin’in bakışları yeniden arkamdaki adama kayınca onunda benimle hareketlendiğini fark ettim.
Buradan Hülya’yı almadan gitmeyecektim ve bu konuda Tahsin bana yardım etmezse evin sahibinden yardım isterdim. Nasılsa birazdan Polis gelecek öyle ya da böyle buna sebep olan adam hak ettiğini bulacaktı.
“Bakın kimsiniz bilmiyorum” dedim. Ev sahibi olduğunu düşündüğüm adama. “Ancak bu solunuzda duran kişi benim kardeşimi kaçırdı.”
Adam anlattıklarını dikkatle dinliyordu. Konuşmaya devam ettim. “Muhtemel ki çalışanınız”.
Cümlem adamın sırıtmasına neden oldu. Bakışlarında tekin olmayan bir şey vardı. Belki Tahsin’i dinlemeliydim. Belki polisleri beklemeliydim ancak şu an sağlıklı karar verebilecek durumda değildim. Adamla konuşmaya devam edecektim ki Hülya’yı kaçıran koluma dokunacak oldu.
Tahsin araya girip “Begüm şimdi git ve beni dışarıda bekle” dedi. Anlamıyordum. Ne Tahsin’i ne konuşmayan arkasındaki adamı ne de ev sahibi olduğunu düşündüğü adamın tavrını. Bir kadın kaçırılmıştı. Ve insanlar dut yemiş bülbül gibi ses çıkarmıyorlardı.
Sinirlendim.
Ortamda kısa süreli bir sessizlik olurken arkamdaki adam tarafından sert bir şekilde geri çevrildim. Gözlerine bakmak için başımı yukarı kaldırmak zorunda kaldım zira adam iri yarı kelimesinin bile alt üst edecek bir bedene sahipti. Gözlerinin ela mı yeşil mi yoksa sarı mı olduğuna karar verememiştim. Galiba tamamıydı. Onun da arkasında duran adamın sessizce söylendiğini fark ettim.
Sanırım “Bura birazdan karışacak” dedi birilerine. Ya da ben öyle anladım.
“Bana bak kadın. Çık git şuradan. Burada kadın falan yok. El Malik’in düğününe geldik.” Bakışları kısa bir süre ev sahibini sonra yeniden beni buldu.
“Ve sen davetsiz bir misafir olarak rahatsız ediyorsun.” Yüzünü görmediğim adam sadece gözleri ile değil sözleri ile de dövüyordu beni. Kollarımdaki baskısı artınca konuşmaya devam etti. “El Malik ile bir anlaşmanın ortasındayız ve sen bizi bölüyorsun. Çık git buradan.”
Adamın kollarımdaki baskısı gittikçe artıyordu. Ve gözlerinden geçen düşünce yığınını anlayamıyordum. Sanırım biraz öfke biraz endişe biraz sinir birazda şaşkınlık vardı. Biz bakışmaya devam ettik.
Nice zaman sonra ev sahibi konuştu. Bariz bir arap aksanı göze çarpıyordu.
“Bakın hanımefendi. Adamım burada istediği kadını istediği zaman alır ve istediğini yapar”. Arkamda kalan adamın sözleri ile önümde duran poşulu adamın bakışlarından anlık bir sinir dalgası geçti ancak aynı Tahsin gibi o da istifini bozmadı.
Hülya’yı kaçıran adam elini bana uzatırken konuştu. “Merak etme güzelim o çıtırın işi bitince sikimin tadından seni de mahrum etmem.”
Tahsin derin bir nefes çekti.
Sultan’dan geldi ilk cevap. “Hoşt köpek. O sikine bir çatal saplarsam asıl sen mahrum kalırsın. Gülten destekledi. “Sadece çatal olmaz Tirbuşonda saplayalım. Döndüre döndüre”.
Cümlelere fazla dayanamadım kolumu tutan adamdan sertçe çekip kurtardım. Ceketimin kolundaki neşteri parmak uçlarıma indirdim sapını sağlamda kavrayıp adamın koluna savurdum.
İç seslerimden memnuniyet dolu bir ses yükseldi. “Bak buda olur ama hedef şaştı” dedi Gülten.
“Neyse koldan başlayıp sikine kadar ineriz” dedi Sultan. Bunları yaparken karşımda duran adam bütün hareketlerimi fark etti ancak beni durdurmak yerine ne yapacağımı görmeyi tercih etti. Acı ile geri çekilirken “Seni orospu” diye tısladı. Üzerime yürüyordu ki ev sahibi “Zeynel” diye böğrünce kolunu tutarak yerinde kaldı.
An itibarı ile kafayı sıyırdığıma kanaat getirdim. Çünkü TSK mensubu bir asker kendisine yapılanlara sessiz kalıyordu. Sessiz kalan arkadaşım dediğim adam Tahsin idi. Bakışlarım ona kaydı. Gözlerinde beni korumak için adım atmak isteyen tarafı görüyordum. Ancak bir şey ya da biri engel oluyordu. Belki de ben yanlış değerlendiriyordum.
Öyle ki hışımla Tahsin’e dönüp söylendim. “Kahretsin Tahsin. Koskoca bir Üsteğmensin ve sana bir kadın kaçırıldı diyorum. Şerefli bir Türk askerinin yapması gerekenleri yapmak yerine olanlara sessiz kalıyorsun.”
Karşımda duran adamın ağzından bir ses duydum.
“Siktir”.
Arkasındakilerden biri “Şimdi sıçtık” dedi.
El Malik’in sesi yankılandı avluda. “Vaziyet alın TSK burada”.
Ve sonra ortalık karıştı. Anında silahlar çekildi. Davul zurna sustu ve bir curcuna hâkim oldu. Alt avludaki insanlar panikle koşarak çıkarken El Malik’in adamları Tahsin ve karşısındaki poşulu adama silahlarını doğrulttular. Tahsin Hülya’yı kaçıranın başına beylik tabancasını dayamıştı. Merdivenlerden çıkarken 10 kişi olduklarını tahmin ediyordum. Şu ana kadar çok fazla konuşmayan iki kişide Malik’in korumalarına doğrulmuştu silahlarını. Göz ucu ile aşağıya doğru avluya baktım. Aynı şekilde bir sürü insan birbirinin başına silah dayamış görünüyordu. Kimseden çıt çıkmıyordu.
Karşımdaki adam konuşmaya başlayınca gözlerimi yeniden adama diktim.
“Kaçacak yerin yok Malik. Söyle itlerine bıraksınlar silahlarını.”
Malik durum değerlendirmesi yaparken konuşmayı da ihmal etmedi.
“Bırakıyım da TSK anamdan çıktığım deliğe soksun hemi esker?”
Askerdi demek? Salonlarda duran biblolar gibi olaya Fransız kalmış dinliyordum. Az önce TSK’nın bir işine çomak soktum sanırım. Sultan söylendi.
“Askeri operasyonu bozmak kaç yıldan başlar acaba?"
Gülten devam etti. "Bize iyi bir avukat şart." Adam yeniden konuştu.
“TSK silahın olsa da anandan çıktığın deliğe sokacak Malik. Yorma bizi.”
“Yalnız hakkını vereyim esker bu kadar aramıza sızacağını düşünemedim. Nasıl becerdin?”
Adamın gözlerinden bir gurur ışıltısı geçti.
“TSK’dan bahsediyoruz Malik zor diye bir şey yok. İmkânsız zaman alır.”
“Bu kadar başarılı olduğuna göre rütbelisin hemi? İstihbarat? Bordo bereli?”
“Ne fark eder Malik? Ebeni sikecek olan şanslı askerim.”
“O kadar emin olma esker.” Elini kaldırdı avuçlarını açtı sonra yumruk yaptı.
Ormanın içinden atılan ve yankı yapan ağaçlara çarpan bir ses gibi derinden bir ses yankılandı. Belgesel izlemeyi çok severdim. Su içerken bir yandan havayı koklayan pumalar, kaplanlar, parslar ve dahi aslanların verdiği tepkiyi adamın gözlerinde gördüm. Sesi duyduktan sonra beni kendine çekip belime sarıldı.
Elimdeki neşter adamın sol göğsüne dikine girdi. Yere düşerken 12 santimlik bir çizgi çekti derisini dikine kesti. Adam aşağı düşerken bende üzerine düştüm. Aynı anda arkamızdaki duvara bir mermi çarptı ve yaklaşık 30 santimlik bir delik açtı. Adamın üzerindeyken başını geriye çevirip duvara baktı.
Bende adamın üzerinde aynı noktaya bakıyordum. Aklımdan geçenleri idrak edince titredim. Adam kendisini çekmese mermi önce kafamı delecek sonra adamın gırtlağından girecek ve ikimizde ölmüş olacaktık. Başımı adama çevirince göz göze geldik. Tamamen üzerinde yatıyordum. Panikle doğruldum. Ayağa kalktım. Adamda kalktı. Tam göğsünde dikine girmiş ve dibine kadar batmış neşterin sadece sapı görünüyordu.Adam yüzündeki poşuyu bir hamle ile çekti. Yüzünü ilk defa o zaman gördüm.O sırada Polis sirenlerinin uzaktan sesi geliyordu.
Kaos nedir deseler Begüm Ünsal olarak şu 3 dakika içinde yaşadıklarımı söylerdim şüphesiz. Silahların çekilmesinden sonra duvara çarpan mermi ardından nereden nasıl çıkardığını anlamadığım bir silah ile rütbeli asker Malik’in tam anlamıyla topuğuna sıkmıştı.
Gülten içerden konuştu. “Gördünmü Begüm. TSK topuğuna sıkar diye boşuna demiyorlar” dedi bariz mest olmuş sesi ile. Sultan ardından cevap verdi. Topuğuna sıkıp besleyeceğine alnının çatına sıksaydı ya bir pezevenk eksilirdi”.
İkisinin de ortamda Turan taktiği ile 1071 de Malazgirt ovasında Alparslan Hanın can hıraş savaşını burada yaşarken benim götüm tutuşmuş kavgalarını dinlemek dengemi sarsıyordu. Malik’in adamlarını askerin arkasındaki iki adamın indirdiğini düşünüyordum. Belki onlarda askerdi.
Sultan lafa girdi. “Kaptın olayı ha begüm indirmek falan”. Gözlerimi devirdim. Tahsin Hülya’yı kaçıranın kafasına silah dayamıştı ancak onu vurmamış olmasına şaşırdım. Ellerini kelepçelerken sesini duyuyordum.
“Debelenme lan it. Seninle akşama karargâhta randevumuz var. Birde bana anlat bakalım şu sikinin tadını”.
Bu sefer Gülten konuştu. “Begüm biz ne bok yedik bilmiyorum ama çok pis bir şeylere vesile olduk”. Algılarım kapanmıştı. Üstelik Gülten bir yandan Sultan bir yandan konuşup beni daha da içe çekiyorlardı.
Komutanın sert sesi yankılandı konakta. “Kıpırdayan olursa sıkın kafalarına”. Sonra hışımla Tahsin’e döndü.
“Bana bu kadının 17 kişinin gece gündüz üzerinde çalışarak kurduğu üç yıllık planın içine etmesinin mantıklı bir sebebi olduğunu söyle Üsteğmen”. Resmen böğürüyordu.
Bana döndü. “Umarım mantıklı bir cevabın vardır”.
Böğründeki neşter hala oradaydı. Çıkarmak için hamle yaptım ancak bu seferde bana daha yüksek sesle böğürdü.
“Kal orada”.
“Kanamanız var”. Bir adım daha yanaşacak oldum.
“Dikiş atmalıyım”.
Bakışlarını daha doğrusu ışığa göre renk değiştiren gözlerini gözlerime dikip elini neşterin sapına götürdü gözlerime baka baka tutup çıkardı. Derin battığı için kanama daha da arttı.
“Ne yapıyorsunuz dikiş atmalıyım”.
“Sana orada kal dedim.”
“Ufuk?”
“Emredin komutanım”.
“Başında dur. Milim oynarsa üç aylık izni unut”.
Poşusunu yaraya bastırırken “Üsteğmen yanıma gel diye böğürdü “yeniden.
Adının Ufuk olduğunu öğrendiğim asker yanıma yaklaştı.
“Vallahi bacım Bolulunun ayarlarıyla oynadın. Şimdi önce buradaki şu itlerin ecdadını sikecek. Sonra bizim. Duyduğum küfürle yüzüm buruştu.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Diyorum adamın solunu deştin. Diyorum ki uyuyan yılanı uyandırdın. Şimdi kimine Bolu beyi olacak kimine Köroğlu”.
Karargah odasında ikili deri koltukta oturmuş Hülya’nın saçlarını okşuyordum. İfademiz alınsın diye getirilmiştik. Hülya kiler gibi bir odada yüzü gözü dağılmış halde bulunmuştu. Uyanınca direndiği için adam daha fazla şiddet uygulamış kaşı açılmış sağ gözü kapanacak kadar şişmişti. El bileklerinde morluklar göze çarpıyordu. Tahsin önce konakta uzun uzun bir şeyler açıklamıştı sonra karargahta komutana. Oturduğumuz yerden yine komutan ile konuştuğunu görebiliyordum. Zaman zaman bize bakıyor ellerini yumruk yapıyordu.
Daha fazla dayanamadım. Bakışlarımı ondan çekip Hülya’ya indirdim. Alnına sulu bir öpücük bırakıp saçlarını geriye itip okşamaya devam ettim.
KÖROĞLU'NDAN...
Kapıyı sertçe açıtığımda yüzü gözü dağılmıştı Zeynel’in.
“Üsteğmenim arkadaşı bensiz mi ağırladınız?”
Tahsin’in sırıtması genişledi. "Estağfurullah komutanım. Ben sadece karargaha gelirken kalacağı yeri gösterdim. Ne kadar misafir perver olduğunuzu biliyorum.”
Kafa salladım.
“Ee Zeynel en son sikinin marifetlerini nasıl kullanacağını anlatıyordun”. Zeynel ağzını açtı.
“Bu yaptığınız barbarlık. Siz Türkler”. Konuşmasına devam edemeden sırıtmam lafını böldü. Ön dişlerinden birinin eksikti.
“Tahsin?”
“Emredin Komutanım”.
“Oğlum ben sana sanatsal çalış dedim burası simetrik mi sence?”
“Haklısınız komutanım. Sizin işiniz bitince ben bizzat simetriyi sağlayacağım”.
Kafamı sallarken cevaptan memnun sırıttım.
“Tahsin”?
“Emredin komutanım?”
“Bu sikik Şehidimizin nişanlısında hangi eli ile dokunmuş?”
“Sağ komutanım.”
Tahsin’in lafı bitmeden Zeynel’ in bileğini tutup çevirdim ince kemikler kırılıp deriden fırlayınca kan fışkırdı. Aynı zamanda Zeynel’in çığlıkları duvarlara çarpıyordu. Başka bir laf etmedim.
“Tahsin?”
“Emredin komutanım”.
“Ölmesin ama yaşamasında”.
Tahsin sırıtırken cevap verdi.
“Büyük bir zevkle komutanım”.
TAHSİN'DEN...
Yatakhanenin kapısı sertçe açıldığında Zeynel’in ense kökünden tutmuş içeri fırlatmıştım. Kanaması durmadığı gibi dışarı taşan kemikler bariz bir şekilde belli oluyordu.Askerler içeri girince hazır ola geçtiler.
“Dikkat”
“Rahat asker.”
“Aslanlar bu arkadaş misafirimiz. Size Kıdemli Yüzbaşı Ahmet Tan Köroğlu’nun hediyesi.”
“Kendisi Şehit Er İsmail Topuz’un nişanlısını kaçırıp sikinin tadını göstermek istemiş.”
“Madem fantezi dünyası geniş birde siz ağırlayın dedik.”
İsmail Topuz’un roketle vurulduğu otobüsten yaralı çıkan silah arkadaşlarının koğuşuydu burası. 5 Şehit vermişlerdi. Adını duyar duymaz bir hareketlenme oldu içeride.
“Komutanım müsaade var mı?
“Söyle asker.”
“Ben önce bir Afyon misafirperverliğini göstermek isterim arkadaşa.”
“Komutanım bende bir Erzurum’a misafir edeceğim yüksek müsaadelerinizle.”
“Vallahi Iğdır’a uğramadan olmaz.”
“Trakya’da güzel ağırlar beya.”
“Bilecik’te misafire bayılırız komutanım”.
“Giresun’dan Fındık yemesin mi bu adam ha komutanım.”
“Kayseri’de burada”
“Maraş”
“Çorum”
“Aydın”
“Bursa”
“Ankara”
“Yalova”
En son bir Rizelinin sesi duyuldu. “Ha çan komitanum arkadaşlarum midafur edup karnuni doyursun gece yatısına uşağu ben alacağım.
Çıkarken boynunu kütlettim. Şimdi önce Begüm’ü bulup Hülya ile eve bırakmalıydım.