Suda bile yanmaktı sevda... Ateş ol ki, sevdan aydınlansın. Su ol ki, sevdan coşup çağlasın.
Su kapalı gözleriyle adamın her hareketini tahmin etmeye çalışıyor, en uygun zamanı kolluyordu. Dün gece, saatlerce bu delikten nasıl kurtulacağını düşünmüş tek çıkar yol bile bulamamıştı. Yediği iki dilim ekmek, içtiği bir bardak suyla bir gününü daha tamamlamıştı. Kaç gündür burada tutulduğundan bile emin değildi. İçeriye sızmayan güneş yüzünden ne gecenin farkına varabiliyordu, ne de gündüzün. Nasıl bir suçun bedelini ödediği hakkında hiçbir fikri yoktu. Sanki tüm insanlar birlik olmuş, zorlu hayatını daha da zorlu hale getirmek için ellerinden geleni yapar olmuştu. Tüm gece önce kendisini doğuran annesine, ardından bir köpek yavrusu gibi sokağa atan ailesine ve genç kızlığından beri bedeni için peşinde olan tüm erkek soyuna küfürler yağdırıp durmuştu. Küfürleri inci dizisi gibi sıralarken yetimhane müdürünü de unutmamıştı elbette. O adi herife yalvardığı günler daha dün gibi aklındaydı.
Dünyanın nasıl boktan bir yer olduğunu erken yaşlarda öğrenmişti. Ne yediği dayaklar yıldırmıştı onu, ne de çalıştığı her yerde bedeninden yararlanmak isteyen tacizciler. Eğer ona biri danışsaydı, en azından ne istediğini sorsaydı kesinlikle büyümek istemediğini söylerdi. Vücudunun gelişimi ilk önce yetimhane müdürünün, ardından tüm erkeklerin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Aslında kendisine sorsanız vücudunun herhangi bir yerinde mıknatıs olmadığını söylerdi. Erkekleri neyin çektiğini çok sonraları öğrenmişti. O yaşlarda durduk yere büyüyen göğüslerinin işlevini anlamasa da, erkekler oldukça iyi anlıyor gibiydi.
Sabaha kadar düşünüp durmuş, sonunda yemeklerin bulunduğu tepsideki çatal dikkatini çekmişti. O soğuk herif içeriye girerken kapıyı açık bırakıyor, çıkarken kapatıyordu. Lavaboya giderken bile eşlik ediyor, çıkana kadar kapının önünde bekliyordu. Lavabodaki küçük delikten çıkması mümkün olmamıştı. Bedeninin üst kısmı bile geçmemişken, kalçalarının o delikten geçmesi pek ihtimal dâhilinde değildi. Belki biraz daha zayıf olsaydı şansı olabilirdi. Tek şansının o adamın içeriye girdiği dakikalarda olacağını biliyordu. Bir şekilde onu ekarte etmeli ve bu lanet olası delikten kurtulmalıydı. Tepsiye yaklaşarak çatalı eline aldı ve mucize bir buluşa bakar gibi baktı. Bunu adamın neresine saplarsa daha çok canını yakardı, onu düşünüyordu. Ödlek biri değildi. Hayatı boyunca böyle ipsizlerle uğraşmıştı. Soğuk herif çevresindeki diğer erkeklerden daha korkutucu ve dev gibiydi. Adamın yanında kendisi çekirge sürüsünün en küçük üyesi gibi kalıyordu. Günlerden sonra ilk kez kıkırdadı. Bir şekilde o devi alt edecekti.
Adamın bir taraftan diğer tarafa ışık hızında hareket etmesini dinledi. O boya ve kalıba göre oldukça hızlıydı. Adamın hiçbir zayıf noktası yok gibiydi. Gözünün korkmasına izin vermedi ve ne yaptığını anlamaya çalışarak sesleri dinlemeye koyuldu. Küçük penceredeki tahtaları neden söktüğünü anlamasa da, bir an adama minnettar kaldı. Odada ışık olması işini kolaylaştıracaktı. Adam bunu bilseydi kesinlikle böyle bir hata yapmazdı. Yatağa doğru yaklaşan adımları dinledi. Adamın tenine değen parmaklarını hissedince bir an tedirgin olsa da, kendini kontrol etmeyi başardı.
“Gece uyan hadi! Seni baş belası sürtük!” diyen boğuk ses kulaklarına ulaştığında dişlerini sıkmamak için kendini zor tuttu. Erkeklerden elinden geldiğince uzak durmaya çalıştığı halde, her defasında sürtük damgası yiyordu. Yaptığı işten dolayı olduğunu bilse de buna dayanamıyordu. Düzgün bir iş bulmak için aylarca çabalamıştı. Bulduklarında da hep bir sorunla karşılaşmıştı. Erkek her yerde erkek, her yerde şerefsizdi. Onlara bacaklarını açan kadınlar lazımdı. Kendisi bunun için aday olacak son kişiydi. Bir erkeğe boyun eğmektense ölmeyi tercih ederdi. Hayallerini yıkmayı kimse başaramayacaktı. Bacaklarını açacağı bir gün gelecekse, o gün şüphesiz sevdiği adam için olacaktı. Bir başkası için değil…
Onun sesi yeniden kulaklarına dolduğunda planını hatırladı. “Seni uyarmıştım Allahın belası! Çekip gitmen, kaçıp kurtulman için uyarmıştım.”
‘Ama ben seni uyarmadım,’ diye düşündü içinden. Yastığın altında sakladığı çatalı tüm gücüyle sıkıyordu. Adamın nefesini kontrol etmek için yüzüne eğilmesiyle hızla hareket etti ve elindeki çatalı tüm gücünü kullanarak adamın omzuna sapladı. Koca dev feryat koparıp korkutucu gözlerini kendisine diktiğinde hızla onu yatağa itti ve açık kapıya koştu.
“Seni küçük orospu,” diye acıyla bağıran adamı umursamayarak dış kapıya ulaştı. Kapıyı titreyen elleriyle açmaya çalışırken adam da çoktan odadan çıkmıştı. Kapıyı sonunda açmayı başararak kendini terkedilmiş koca araziye attı. Gözleri tedirginlikle ve telaşla etrafını tararken İstanbul’un hangi unutulmuş yerinde olduğunu düşünmeye çalışıyordu. Peşinden gelen ayak sesleriyle kalbi korkuyla çarpmaya başladı. Bir yanı çorak araziye uzanıyor, diğer tarafı sık ağaçların bulunduğu ormana gidiyordu. Tereddüt etmeden ağaçların olduğu alana doğru koşmaya başladı. En azından dümdüz ve boş bir arazidense, ağaçların olduğu alanda kurtulma ve saklanma payı daha yüksekti.
“Bakalım nereye kadar kaçacaksın kızıl şeytan!” diye inleyen adamın sesiyle daha hızlı koşmaya başladı. Sesi çok yakından geliyordu. Korkusuna dönüp arkasına bakamıyor, aralarındaki mesafeyi göremiyordu.
Ateş acıyan omzuna rağmen kadının peşine takıldı. Lanet olası sürtük çatalı saplayabileceği en doğru yere saplamıştı. Daha geçen ay omzundan çıkartılan kurşunun yeri hala tam olarak iyileşmemişti. O sürtük için endişelendiğine inanamıyordu. Onun bir anlık da olsa hasta olduğuna inandığı için kendine bir küfür savurdu. Böyle bir şeyin olacağını tahmin etmesi gerekirdi. Kadın beyninin daima hainliğe çalıştığını nasıl olmuştu da unutmuştu? Öfkesi anbean içinde büyürken önünde koşan kadına nefretle baktı. Elinden kaçabileceğine gerçekten inanıyor gibi duruyordu. Araziyi bilmemesine rağmen, biliyor gibi hızlı hareket ediyordu. Araç yoluna ulaşan yol ters taraflarında kalmışken, daha nereye kadar koşacağını merak etti. Ormana girmeden onu yakalaması hem kendisi için, hem de o küçük sürtük için en iyisi olacaktı. Zira omzundaki ağrıyla onunla uğraşmaya devam ederse, her dakika öfkesi artacak ve öfkesini ondan çıkaraktı. Patronunun kıza zarar gelmemesini istediğini hatırlattı kendine. Yoksa kız, elinden tek parça halinde kurtulamazdı. Uçkuru kapanmayan patronuna, ardından hırçın sürtüğe bir küfür savurdu. Bu işe daha ne kadar katlanabileceğini düşünmek bile istemiyordu. Kızın ormana yaklaştığını fark ederek bağırdı.
“O ormana girersen cezan artacak pavyon gülü! Elimden tek parça halinde kurtulmak istiyorsan bir adım daha atma.”
Kızın söylediklerini umursamadığını fark ederek hızını artırdı. Sıkılmaya başlamıştı ve öfkesi kanını donduracak noktaya ulaşmıştı. Tahammül sınırları olmayan biriydi. Hele sabırlı davranmak doğasında yoktu. Yeteri kadar şeye sabrediyordu, bir de bu kızla uğraşamazdı.
Hızını artırarak kısa süre içinde Gece’nin dibine kadar girdi. Gece ensesinde hissettiği nefesle bir çığlık attı. Ayakları patlayacak derecede acıyor, batan taşlardan dolayı yer yer kan sızıyordu. Aptal bir cesaretle kurtulmayı denedi ve ileriye atıldı.
Ateş kollarını kızın ince bedenine dolayıp süratle kendine çekti. “Çırpınmayı kes baş belası!” diye haykırdı olanca öfkesiyle…
“Bırak beni adi domuz bırak…”
“Sabret pavyon gülü, patron on güne kadar geliyor. Ondan sonra açarsın bacaklarını olur biter. İnan bana, ben de senden kurtulmak için can atıyorum. Şimdi çırpınmayı kes ve öfkemi katlamaktan vazgeç. Zararlı çıkan sen olursun.”
“Allah ikinizin de belasını versin. Onunla yatacağıma ölürüm daha iyi. Çek pis ellerini üzerimden.”
Gece çaresizce çırpınmaya devam etti. Biraz daha hızlı olabilseydi, adamın ellerinden kurtulması an meselesiydi. Olmayan şansına bir küfür savurdu. Önündeki koca taşı fark ettiğinde ağlayarak yere çökmeye çalıştı. Ateş kızın umudunun tükendiğini sanarak kollarını ince bedeninden ayırdı.
“Ağlamayı kes, kulübeye dönelim,” demesiyle Gece ayağa kalkmış, kavradığı taşı kafasına geçirmişti. Kaçmak için hareketlenen kızı bileğinden tutarak hızla kendine çevirdi. Alnının yanından sızan ince kan yanağından boynuna doğru süzüldü.
“Bu kez fazla oldun küçük sürtük.” Sesi son derece soğuk, bir kaya kadar sertti.
Öyle küçük bir taşın, bu deve bir şey yapamayacağını bilmesi gerekirdi. Bileğindeki acıyla çaresizce inledi, gözleri sulanmıştı. Başını kaldırıp öfkeli adama baktı. Adamın kara gözleri dipsiz dehlizleri andırıyordu. Gözlerindeki öfke, sönmüş bir volkanı yeniden alevlendirebilirdi. Korkuyla titredi. Adam o kadar ulaşılmaz ve sarsılmaz görünüyordu ki, onun ellerinden asla kaçamayacağını anladı. Yıkılmaz bir kale gibiydi. Öylesine heybetli duruyordu ki…
Onu çok kez incelemiş, can sıkıntısından neredeyse vücudunun haritasını çıkaracak noktaya bile gelmişti. Fakat onu ilk kez bu kadar yakından inceliyordu. Kendisini uyardığı gecede böyle yakın durmuştu ama korkudan gözlerine bakmaktan fazlasını yapamamıştı. Adamın yanında küçücük kalmıştı. Onun attığı bir tokatla ruhunu teslim etmesi işten bile değildi.
Ateş derin nefesler alarak kendini sakinleştirmeyi denedi. Bu baş belasına hiçbir şey yapamazdı. Lanet olası patronunun gelmesine bu kadar az zaman varken kıza zarar veremezdi. Bileğinden tuttuğu kızı sürükleyerek çekiştirmeye, bir yandan da konuşmaya başladı.
“Bu kadar oyun yeter pavyon gülü. Bundan sonra benim dediklerim olacak. Senin şımarıklıklarınla uğraşacak kadar sabırlı bir adam değilim. Patron gelene kadar sözümden çıkmayacaksın. Adam gibi yemeklerini yiyecek ve uslu duracaksın. Eğer bir kez daha beni kandırmaya çalışırsan sana yemin ederim, patron falan dinlemem erkekleri ayartan bedenini yüzerim.”
Gece ne kadar adamın söylediklerini dinlemeye çalışsa da, dönen başından dolayı bir türlü konsantre olamıyor, sesler kulağına net olarak ulaşmıyordu. Adama dur demek istedi fakat ağzını açtığı gibi geri kapattı. Adamın arkasından bir köpek gibi çekiştirilirken gözlerinin kapanmasıyla kendinden geçerek yere düştü.
Ateş bir küfür savurup arkasına döndü. Kızın yerde uzanan bedenine sıkıntıyla baktı. Ayağıyla bacaklarını dürttü.
“Yine ne oyunu oynuyorsun pavyon gülü? Benden kurtulamayacağını anlamadın mı?” Gelmeyen cevap, hareketsiz yatan beden kaşlarının bir kez daha çatılmasına sebep olmuştu.
“Bu da bir oyunsa…” diye tehdit etti. Alamadığı karşılıkla oflayarak kızın yüzüne doğru eğildi. İki parmağıyla çenesini tutarak yüzünü sağa sola çevirdi. Biraz önceki numaraya göre bu kez gerçekten kendinden geçmiş gibi görünüyordu.
“Allahım sen sabır ver,” dedi can sıkıntısıyla. Ufak bedeni tek bir hareketle kollarına aldı ve ayağa kalktı.
Genç kadının başı bir ölü gibi arkaya düştü. Kızıl saçları ırmaktan dökülen, coşan sular gibi aşağıya doğru aktı. Gözleri kapalıyken bile uzun kirpikleri kaşlarına doğru kıvrılıyordu. Yüzü günlerin yorgunluğuna ve halsizliğine rağmen bulutların arkasına saklanmış ay gibi nazlı nazlı parlıyordu. Aşırı makyaj yüzünde olmadığında bir bebek kadar masum görünüyordu. Ellerinin altındaki bedenden yayılan sıcaklıkla kaskatı kesildi ve adımlarını hızlandırdı. Hissettiği duygular kaşlarının rahatsızlıkla çatılmasına sebep olmuş, kadını kucağından atmak için büyük bir istek duymuştu. Dişlerini sıkınca yanağında bir kas seğirdi. Uyuyan duygularını ayağa kaldıran bu küçük fahişeden nefret ediyordu.
Derme çatma kulübeden içeriye girdiğinde, kucağındaki narin bedeni dün gece uyumak zorunda kaldığı koltuğa yatırdı. Bu defa bayılmasını pek önemsemedi. Açlıktan olduğunu anlayacak kadar aklı başındaydı. Kızın ayaklarının kırmızılığı dikkatini çekince o tarafa yöneldi. Batan taşların izlerini inceleyerek banyoya yöneldi ve küçük bir tasa su koyup yeniden içeriye döndü. Gece’nin yanına gelmeden bir parçada bez bulmuş, tasın içine atmıştı. Seslice küfür savurup tası kenara koydu ve kızın ayaklarını kaldırıp koltuğa oturdu. Kucağına aldığı bacaklardan çok tabanına konsantre olarak temizlemeye başladı.
“Seninle çok işimiz var pavyon gülü!” diye mırıldandı dalgınca.
Yılmaz kızı gösterdikten sonra sık sık çalıştığı bara gider olmuştu. Elbette kendisine kalsa gitmezdi ama Yılmaz kızı izlemesini tembihlemişti. Her gece farklı bir saçla çıkıyordu sahneye. Bir gün esmer, bir gün sarışın, diğer gün kumrala bürünüyordu. Yüzündeki ağır makyajın gerçek kimliğini gizlediğini düşündüğünü tahmin etmişti. Çoğu kez peşinde gezerken yorulduğunu hissetmişti. Genç kadını takip ederken iki farklı kimliğe büründüğünü kısa zamanda keşfetmiş, onda kendisini görmüştü. Bu düşünce daha fazla rahatsızlık duymasına neden olmuştu.
“Gece ve Su” diye mırıldandı kadının yüzünü süzerek. İki isimde adeta onu tanımlıyordu. Gündüzleri ne kadar masum ve saf kimliğine bürünüyorsa, geceleri de bir o kadar dişi kimliğine geçiş yapıyordu. Hangisinin gerçek olduğunu ayırt edemediğini hissetti. Bir günah kadar pisliğe batmış Gece mi, yoksa bir su kadar saf ve temiz olan Su mu?
Su kendisinin tam aksiydi. Ateş bilinen iki adıyla da pisliğe batmıştı. Çevresinde bulunan kimse ilk adıyla hitap etmez, daima soyadıyla çağırırdı. Ateş Kara günahın ta kendisiydi, temiz bir yanı yoktu. Aldığı nefes ciğerlerine dar gelince kucağındaki ayakları tutarak oturduğu yerden kalktı. Kadının baş tarafına gelerek dizlerinin üstüne çöktü ve yüzünü inceledi. Herhangi bir uyanma belirtisi göremeyince sıkıntıyla ofladı. Bir an önce uyanıp bir şeyler yemezse güçten daha fazla düşecek, bir de onun hastalığıyla uğraşacaktı. Parmakları istemsizce kadının yüzüne uzandı. Erkekleri eğlendiren bu masum yüz canını sıkıyordu. O kahrolası barda şarkı söylerken onu omzuna atıp kaçırmak istemişti. O lanet yerde olmasaydı Yılmaz onu görmez ve kafayı bedenine takmazdı.
İnsanın ruhuna işleyen sesi erkeklerin dikkatini çekip ona dönüp bakmalarına sebep oluyor, ardından dönmeleriyle o vücudu hayranlıkla süzüyorlardı. Bir kadının bu kadar çekici olması bir hataydı. Bu kadar dişi ve çekici olmasaydı belki temiz kalmayı başarabilirdi. Ama temiz kalmayı başaramamış, erkekleri eğlendiren bir objeye dönüşmüştü. Midesi düğümlendi. Yılmaz’ın gelmesi geciktikçe, işler kendisi açısından sarpa sarıyordu. Bugün onun inatçılığına ve zeki tavırlarına hayran kalmıştı. Bir kadın tarafından gafil avlanmak gururunu zedelese de, açıkçası etkilenmişti. Yılmaz’dan tiksinerek bahsetmesi de ayrıca hoşuna gitmişti. Önüne gelene bacaklarını açmamasının kendisini neden ilgilendirdiğini bilmiyordu ama bu narin bedeni Yılmaz’la düşünmek öfkeyle kasılmasına neden oluyordu.
Parmaklarını usulca kızın yüzünde gezdirdi. Gözlerinin önüne düşmüş olan bir tutam saçı hafifçe okşayarak çekti. Parmağı bir an dudağının kıyısına değince gözleri oraya kaydı. Kapalı dudakları boğazının kurumasına neden oldu. Elleri hafifçe titrerken usulca dudağının üstünde gezdirdi. Yılmaz kızı kendisine emanet ederken ne bekliyordu ki? Bir aziz değildi. Parmaklarının altındaki ten ihtiyacı olan her şeyi içinde barındırıyormuş gibi cezbediciydi. Kuruyan dudaklarını nemli dudaklara bastırmamak için kendini zor tuttu.
Su oradaydı. Ateşini söndürecek tek şey orada parmaklarının altındaydı. İradesine hâkim olamadan kızın dudaklarına eğildi. Ufacık bir temasın zararı olmazdı. Sadece derin bir ihtiyaçla tadına bakmak istiyordu. Parmaklarının okşadığı yeri dudakları teslim alırken sarsılarak titredi. Kalbi bedeninden bağımsız atıyordu sanki. Tüm duyguları yerle yeksan olurken Ateş, Su’ya teslim oldu.