( Ateş suda sönmeye, Su ateşle buharlaşmaya mahkûmdur. )
Ateş genç kadını kolundan sürüye sürüye odanın ortasına fırlattı. “Ben ortalığı toplayana kadar rahat dur.” Diyerek kapıyı çarptığı gibi telefonuna sarıldı.
Su yatağın ucuna emanet gibi oturdu. Acıyla yumduğu gözlerinden yaşlar izinsizce akmaya devam ediyordu. Kurtulma şansı vardıysa da kendi elleriyle bir kez daha yok etmişti. Yarım saat önce adamın kafasına geçirdiği tepsi bir yerde, tabakların etrafa dağılan kırıklıkları her yerdeydi. Dudakları gayri ihtiyari iki yanına kıvrıldı. Hayvan gibi adamı, elinden kurtulamamış olsa da iki kez haklamıştı. Burada fazla zamanının kalmadığının bilincinde olarak beynini hızla çalıştırmaya başladı. O polis bir şeylerden şüphelenmişti. Şüphesini artıracak bir kanıt bırakmalıydı. Ama ne?
Can havliyle etrafı tarayan gözleri umduğunu bulamayınca titrekçe kapandı. Asla kuzu kuzu bu aslanlara teslim olmaya niyetli değildi. Minicik odada yapabilecekleri sınırlıydı. Hatta yapacak bir şeyi yok gibiydi. Yerde kendisine ışıldayan çatalı fark ettiğinde hızla yataktan kalktı ve çatalı eline aldı. Sediri kenara çekti ve duvar dibine çöktü. Üstündeki perişan olan elbisenin kolunu sıyırınca beyaz teni ortaya çıktı. Ateş denen herifin gözünden kaçmasını, polisin gözüne takılmasını istiyordu. Gözlerini sımsıkı kapattı ve dişlerini sıkarak çatalın ucunu sertçe tenine bastırdı. Kolunun acısıyla bir an vazgeçecek gibi olduysa da pes etmedi. Çatalı tenine bastırarak hızla çekti ve akan kan kolundan oluk gibi süzülerek yerdeki tahtaya yayıldı. Hayatı ellerinden kayıp giderken sadece izlemekle yetinmeyecekti. Kolundan usulca süzülen kanın akışını takip ederken şansına bir kez daha küfürler savurdu. Eğer koca dünyada kendisine sahip çıkacak biri olmuş olsaydı, bunları yaşamak zorunda kalmayacaktı. Şereften yoksun insanların masalarına meze olmayacak, fakirde olsa ailesiyle mutlu bir hayat yaşıyor olacaktı. Beyni düşünmeyi reddederek çöktüğü duvar dibinden usulca kalktı. Bu zamana kadar düşünmesi hiçbir yarar sağlamamıştı, bundan sonra da sağlamayacaktı. Bir gün, bir yakınının çıkıp geleceğine dair umutları tükeneli asırlar olmuştu. Sediri kaplayan çarşafın dikkat çekmeyecek kısmını dişleriyle yırttı ve koluna sardı. Sediri eski haline getirip, elindeki kana bulanmış çatalı sehpanın altına yerleştirdi. Yaptığı işten memnun bir şekilde dudakları alayla kıvrıldı. Kapıya dönen yeşil gözleri ışıldıyordu.
“Bakalım hangimizin şansı yaver gidecek Ateş Bey?”
Gece hiçbir şey olmamış gibi sedirin ucuna otururken, Ateş’te küçük odayla, mutfağı çoktan temizlemişti. Yılmaz’a telefon açmış, bazı aksilikler yüzünden yer değiştirmek zorunda kaldığını anlatmıştı. İşinin bittiğini fark edince elindeki çöp torbasıyla Gece’nin odasına yöneldi. Öfkesi ufacık bir azalma göstermemişti fakat sabırlı olmaya çalışıyordu. Buradan kurtulduktan sonra kendini zeki sanan o fahişeye gününü gösterecekti. Gece ateşle oynadığının farkında değildi ama ona kiminle dans ettiğini memnuniyetle gösterecekti. Hızla kapıyı açarak odaya girdi ve Gece’ye tek bir bakış atmadan yerdeki dağınıklığı temizlemeye başladı. Elindeki ıslak bezle yerleri de sildikten sonra bezi de çöp poşetinin içine fırlattı. Poşeti kenara koyarak kızgın bakışlarını kızın yüzüne dikmesiyle, “Kalk yataktan!” diye hırlaması bir olmuştu.
Gece hiçbir şey olmamış gibi sakince yataktan kalktığında dişlerini sıktı. Başlarına o kadar belayı açıp, nasıl da rahat davranıyordu? Gidecekleri yere vardıklarında da bakalım bu kadar rahat olabilecek miydi?
Yatağı ilk geldikleri günkü haline getirdikten sonra odayı şöyle bir taradı. Gece gözlerini kapatmış, adamın hiçbir iz bulmaması için içten içe dua ediyordu. Bıraktığı izlerin en azından kaçırıldığına delil olacağını umuyor, o polisin olayı araştırmasını tüm kalbiyle diliyordu. Ama önce Ateş hiçbir şey fark etmeden buradan çıkmaları gerekiyordu.
Ateş her şeyi düzenlendiğine emin olarak yerdeki poşeti aldı ve kızı sırtından kapıya doğru itti. “Yürü hadi!”
Gece evden çıktıklarında rahat bir nefes almıştı. Keyifle arabanın ön koltuğuna kuruldu. Ateş’in öfkeli tavırlarının canını sıkmasına izin vermedi.
Ateş elindeki poşeti arka koltuğa atarak şoför mahalline geçti. Arabayı çalıştırıp kulübeyi arkalarında bıraktı. Kızın rahat tavırları her geçen dakika daha da sinirlerine dokunmaya başlamıştı. Sanki pikniğe gidiyor gibi şarkı mırıldanmaya başlaması bardağı taşıran son damla oldu. Onun ruhuna işleyen sesini duymak istemiyordu. “Kes şunu!” diye adeta kükredi… Gece umursamaz tavırlarıyla başını camdan tarafa çevirip, sesini bir ton daha yükselterek şarkısına devam etti.
Ateş direksiyonu sıkarak gaza biraz daha yüklendi. Kulağına ulaşan dingin sesi, eğer başka şartlar altında olsaydı keyifle dinleyeceğine emindi. Ama şimdi değil! Gece bu kadar sinirine dokunurken, her dakika damarına umursamazca basarken değildi kesinlikle…
“Sana sesini kesmeni söyledim kızıl şeytan!”
Gece şarkı söylemeyi bırakarak tersçe adama baktı. “Şeytan olanın sen olduğuna bahse girerim. Beni önce bir kahraman gibi uyardın, sonra tıpkı bir canavar gibi zorla kaçırdın. Bunlarda yetmiyormuş gibi önce öptün, ardından ilişkiye girmek istediğini söyledin. Asıl şeytan sensin adam müsveddesi! Tipine bakan da seni cidden adam sanır.”
Ateş’in yüz kasları öfkeyle gerildi ve alnındaki damar belirginleşti. “Benimle düzgün konuş!”
“Sen bana fahişe yaftası yapıştırırken iyiydi ama!” diye bağırarak anında cevabı yapıştırdı.
Sinir bozucu bir kahkaha arabayı kapladı. “Ne yani mesleğinden utanıyor musun?” diye alayla söylenen adama öfkeli bir bakış fırlattı. Ne derse desin, ne anlatırsa anlatsın Ateş’in kendisine asla inanmayacağına emin olmuştu. Onu inandırmaya çalışmayı denemedi bile… Nasıl olsa Ateş yine bildiğini okuyacaktı. Böyle insanları tanırdı. Bir an adamın geçmişini ister istemez merak etti. Geçmişinde ne yaşadıysa yaraları hala gün gibi ortadaydı.
“Öfkeni benden değil, seni bu hale getiren fahişeden çıkart!” diyerek adamın gözlerinin içine bakarak tebessüm etti. Ateş’in damarına basmak gün geçtikçe hoşuna gitmeye başlamıştı. Hem böylece ondan intikamını da alıyordu.
Ateş’in çenesi kilitlendi. Gece damarına basmaktan, üstüne gelmekten hiç ama hiç vazgeçmiyordu. Ellerini meşgul eden direksiyon olmasa çoktan yumruğunu bir yere geçirmiş olurdu. Gece farkında olmadan bam teline dokunmuştu. Yanındaki kızıl şeytandan bir kez daha, iliklerine kadar nefret ettiğini hissetti. Asıl nefret ettiği annesiydi belki, ama annesini kendisine hatırlatan Gece geçmişi anbean yeniden yaşamasına neden oluyordu.
“Benimle uğraşma kızıl…” diye mırıldandı dudaklarını hafifçe kıpırdatarak… “Buna pişman olursun!”
Sesi beklediğinden daha ürkütücü çıkmış fakat yanında sırıtan kadına hiç etki etmemişti.
Gece halinden memnun kollarını göğsünde birleştirerek iyice arkasına yaslandı ve başını yana eğerek adamın sert profilini inceledi.
“Senden ve şerefsiz patronundan kurtulmayı mutlaka başaracağım, göreceksin! Sizin gibi bir dişi görünce ağzının suyu akan ayılara yem olmayacağım.”
Ateş istemsizce sırıtmaya başladı. Gülüşü o kadar alaycıydı ki bu defa dişlerini sıkan Gece olmuştu.
“Öyle mi?” dedi keyifle… “Sana benden küçük bir söz kızıl… Gece, Kara’dan asla kaçamaz!”
“Vay, demek felsefe yapıyoruz oturan boğa! Sende şunu unutma ki, Ateş’te Su’dan asla kaçamaz… Sönmeye mahkûmdur.”
“Tıpkı suyun buhar olduğu gibi değil mi?”
Gece diyecek bir şey bulamayınca tebessüm etmekle yetindi ve ardından ekledi.
“Göreceğiz bakalım… Kim kimi yakacak, kim kimi yok edecek?”
“Göreceğiz kızıl göreceğiz, hem de çok yakın bir gelecekte…”
Ateş ve Gece birbirlerini alt etmeye çalışırken, Tuğrul’da gözüne kestirdiği kulübenin önüne aracını park etmişti. Olay yerinden ayrılırken peşine takılan arkadaşı merakla araçtan inerek gözlerini bir kulübeye, bir arkadaşına çevirdi. Sesindeki merakı gizleme gereği duymadan Tuğrul’a yaklaştı.
“Yine nasıl bir olayın içine daldın Tuğrul? Burası da neresi?”
Genç komiser arkadaşının sorusunu es geçerek adımlarını kulübeye yönlendirdi. Üstü başı perişan halinde arabasının önüne atlayan kadın saatlerdir aklından çıkmıyordu. Yanındaki adamın tehlikeli doğasını yüzünü ilk gördüğü anda iliklerine kadar hissetmişti. Mesleğine başladığı günden beri arkadaşları her zaman çok fazla şüpheci olduğunu söylerdi. Etrafında olup bitenlerden şüphelenmek, tanıştığı herkesi şüpheyle süzmek artık karakterinin bir parçası haline gelmişti. Altıncı hissinin daima kuvvetli olduğunu düşünüyordu. Ne zaman bir tehlikenin ortasında kalsa gözlemlerinden önce duyuları harekete geçerdi. Ve o adamla karşılaştığı anda tüm duyuları tehlike sinyallerini göndermeye başlamıştı. Kızıl saçlı kadını gerisinde bırakmak istememesine rağmen verdiği cevaplardan dolayı geri adım atmak zorunda kalmıştı. Daha arabasına bindiği anda geri dönüp kontrol etmeyi düşünmüş ve işini bitirir bitirmez soluğu gözüne kestirdiği terkedilmiş arazide almıştı.
Kulübenin kapısına temkinli adımlarla yaklaşıp etrafını kolaçan etti. Pencerelere yanaşarak içeriyi kontrol etti ve cevap alamayacağını bildiği halde tahta kapıyı tıklattı. İkinci vuruşunda kapı gıcırtıyla yarı yarıya açıldı.
“Sen ne halt ediyorsun Tuğrul?” diyen Engin arkadaşının dibine kadar girdi. “Yine neyden şüpheleniyorsun Allah aşkına?”
Tuğrul açık kapıdan usulca içeriye girerken arkadaşına bakmadan, “Bir kaçırılma vakasından…” diye cevap verdi. “Şimdi birazcık susta işimizi yapalım.” Diye asabice ekledi.
İçeriye girdiği anda soluduğu havayla birlikte kaşları çatıldı ve yüzü derin düşüncelere daldığı anlardaki şeklini aldı. Duyuları bir kez daha tehlikeyi hissetmişçesine harekete geçmişti. Kadının görüntüsü yeniden zihninde canlandı. Adamın beline sarılmasıyla gözlerinde peyda olan korku, sorularına verdiği kaçamak cevaplar ve çaresiz bakışları… Üstünde günlerdir giyilmekten harap olmuş elbisesi ve bitkin yüz ifadesi… Birçok terslik vardı. Hiçte geziye çıkıp yolunu kaybetmiş bir çifte benzemiyordu ikili… Gözleri her bir noktayı dikkatle tarayarak mutfağı ve küçük salonu gezdi.
Kendisini dikkatle takip eden Engin’e dönerek alayla sırıttı. “Terkedilmiş bir kulübede fişi takılı buzdolabı?”
Engin buzdolabının kapağını açarak “İçi boş ama…” diye mırıldandı. “Belki de arada sırada uğrayanlar vardır.”
“Uğrayanlar olduğu kesin…” diye alayla söylenen Tuğrul mutfaktan çıkarak küçük odaya yöneldi. Küçük sedir yatağa hızla yaklaştı. Eline aldığı yastığı burnuna tutarak gözlerini kapattı. Nefesiyle birlikte içine çektiği koku kızıl saçlı kadının hafızasında canlanmasına neden olmuştu. Herhangi bir işaret, bir iz bulma umuduyla derli toplu yatağı dağıttı. Yere fırlattığı örtünün ucundaki kırmızılığın gözüne takılmasıyla bir küfür savurarak sediri çekti. Aklına gelen ilk şey tecavüz girişimi olmuştu. Beyni hızla, art arda çalışıyordu. Tecavüz girişimini aklından hızla eledi. Kan lekeleri çarşafın yatakla duvar arasında aşağı sarkıtılan ucundaydı. Sediri tamamen çektiğinde yerdeki kan izleriyle adımları durdu.
“Engin buraya gel!” diye seslendi içeriye…
Biliyordu, bu işin içinde ters giden bir şeyler olduğundan emindi. Hislerinde hiçbir zaman yanılmamıştı. Lanet olsun ki göz göre göre bir suçlunun elinden kaçmasına izin vermişti. Adamın kadına yapabilecekleri gözünün önünde canlandıkça ettiği küfürler kendine dönmüştü. Lanet olsundu… Meslek hayatı boyunca ilk kez böyle bir hata yapmıştı. Hislerine güvenip adamı tutuklayamaması, bir kuş gibi ellerinden kaçmasına vesile olmuştu. Yanına gelen Engin kan lekesinden örnek alırken asabice mırıldandı.
“Yemin ederim belayı üstüne çekiniyorsun. Senin bir yerine bela mıknatısı falan mı takılı?”
“Örneğin bir an önce incelenmesini sağla Engin… Eğer şansımız varsa en azından kimin kaçırıldığını ya da kimin kaçırdığını öğrenebiliriz. Kahretsin gitmelerine izin vermeliydim.”
Sinirle saçlarını karıştırdı. “Olay yerine yetişmek zorunda olduğum için gitmelerine müsaade ettim. Adam gibi sorgulama şansım olsaydı. Şuan kimin peşinde olmamız gerektiğini öğrenebilirdim.”
Sehpaya bir tekme attı. Tekmesiyle birlikte yerinden oynayan sehpaya yöneldi ve çekmelerini kontrol etti. Boş çekmecelere bir küfür daha savurdu. Geç kalmıştı. Kahretsin ki çok geç kalmıştı.
Yerdeki kanlı çatal adeta adama göz kırpıyordu fakat Tuğrul kendisine olan öfkesine öylesine odaklanmıştı ki, ettiği küfürler eşliğinde kendini kulübeden dışarıya attı. Araca ulaştığında bağırarak arkadaşına seslendi.
“Hadi lanet olası bir an önce işe koyulalım. Uçan zaten uçmuş.”
Arabayı çalıştırdığı gibi kulübeden ve ipuçlarından uzaklaştı. Gece akıllılık edip iyi bir ipucu bırakmıştı. Hem Ateş’in, hem Gece’nin parmak izlerini taşıyan çatal sedirin kenarında kanlı bir şekilde duruyordu.
***
Gece saatler geçtikçe sıkılmaya başlamıştı. Kaç saattir minicik aracın içinde sıkışıp kalmışlardı. Yol bitmek bilmiyordu. Cama yaslanmasıyla kapıya çarpan kolu sızladı. Bıraktığı kanıtlar aklına gelince kalbi kuş gibi çırpınmaya, midesi kasılmaya başladı. Acaba o polis oraya geri dönmüş ve kanıtları bulmuş muydu? Dua etmekten başka şansı yoktu. Tek temennisi geride bıraktığı izlerin o adamın yatağına girmeden bulunması ve kurtulmasıydı. O koca göbekli, mide bulandırıcı adamın yatağını süslemektense ölmeyi tercih ederdi. Ya ölecekti ya da bu cehennemden kurtulacaktı. Başka hiçbir seçeneği yoktu.
“Daha ne kadar gideceğiz? Ayrıca nereye gidiyoruz?” dedi sinirle…
Yolculuğun ilk dakikalarına nazaran devamında gelen sükûnet azda olsa Ateş’in sinirlerini yatıştırmıştı.
“Ne oldu, acıktın mı?”
Gece’nin öfkeyle parlayan gözleri bir hışımla yanındaki adama döndü. “Benimle alay mı ediyorsun Allah aşkına? Kaç gündür boğazımdan geçen bir lokma ekmekle midem kedininki kadar kaldı. O kadar ki aç mıyım, tok muyum hissetmiyorum bile!”
Ateş sıkıntıyla homurdandı. “Bunun kabahatini bana yükleyemezsin kızıl kafa! Kendim yemedim, sana tepsi hazırladım. Yememeyi sen tercih ettin. Kendi düşen ağlamaz.”
“O adamın aldığı ekmeyi bile yemek istemiyorum.”
Ateş bir an ters cevap verecekken sustu. Gece’yi çözmek tıpkı ismi gibi oldukça zordu. Yanında oturan gerçekten masum bir kız olsaydı verdiği tepkinin mantıklı olduğunu kabul edebilirdi. Fakat yanındaki tıpkı annesi gibi kolay yoldan geçinmeyi tercih eden bar gülünden başka bir şey değildi. Ne kadar inatla cevap veriyor olsa da açlıktan öleceğinden emindi. Bir yerde durmayı düşündüğü anda kadının perişan kıyafeti dikkatini çekti.
“Peki, o zaman şöyle yapalım küçük hanım… Önce sana düzgün bir kıyafet alalım, ardından bir yerlerde yemek yiyelim. Merak etme benim paramla yiyeceğiz.”
Gece homurdandı. “Senin paranı ödeyende o adam değil mi?”
“Paramı ödeyen o olabilir.” Dedi asıl gerçekleri kendine saklayarak… “Fakat küçük hanım o parayı bana yattığım için ödemiyor.”
“Doğru… Benim bekçiliğimi yapıyordun değil mi?”
Ateş direksiyona bir yumruk attı. “Bir kez olsun ılımlı olmayı deneyemez misin lanet olası? Sabrımı defalarca sınamana rağmen yine huyuna gitmeye çalışıyorum ama sen inatla benim sabrımı sınamakta ısrar ediyorsun. Beni delirtmekten vazgeç kızıl yoksa çok fena olacak!”
Gece bir an sustu ve mantıklı düşünmeye çabaladı. Ateş kendi elleriyle kaçması için bir fırsat sunuyordu. Hem açlığı son raddeye ulaşmıştı.
Mahcubiyetle tebessüm etti. “Haklısın, özür dilerim. Gerçekten çok acıktım.”
Ateş, Gece’nin değişen tavrını merakla incelerken, o çoktan kafasında kaçış planları yapmaya başlamıştı. Bu kez… Bu kez kesinlikle özgürlüğüne kavuşacaktı.