Sabah, babasını ve annesini yolcu ettikten sonra Türker'in yanına gitti. İlk defa cesaretini toplayıp gözlerinin içine bakarak, “Bugün gitmek istediğini biliyorum ama akşam benimle yemek yer misin?” dedi. “Bir tür veda yemeği. Annemin yine nöbeti var. Arkadaşının yerine nöbete kalıyor.”
Türker, onun bu isteğine şaşırdı. Kısa bir an düşündü. Şüpheyle genç kıza baktı, “Emin misin?” dedi.
“Hiç olmadığım kadar. Bugün son günümüz öyle değil mi?”
Başak'ın son gün demesiyle Türker'in içinde bir yer sızladı. O da biliyordu bir daha görüşemeyeceklerini. Onu özleyeceğini adı gibi biliyordu. Bu kadar kısa sürede ona bu denli alışabildiğine inanamıyordu. Dahası bir buçuk ay sonra Avustralya'daki adamla evleneceğini düşünmek, psikolojisini alt üst ediyordu. “Tamam. Yemek teklifini kabul ediyorum,” dedi. Genç kız, gülümsedi. “O zaman akşam sekizde seni bekliyor olacağım.”
Türker'in meraklı bakışları altında, diğer odaya girip elinde poşetle geri çıktı. Genç adamın içinde garip bir şeyler olduğuna dair bir his oluşsa da önemsemedi. Onunla bir gün daha geçirecekti ya, gerisi mühim değildi. Hem halası nasıl olsa ertesi sabah dönecekti.
Akşamüzeri duşunu alan Başak, en güzel elbisesini giydi. Boyu omuzlarında olan saçlarını açıp göz kalemini ve maskarasını sürdü. Biraz da allıkla yanaklarını renklendirdiğinde hazırdı. Salona gidip hazırladığı masada eksik olup olmadığına baktı. Bu akşam her şey kusursuz olmalıydı. Abinin Türkiye'ye geldiğinde eve sakladığı özel yapım olan şarap şişelerinden birini, Türker'i yemeğe davet etmek için gittiğinde almıştı. Buzdolabını açıp yeteri kadar soğuk olup olmadığını kontrol etti. Ardından, annesinin vitrine koyduğu kristal takımın arasından iki tane kadeh aldı. O an aklına abiinin şarap içerken beyaz peynir yediği geldi. Koşarak buzdolabına gidip aldığı peyniri dilimledi. Tabağı masaya yerleştirdiği sırada kapının tıklatıldığını duydu. Vestiyerin aynasında son kez kendine bakarken unuttuğu topuklu ayakkabılarını giydi. Şimdi tam anlamıyla hazırdı. Derin derin nefes aldı, gülümseyerek kapıyı açtı. Türker tam karşısında duruyordu. “Hoş geldin.”
Genç adam, evin kapısına gelene dek gergin olsa da bu gerginlik Başak'ın görüntüsüyle değişti. Kararında yapılan hafif makyajı, saçları, üzerindeki düşük kollu bordo renk elbiseyle sade ve oldukça şık görünüyordu. Küçücük bir değişiklikle adeta bambaşka bir kıza dönüşmüştü. Yalnız olup olmadıklarından emin olmak için tedirgince içeriye bakarken Başak, “Bizden başka kimse yok,” dedi. Tabii olmayacaktı. Olsaydı, ona böylesi güzel bakıp içeriye davet edemezdi, öyle değil mi? Gelirken bahçeden kopardığı gülü, arkasında sakladığını hatırlayarak Başak'a uzattı. “Daha önce hiç çiçek almadığını söylemiştin.”
Türker'in küçük jestiyle mutlu olan genç kız, teşekkür edip misafiri içeriye girebilsin diye yana çekildi. Birlikte salona girdiklerinde hemen gülü vazoya yerleştirdi. O, çiçeğin olduğu vazoyu yemek yiyecekleri masaya koyarken ayakta etrafı inceleyen genç adam, iki koltuğun arasındaki sehpaya odaklanmıştı. Daha doğrusu, sehpanın üzerinde duran fotoğrafa yoğunlaşmıştı. Nişan günü çekilen fotoğrafta Başak, nişanlısı ve ailesi vardı. Boynuna takılan kurdeleye tutuşturulan çeyrekler, dirseğine kadar olan bileziklerle mutsuz bir gelin adayı, Türker'in gözlerine bakıyordu. Daha yakından görmek için çatık kaşlarıyla fotoğrafın çerçevesini eline aldı. Baktıkça daha çok sinirlendi, daha çok öfkelendi. O kadar ki çerçeveyi tutan parmaklarının titrediğini, Başak'ın sesiyle fark etti.
“Mutsuz günlerinde,” dedi dalga geçerek. “Hani hep mutlu günlerinde derler ya, benimkisi tam tersi.”
Türker, yere atıp üzerine basmak istediği fotoğrafı, dişlerini sıkarak aldığı yere bıraktı. Normal görünmeye çalışsa da gözleri sürekli sehpanın üzerine kayarken bu çok zordu. Onun baktığı yeri gören genç kız, sehpanın yanına gidip fotoğrafı ters çevirdi. Nasıl olmuşta, onu ortadan kaldırmayı unutmuştu. En azından sabah annesi gelinceye kadar televizyon ünitesinin çekmecesine koyabilirdi. Ortamdaki havanın gerildiği, genç adamın asık suratından belli oluyordu. Tebessüm ederek ortamı yumuşatmak için, “Şarap sever misin?” diye sordu. Türker, konuşmaktansa olumlu anlamda başını salladı.
Genç kız, buzdolabındaki şarap şişesini alıp yemek masasına yerleşen Türker'e uzattı. “O zaman sen içeceklerimizi bardaklara doldur, ben de yemekleri getireyim,” dedi ve içkiyi aldığı kolide bulduğu tirbuşonu gösterdi. “Bunun nasıl kullanıldığını bilmiyorum.”
Başak makarnaları servis tabaklarına koyarken Türker şarapları doldurmuştu bile. Hatta boş boş oturmaktansa yardımcı olmak için genç kızın yanına mutfağa gitti. İkisi de konuşmuyordu. Genç adam, onun mutfakta dolanmasını izlerken bir an için evli olduklarını hayal etti. İkisinin aynı evde yaşadığı bir hayat nasıl olurdu acaba diye düşünmeden edemiyordu. Onun bakışlarıyla Başak'ın her zamanki gibi eli ayağına dolandı. Heyecandan elindeki dolu tabakları az daha yere düşüyordu. Tabii genç adamın müthiş refleksi olmasaydı. Türker son anda yakaladığı tabağı, diğeriyle birlikte yemek masasına taşırken kendi kendine söylendi. “Kötü olmayacağından eminim.”
Arkasından, elindeki cips tabağıyla gelen Başak, “Anlamadım,” dedi. Bir yandan da sakarlıkları yüzünden, karşısındaki adamın beceriksiz olduğunu düşünmesinden çekiniyordu. Çünkü o mutfakta yanındayken sürahiyi devirmiş, iki tane bardağı kırmıştı.
Yüzünü peşinden gelen kıza dönen genç adam gülümsedi. “Yok, bir şey.”
Masadaki her şey hazırdı. Alkol kullanmaya alışık olmayan Başak, şarapla ne yenileceğini bilmediği için gündüz marketten aldığı çerezleri ve yaptığı salatayı, o gelmeden önce masaya koymuştu zaten. Tam karşılıklı oturduklarında aklına gelen şeyle hızla ayağa kalktı. “Müziği unuttum. Ne dinlemeyi seversin?”
Türker, düşünmeden karşısındaki kızın gözlerinin içine bakarak cevap verdi. “Seni.”
Başak utanarak yerine oturdu. “Biraz abartmıyor musun?”
Türker; onun bu çekimser, mahcup hallerinden hem çok etkileniyor hem de çok hoşuna gidiyordu. “Abartmıyorum,” dedi. “Senden önce hiçbir sesle mest olmadığımı düşününce gayet ciddiyim. Son günümüz hatırına benim için bir şarkı söyler misin?”
Genç adam, konuştukça Başak daha çok yerin dibine girdiğini hissetti. Onun karşısında heyecanlandığı yetmezmiş gibi birde aldığı iltifatla kıpkırmızı kesilmişti. Yemeklere bakarken sesi mahcubiyetten titreyerek, “Önce karnımızı doyuralım sonra düşünürüz,” dedi. Türker, onun olumlu olduğunu düşündüğü cevabıyla önünde duran kadehi kaldırdı. “Son günümüz şerefine!”
Genç adamın bir kere daha son günleri olduğunu hatırlatmasıyla Başak, parçalara bölündüğünü hissetti. Sanki sahip olduğu her şeyini kaybediyordu. Kırılan kalbiyle kadehini alıp havaya kaldırdı. “Son günümüz şerefine!” Aynı cümleyi tekrarlayıp şaraptan bir yudum aldı. Tadı tahmin ettiği kadar kötü olmasa da hiç hoş değildi. Onun yüzünü buruşturduğunu gören Türker, “Sen şarap sevmiyorsun galiba,” dedi. Başak bozuntuya vermeden tebessüm etti. “Uzun zamandır içmiyordum da..”
Genç adam, ona gözlerini kısarak baktı. “Daha önce içtiğinden emin misin?”
“Tabi tabi biz abimle sık sık içerdik.”
Türker, ona inanmasa bile inanıyormuş gibi yaptı. Fakat yarım saat sonra birinci kadehler bittiğinde Başak'ın kıkırdamaya başlamasıyla aslında alkole alışık olmadığı gün yüzüne çıktı. Genç adam ikinci kadehleri doldururken sordu, “Sanırım şarap seni çarpıyor. Daha önce hiç sarhoş olmuş muydun?”
Başak'ın gülümsemesi daha da genişledi. “Yoook. Hiç sarhoş olmadım çünkü daha önce hiç içki içmedim.” Yaptığı itiraftan sonra elleriyle ağzını kapatıp masada duran şarap şişesine baktı. “Galiba bu içkinin gerçekleri söyletme özelliği var.”
Türker, onun mayışmış haline gülmeye başladı. O kadar tatlı ve sıra dışı görünüyordu ki. Gülmesine karşılık, Başak'ın suratını astığını gördüğünde, “Şarkı söyleyecektin,” dedi. Genç kız, tekrar gülümsedi. “Söylerim ama bir şartla. Önce sen bana söyleyeceksin.”
Türker, itiraz etti. “Ama benim sesim çok kötüdür. Senin gibi yetenekli değilim.”
“Dinlemeden bilemeyiz öyle değil mi? Son günümüzün hatırı için. Lütfen!”
Başak'ın isteğiyle genç adam sustu. “SON GÜN” bu iki kelime artık birbirlerine karşı kullandıkları bir tür silah haline gelmişti. Yaralanıyorlardı, yaralıyorlardı ama farkında değillerdi. Genç kızın kurduğu cümleler Türker'in yine canını acıttı. Onun olmadığı eski hayatına dönmek, kalbinde koca bir boşluk açıyordu. Oldum olası kendi sesini beğenmese de Başak'ı son kez dinlemek için gerekirse berbat sesiyle bir şarkı söyleyebilirdi. Genzini temizleyip aklına gelen ilk şarkının sözlerini mırıldanmaya başladı.
Ne geceler ne gündüzler gördüm, En vazgeçilmez yeminlerden döndüm.
Görmedim senin gibi sevmedim hiç kimseyi, Yapayalnızım şimdi, unuttum gülmeyi.
Sen, vaktinden çok sonra gelen, sevdalı bir yağmur gibisin. Çisil çisil gözlerimden.
Sen, çıldırmış şairlerin, titreyen mısralarında, bahsettiği o perisin...
Başak'ın şarkıyı dinlerken gözleri doldu. Türker'in sesi, tahmin ettiğinden daha güzeldi. Öyle ki şarkıyı sadece seslendirmekle kalmıyor, hem yaşıyor hem de yaşatıyordu. Şarkı bittiğinde hayranlıkla alkışladı. “Sen bu sese kötü mü demiştin.”
Türker, ilk kez utanıyor gibi oldu ama istediğini elde etmek için sesine yapılan övgüyü duymazdan gelip, “Sıra sende,” dedi. Başak kısa bir an düşündü ve gün içinde dinlediği şarkının en sevdiği kısmını söylemeye başladı.
Gelse bile son günüm, koluna alsa ölüm.
Gözlerimin önünde seninle geçen günüm.
Senden sonra kalbimi sevgilere kapattım.
Ben seninle o günü bin yıl gibi yaşadım.
Son arzun nedir diye, gelip de bana sorsalar.
Gözlerime bakıp da, her şeyi anlasalar.
Türker, şarkı süresince Başak'ı neredeyse nefes almadan hayranlıkla dinledi. Onun karşısında saatlerce otursa ne bakmaya ne de dinlemeye doyabilirdi. Artık emindi. Şimdi düşündükleri yüzünden hüzünlenme sırası genç adamdaydı. Onun başkasıyla evlenme düşüncesi, ona bir başkasının dokunacak olması, delirmesine sebep olacaktı. Özellikle annesinin düşmanca tavırlarıyla bir başına kalacak olması boğazına bir yumru gibi oturuyordu. Başak ikinci kadehin yarısına gelmeden Türker üçüncü kadehi de bitirmişti. İçtikleri şarap rastgele bir içecek değildi. Özel üretim olduğu ve kalitesi hissettirdiklerinden belliydi. Genç adam suspus oldukları anda, Başak'ın dans etmeyi bilmediğini söylediğini hatırladı. “Benimle dans eder misin?” diye sordu. Başak şaşırdı. Daha önce hiç dans etmemişti. Nişanı bile aile arasında olduğu için öyle müzikli bir ortamda olmamıştı. Tatlılar yenip yüzüklerin takıldığı cenaze havasında geçen bir nişan töreni yaşamıştı. “Ama ben dans etmeyi bilmem ki!”
Türker, ayağa kalkıp televizyonu açtı. Müzik kanallarından dans edebilecekleri, slow bir parça buldu. Sonra Başak'ın yanına dönerek elini uzattı. “Bu dansı bana lütfedecek misin?”
Genç kızın heyecandan kalp ritmi değişti. Dahası inanamıyordu! İlk dansını, âşık olduğunu anlamakta geciktiği adamla yapacaktı. Şarabın verdiği cesaretle Türker'in gözlerinin içine bakarak elini onun avucunun ortasına koyup ayağa kalktı. Şimdi ne yapacaktı, bilmiyordu. Heyecanı ve mutluluğu birbirine karıştığından bocaladı. Elini omzuna mı beline mi koyacaktı, hatırlamıyordu. Onun şaşkınlığını gören genç adam, Başak'ın ellerini tutup omzuna yerleştirdi. Sonra ellerini genç kızın beline yerleştirdi. “Rahatsız oluyor musun?” diye sormayı da ihmal etmedi. Başak ses vermeden başını iki yana salladığında belini esneterek müziğin ritmine göre hareket etmeye başladı. “Bak işte böyle. Sadece belini sağa sola doğru esneterek hareket edeceksin. Adımlarımı takip et.”
Genç kızın Türker'e uyum sağlaması çok zor olmadı. Bir de bedenleri hareket ettikçe genç adamın teninin kokusu böylesi yayılmasa, sıcaklığını hissetmeseydi belki daha da kolay olacaktı.
Şarkı bitip başka bir şarkı başladığında Başak gözlerini kapattı. Sanki onunla dans etmiyor, bulutların üzerinde parmaklarının ucunda uçar gibi yürüyordu. Bu öyle tuhaf bir duyguydu ki ilk defa kendini, bu kadar özgür ve mutlu hissediyordu. İnsan mutluluk sarhoşu olup sevdiği adamın varlığında kaybolur muydu? Bu mümkün müydü? Kendini kaybetti. Bulundukları yer, zaman, şartlar anlamını yitirdi. Saniyeler sonra kolları Türker'in boynuna dolanmış, başı göğsüne yaslanmıştı.
Onun cesurca yaklaşımına, genç adamın aynı şekilde karşılık vermesi uzun sürmedi. Başak'ın buram buram saflık ve temizlik kokan saçlarına burnunu dayayarak kollarını beline doladı. Daha önce bir kadınla dans etmek, onu hiç böyle etkilememişti. O an zaman dursun istedi. Sonsuza dek onunla kalmak istedi.
Genç adam, hissettikleri ve düşünceleriyle alt üst olduğunda, Başak'ın ağladığını fark etti. Endişelenerek genç kızın yüzünü avucunun içine alıp kendine bakmasını sağladı. Onun kapalı kirpiklerinin arasından, art arda akan yaşları gördüğünde hafif geri çekilerek, “İyi misin?” dedi. Başak'ın ağlaması daha da şiddetlendi. Sarhoş olmamıştı ama tek kadehle çakır keyifti. Bastırdıkları gün yüzüne çıktığından duygularını daha yoğun yaşıyordu. Gözlerini açmadan, “Değilim,” dedi. Sonra kan çanağına dönen gözlerini aralayıp ona ilgiyle izleyen adamın kahverengi gözlerine baktı. “Çünkü sen gidiyorsun.”
Türker, onun bu haline sadece üzülmedi. Aynı zamanda mutlu oldu. Demek yanılmamıştı. Başak'ta ona âşık olmuştu. Duyguları karşılıksız değildi. İçindeki aşkla Başak'ın narin bedenine sıkıca sarıldı. “Madem bu kadar üzülüyorsun, o zaman benimle gel,” dedi. Genç kız, bir kere daha şaşırdı. Bu teklifi birkaç gün önce de duymuştu fakat bu sefer farklıydı. Aralarında tanımlayamadığı bambaşka bir şey vardı. Hissediyordu. “Ama...” demişti ki Türker, onun cümlesini tamamlamasına fırsat vermeden tekrar gözlerine baktı. “Evlen benimle.”