Bir an için annesinin geldiğin sanan Başak paniğe kapılırken içeriye Yelda girdi. Genç kız, arkadaşının gelişiyle rahat bir nefes aldı. Ancak Türker, onun ne kadar tedirgin olduğunu sararan renginden anlayabiliyordu. Çok korkmuştu. Üstelik kendisi yüzünden. O an, bulunduğu evde kalmanın doğru olup olmadığından emin olamazken Yelda yanlarına gelerek kendisini tanıttı. “Merhaba ben Yelda. Kendinize gelmenize sevindim.”
Arkadaşı kendini tanıtırken Başak araya girdi. “Yelda, kafana dikiş atan arkadaşım.”
Türker, ilk kez gördüğü kıza yerinde yükselip, gülümseyerek elini uzattı. “Siz saçlarımı kesen kişisiniz yani. Ben de Türker. Yaptıklarınız için çok teşekkür ederim.”
Yelda’da tıpkı karşısındaki adam gibi tebessüm etti. “Aslında mesleğim hemşirelik ama böyle durumlarda yeteneğimiz olmasa bile berberlik yapmak zorunda kalabiliyoruz.”
İkisinin konuşmasını dinleyen Başak, bir an için kendini dışlanmış gibi hissetti. Sahiplenici duygularının abartı olduğunun bilincinde olmadan Yelda’ya, “Seni beklemiyordum,” dedi. “Annen arayıp, çağırınca geri geleceğini düşünmemiştim.”
Yelda, Başak’ın annesinin geldiğini sanıp korktuğundan emindi. Ama onun; yaralının uyandığını yazdığı mesajından sonra evde duramamıştı. Adam, vaktinde Başak’ı kumar masasından kurtarsa da o, arkadaşı kadar kolay güvenemezdi insanlara. Ya onun saf, iyi niyetli arkadaşına zarar verirse. Tabii düşüncelerini açık açık söyleyemezdi. “Annemler, komşuya kahve içmeye geçince fırsattan istifade beş dakika uğramak istedim,” dedi.
Yelda, onlarla on dakika kadar kaldı. Bu süre içerisinde Türker, nasıl yaralandığını anlattı fakat kendisiyle ilgili pek bilgi vermedi. Daha çok bacağındaki ağrıdan, ona ezbere verdikleri ilaçların olumsuz sonuç doğurabileceğinden genç adamın mutlaka bir doktora görünmesi gerektiğinden konuştular.
Başak, arkadaşını yolcu etmek için dışarıya çıktığında, “Ailesiyle sorunları olduğunu duydun,” dedi. “Bir süre daha burada kalacak.”
Yelda, onun sözlerine karşılık derin derin nefes alarak gözlerini yumdu. Tekrar açtığında öfkesi gözünden okunuyordu. “Sen delirdin mi Başak! Elin tanımadığın adamını, ne diye saklayacaksın! Annen bir duyarsa sana neler yapabileceğini düşünmek istemiyorum. Seni Nihal teyzenin gazabından kimse kurtaramaz. İyileşti işte. İn mi cin mi belli değil. Gönder gitsin işte!”
Genç kız, arkadaşının haklı olduğunu biliyordu ama yapamazdı. Türker’e borçluydu. Hem o kötü birisi değildi, biliyordu. “Hayır!” dedi. “Saklayabildiğim kadar saklayacağım. Ne olacağı inan umurumda değil.”
“Başak lütfen! Bak kendini ateşe atıyorsun. Değer mi?”
Başak hiç düşünmeden cevap verdi. “Evet”
Bu cevaptan sonra Yelda için söyleyecek bir söz kalmamıştı. Çünkü ilk kez onu bu kadar kararlı, cesaretli görüyordu. Ve bu cesaretin tek sebebi, bir adama olan borcu ödeme meselesi değildi artık onu da anlıyordu. Başak Türker’den etkilenmişti. Bunu ışıl ışıl parlayan gözlerinde görmüştü. Sadece emin olamamıştı. Bu işin sonu çok kötü bitecekti. Arkadaşının kaderi bir yıl önce belli olmuştu. Âşık olması, hayatının daha büyük bir çıkmaza girmesi demekti. Sadece acı çeker, ruhu alev alev yanardı ama iş işten geçmişti. Aşk gönle düşünce mantık otomatikman devre dışı kalıyordu, kendinden biliyordu. “Ona kendini kaptırırsan, hayatın daha büyük bir çıkmaza sürüklenir, biliyorsun değil mi?” dedi. “Bunu sana hatırlatmak istemezdim ama seni çok seviyorum. Uzaklarda seni bekleyen birisi olduğunu unutma. “
Yelda’nın hatırlattıklarıyla Başak’ın gözleri doldu. Unutması mümkün değildi ki. Ama kendini çabuk topladı. “Merak etme, sadece yardım ediyorum. Yanlış anlamışsın, kimseye kapıldığım falan yok benim.”
Yelda, söyledikleri nedeniyle arkadaşının yüzünün nasıl solduğunu gördü. Yine de pişman değildi. Bazen arkadaşlık bunu gerektiriyordu. Silkelemek gerekiyorsa onun iyiliği için bunu yapardı.
Tekrar Türker’in yanına giden Başak’ın morali bozuktu. Kâbuslarının, unutmak istediklerinin suratına çarpılması canını acıtıyordu. Ancak arkadaşının hangi niyetle konuştuğunu bildiğinden ona da kızamıyordu. Kızlar onun dert ortağı, sırdaşıydı. Daha fazla üzülmesini istemediklerini biliyordu.
Genç adam, onun düşünceli haline bakarak, “Galiba Yelda benim burada olmamdan huzursuzluk duyuyor,” dedi.
“Yelda’nın anaç bir ruhu vardır. Biraz korumacıdır. Seni tanımadığı için biraz tedirgin, o kadar.”
Başak’ın sözleriyle, Türker sustu. Eğer Yelda’nın yerinde olsaydı, kendisi de aynı şeyi düşünürdü. Hatta düşünmekle kalmaz, sevdiği birisine zarar gelmemesi için risk olarak gördüğü kişiyi kolundan tutarak kendi elleriyle dışarıya atardı. Bu nedenle aldığı cevaba şaşırmadı. Çok yakın arkadaş olsalar bile anlaşılan bu iki kız birbirinden farklıydı. Suspus olmuş Başak’a bakarak, “Sen ne düşünüyorsun?” diye sordu. “Yani tedirgin olmuyor musun? Ailenin beni bulması bir yana, sana zarar verebileceğim hiç aklına gelmiyor mu?”
“Hayır. Sana komik gelebilir ama ben sadece kalbimin sesini dinliyorum. O bana, senin kötü birisi olmadığını söylüyor.”
Türker düşündü. Kötü birisi miydi? Kimisine göre vicdansız, katı, soğukkanlıydı. Fakat genç bir kıza zarar verebilecek kadar hiçbir zaman ileri gitmemişti. Gidemezdi. İyiliğe kötülükle karşılık vermek, fıtratında yoktu. Tabii, bazen insanın farkında olmadan kötülük yapabileceğini, yakın bir gelecekte küle dönerek öğreneceğinden habersizdi. Başak’ın verdiği cevaptan sonra, “Ama sana ismimi bile hatırlamadığımı söyleyerek yalan söyledim,” dedi. “Yine de bana güveniyor musun?”
Konuyu değiştirmek isteyen Başak, odada bulduğu minderi genç adamın yatağının karşısına koyup üzerine otururken, “Gerçeği itiraf ettiğine göre, sorun yok,” dedi. “Hazır her şeyi hatırladığına göre ne iş yaparsın, kimsin? Sakıncası yoksa bana kendinden bahseder misin?”
“Tekstil işi yapıyorum. Babamla birlikte çalışıyoruz. Annem ziraat mühendisi. Ailenin tek çocuğuyum. Tek olduğum için de daima üzerime çok düşüldü. Her istediğim yapıldı. Bilirsin işte, el bebek gül bebek büyütüldüm.”
Türker, ailesinden bahsederken Başak’ın aklına çocukluğunda yaşadığı, hiç unutamadığı bir anısı geldi. O gün doğum günüydü. Şimdi Avustralya’da olan abisi, ona hediye olarak kırmızı ayakkabılar almıştı. Bugün gibi hatırlıyordu. Tıpkı balerin ayakkabısı gibiydi. Üzerine kiraz motifi işlenmişti. Akşam sofradayken abisi hediyesini verdiğinde annesi çılgına dönmüştü. Başak ayakkabıyı giyemeden annesi elinden aldığı gibi yanan sobanın içine atmıştı. Çünkü kızının doğum günü, aynı zamanda büyük oğlunun ölüm yıl dönümüydü. O gün kutlama yapmak ya da mutlu olmak yasaktı herkese. Geçmişi yaşadığı kısa anda, gözünden akan yaştan habersizdi. Türker onun ağladığını fark ettiğinde, “İyi misin?” dedi. “Seni üzecek bir şey mi söyledim?”
Başak mahcup olup yüzünü gözünü sildi. “Yok, hayır iyiyim ben. Bahar geliyor ya, polenler yüzünden böyle arada gözlerim yanıyor.”
Genç adam, bu bahaneye inanmadı ama inanıyormuş gibi yaptı. “Benim ailemle durumlar malum, son zamanlarda iyi değil. Sıra sende. Sen de ailenden bahsetsene.”
Başak bu konuda konuşmak istemiyordu ama kendini konuşmak zorunda hissetti. “Abimin yurt dışında yaşadığını söylemiştim zaten. Babam tır şoförü. Bazen on gün bazense on beş günde bir gelir. Yurt dışına taşıma yapıyor. Annem, buradaki devlet hastanesinde hemşire. Bende evin tek kızı olduğum için ailem üzerime titrer. Özellikle annem, hâlâ küçük bir kız çocuğuymuşum gibi davranıyor. Sabaha kadar üzerimi açıp açmadığımı kontrol eder, yemek yemediğim zaman aç kalmamam için tepemde dikilir, hasta olsam sabaha kadar başımda bekler.”
Birlikte konuşurken zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar. Hava karardığında Başak telefonunun saatine baktı. “Sana akşam için yiyecek bir şeyler hazırlayıp getireyim. Annem bir saate kadar gelir. Lütfen ışığı açma. Seni bulursa burada kalmana izin vermez.”
Türker, Başak’ın annesiyle sorun yaşamasına sebep olmak istemezdi. “Tamam. Işık yok, söz.”
Genç kız, yemek getirmek için eve giderken telefonunu uzattı. “Belki arayacağın birisi vardır. Ben az sonra gelirim.”
“Teşekkür ederim ama arayacak kimse yok.”
Türker’in telefonu kabul etmemesine sevindi. Çünkü ona bu teklifi yaparken içinden kabul etmemesi için dua etmişti. Çünkü sakıncalı birilerini arayabilirdi.
Annesi işten geldiğinde yorgun ve uykusuz olduğu için yemeğini yiyip erkenden yattı. Başak onun odasına kapanmasının ardından evin arkasında kalan binayı gören pencereye gitti. Söz verdiği gibi ışığı açmamıştı. O an ne yaptığını düşündü. Uyumuş muydu acaba? Eğer arka tarafı aydınlatan ışık olsaydı, beş dakikalığına evden kaçabilirdi. Ama karanlık en büyük fobisiydi.
Saatler ilerlediğinde pijamasını giydi, toplu olan uzun kahverengi saçlarını açıp her gece olduğu gibi ışığı açık bırakarak yatağa girdi. Asla karanlıkta uyuyamazdı. Elektriğin kesilme ihtimaline karşılık, mutlaka el feneri başucunda dururdu. Hatta çoğu zaman el feneri elinde uyurdu. Yine öyle yaptı. Göğsünün üzerinde duran fenere sarılarak tavanı izledi. Gözleri ağır ağır kapanmaya başladığında ise başka bir anısını tıpkı o günmüş gibi yaşadı. Henüz dört beş yaşlarında bir kız çocuğuydu. Komşunun bahçesinden kopardığı çilek yüzünden annesi deliye dönmüştü. Arkasından, “Başak buraya gel!” diyen kadına aldırmadan koşmaya başlamış, fakat uzaklaşamadan annesi onu yeleğinin kapüşonundan yakalamıştı. “Sana başkasına ait bir şeye izinsiz dokunamaman gerektiğini söylemiştim!” Annesinin katı kuralları vardı. Bu kurallara uymamanın da mutlaka bir cezası olurdu. Cezalar aynı hatanın tekrarlanmaması içindi. Ağaç yaşken nasıl eğiliyorsa Başak’ta çocukken her hatanın bir bedeli olduğunu öğrenmeliydi. Annesinin kollarında ağlayarak çırpındı. Defalarca özür diledi ama sesini duyuramadı. O zamanlar yaşadıkları evin bodrum katında ışığı dışarıdan açılan, küçük boş bir oda vardı. Annesi onu oraya götürüp odanın içine bıraktı. “Sakın ağlama! Sesini duymak istemiyorum.”
Kapının üzerine kilitlenmesinden sonra ışık kapandığında küçücük elleriyle kapıyı yumrukladı. “Anneciğim ne olur aç kapıyı çok korkuyorum! Anneciğim beni bırakma!” Ama annesi merhamet etmezdi. Kızı dakikalarca hıçkırarak ağlasa hatta korkudan altına yapsa o kapı yine de açılmazdı.
Göğsündeki feneri sıkmaktan eklemleri sızlayan Başak, ter içinde irkilerek gözlerini açtığında duvardaki saate baktı. Henüz uyuyalı on beş dakika bile olmamıştı.
Ertesi gün sabah, annesi işe gider gitmez soluğu Türker’in yanında aldı. “Gece uyuyabildin mi?” dedi.
Genç adam gülümsedi. “Bana, içmem için her ne veriyorsanız gerçekten işe yarıyor. Normalde beş saatten fazla uyumam.” Dedi.
“Ağrı kesici, antibiyotik ve rahat uyuman için annemin antidepresanı. Annemin uyku problemi var da.”
Başak, kahvaltılıkların olduğu tepsiyi Türker’in kucağına bıraktıktan sonra kitap okumayı sevip sevmediğini sordu. Sevdiğini öğrendiğinde ise yan odaya koştu. Neyse ki abiinin kitaplarla arası çok iyiydi. Ondan kalan koliyle geri döndüğünde, “Bakalım içinde senin okuyabileceğin bir şey var mı?” dedi. “Aziz Nesin, Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Hüseyin Nihal Atsız…”
Genç kız, kolinin üst sırasındaki şiir kitaplarının yazarlarını okurken Türker, “İlginç! İsmini okuduğun yazarların görüşleri birbirine çok tezat. Bu dört yazarı bir arada bulunduran çok nadirdir,” dedi.
Bu kitapların büyük çoğunluğunu okuyan Başak, onun neyden bahsettiğini anlasa bile söylediğine cevap vermedi. “Abim araştırmayı ve okumayı sever,” diyerek geçiştirme bir cevapla alt sıradaki yazarları okumaya devam etti. “Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Peyami Safa, Kemal Tahir, Memduh Şevket Esendal, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin…”
Başak’ın özellikle Reşat Nuri Güntekin’e ait olan Dudaktan Kalbe isimli kitabında durup incelediğini gören Türker, “Türk klasiklerini severim. Dudaktan Kalbe çok benim tarzım bir kitap olmasa da lise yıllarımda okumuştum,” dedi. “Hatta koliden çıkanların yarısından çoğunu okumuş olabilirim.” Eğer bir erkek bir kitap için benim tarzım değil diyorsa büyük ihtimal romantizm, aşk içeriyordur. O nedenle Başak bu konuda yorum yapmak yerine, diğer kitaplara göz gezdirdi.
Öğle saatleri olduğunda Yelda ile birlikte Gamze ve İpek geldi. Yelda, kızlara Başak’ın Türker’den hoşlandığını söylediği an hepsi arkadaşları için telaşa kapılmıştı. Toplanıp birlikte gelmelerindeki amaç Başak’ın genç adamı göndermesi konusunda ikna etmekti. Ne yazık ki tehlike olarak gördükleri adamla tanışıp yaptıkları sohbet sayesinde ne için geldiklerini bile unuttular. Bir saat sonra evden ayrıldıklarında Yelda; Gamze ve İpek’e ters ters baktı. “Sözde buraya Başak’ı ikna etmeye geldik ama görüyorum ki siz ikna oldunuz.”
Evet, onlar ikna olmuştu. Türker’in eğitim sistemi hakkındaki düşüncelerini ve çözüm yollarının ne olabileceğini İpek’le paylaşması; Gamze’yle de yabancı sermayeli bankalarda çalışmanın zorluklarını, bankacılara verilen yüksek hedeflerin baskısı nedeniyle ortaya çıkan mobbing yani psikolojik tacizi, iş güvencesi olmamasını eleştirip yorumlaması kızları çok etkilemişti. Türker, boş konuşan bir adam değildi. Hemen hemen her konuda bilgisi olan biriydi.
Başak ve Türker bütün gün kitaplardan, güncel konulardan konuştular. Ara ara genç kız eve gidip gündelik işlerini ve akşam yemeğini yaptı. Gün bittiğinde ise ayrıldılar. Annesi Nihal eve geldi.
Ertesi gün annesi işe gittiğinde genç adamın yanına geçen Başak, “Yelda bugün bandajı çıkartabileceğimizi söylemişti,” dedi. Bandajı çıkarttılar fakat saçın kesilen kısmı kötü olmanın dışında, gülünç görünüyordu. Başak gülmeye başladığında Türker gözlerini kıstı. “O kadar mı kötü?”
Genç kız, ciddileşti. “Biraz kötü. Rahatsız olduysan babamın saçını kestiği makine var. İstersen onu getireyim tamamını keselim.”
Türker, çocukluğundan beri aynı erkek kuaförüne giderdi. Yurt dışında okuduğu zamanlar bile bulunduğu ülkede başka bir yere gitmez, tatil için Türkiye’ye dönmeyi beklerdi. Kendi kuaförünün dışında birine, bu konuda hiç güvenmezdi. Ama bulunduğu an için başka alternatifi yoktu. En azından bu halinden daha berbat görünemezdi. “Tamam,” dedi. “Sana güveniyorum.”
On dakika içinde Başak evden getirdiği tıraş makinesiyle geri döndü. Türker’in oturması için sandalyeyi yaklaştırdı. Sonra eğilip tutması için kolunu uzattı. Genç adam, bir uzattığı koluna bir de genç kızın yüzüne baktı. Ağırlığını vermemeye dikkat ederek dirseğinin az üzerine tutundu. Ayağa kalktığında Başak kolunu gayri ihtiyari beline dolayıp sandalyeye oturmasına yardımcı oldu. Ona bu kadar yakın olmak, kendini garip hissettirdi. Kabul etmek istemese de bu kızdan etkileniyordu. Hem yüz olarak hem de kalben çok güzeldi. Annesi ve halasının dışında ilk defa bir kadın, menfaat beklemeksizin onun için bir şey yapıyordu.
“Bacağın çok acıdı mı?”
Duyduğu soruyla daldığı düşüncelerden uzaklaştı. Bacağındaki sızı, iki gün önceye göre azalmıştı. Kalkarken fark etmişti. “Bugün daha iyi.”
Başak, yanında getirdiği havluyu tenine kıl dökülmemesi için boynuna sardı. “Hazırsan başlıyorum,” dedi.
“Hazırım.”
Genç kız, makineyi saçına tam dokunduracakken durdu. Elleri titriyordu. Babasının saçını defalarca kesmişti. Nasıl yapılacağını biliyordu. Fakat şimdi yanlış bir şey yapmaktan çekiniyordu.
Onun tedirgin olduğunu fark eden Türker, rahatlatmak için, “Şarkı söylemeyi sevdiğine göre şiir de seviyor olmalısın,” dedi.
“Evet severim.”
Genç adam, aldığı cevaptan sonra sabah okuyup ezberlediği şiiri okumaya başladı.
Ya zamanından çok erken gelirim/ Dünyaya geldiğim gibi
Ya zamanından çok geç/ Seni bu yaşta sevdiğim gibi…
Mutluluğa hep geç kalırım/ Hep erken giderim mutsuzluğa,
Ya her şey bitmiştir çoktan/ Ya hiçbir şey başlamamış
Öyle bir zamanına geldim ki yaşamın/ Ölüme erken seviye geç
Yine gecikmişim bağışla sevgilim/ Seviye on kala ölüme beş
Şiir bittiğinde, Başak gülümsedi. “Aziz Nesin, Bağışla.”
Bu sefer Türker gülümsedi. “Niyetim gevşemeni sağlamaktı ama görüyorum ki hiçbir işe yaramadı. Artık kesecek misin yoksa böyle akşama kadar bekleyecek miyiz?”
“Kesmek sorun değil ama ya kötü olursa. Farkında mısın bilmem ama şu an saçını üç numaraya vuruyoruz.”
Genç adam, saçını en son ortaokuldayken o kadar kısa kestirmişti. Dalgalı kumral saçlarını şekillendirmeyi eskiden beri çok severdi ancak şu haliyle yaşamaktansa tamamen kısalmasında sorun yoktu. Yüzünü arkasında bekleyen Başak’a dönerek, “Bundan daha komik görünebileceğimi sanmıyorum,” dedi. “Bu arada, o güzel sesinle bir şarkı söylemeni istesem, benim için bir şeyler mırıldanır mısın?”
Genç kız sustu. Türker, onun sessizliği ve al al olan yanaklarından utandığını anlayabiliyordu. Bu haliyle çok hoş görünüyordu. Onun çevresindeki kadınlar, utanma duygusunu pek bilmezdi çünkü. Cesaret vermek adına, “Hadi ama! Sadece aklına ilk gelen şarkı hangisiyse onu söyleyebilirsin,” dedi. “Hem böylece ikimizde, huzur veren sesin sayesinde rahatlayabiliriz. Sonuçta her zaman bir amatöre saç kestirmiyorum. Benim psikolojimi de düşün.”
Başak belli belirsiz tebessüm etti. “Tamam, ama arkanı dönmelisin,” dedi. “Böyle yüzüne bakarak söyleyemem ki”
Türker, arkasını döndüğünde genç kızın aklına ilk gelen şarkı, Yaşar’ın Onun Vedası isimli şarkısı oldu. Çocukluğundan beri çok severdi bu parçayı. Abisi evlenip Avustralya’ya gitmeden önce, Yaşar’ın şarkılarını çok sık dinlerdi. Özellikle de içlerinden “Onun vedası”nı. Bu şarkının, abisi için bir anlamı olduğundan emindi fakat o anlamın ne olduğunu hiçbir zaman öğrenememişti.
“Bekliyorum!”
Genç adamın uyarısıyla çocukluğuna yaptığı kısa gezintiyi yarım bırakıp şarkıyı mırıldanmaya başladı.
Çok mu kolay bu son demesi/ Vermiyorum ki son nefesi
Ellerin eskisi gibi beyaz mı/ Bana bunları o ellerle mi yazdın
Ah yeniden başlamalı dersen/ Zaman daha yavaşlamalı dersen
Beklemek eskisi gibi kolay mı/ Zaman geçmiyor zaman yalan mı?
Yine karşılaşırız, Dünya küçük aşkın büyük…
Başak, şarkıya ruhunu katarak seslendirirken ortamı telefonun çalan melodisi bozdu. Arayan kişi, annesi Nihal’di. Kadının telefonun ucunda bile olması, elinin ayağının titremesine sebep oldu. Acaba eve gelip onu bulamamış olabilir miydi? Hastane çok uzak değildi, belli olmazdı. Türker’e sessiz olmasını işaret ederek yanıt verdi. “Efendim anne.”
“Öğleden sonra dört gibi geleceğim. Akşam mevlit var, dayınlara gideceğiz. Giderken götürecek bir şeylerde yap.”
O gün, Başak’ın anneannesinin ölüm yıl dönümüydü. Genellikle her yıl o tarihte yemekli mevlit yapılır, yakın akrabalar bir araya toplanırdı. “Tamam. Hazırlanırım.”
Telefonu kapattığında ona meraklı gözlerle bakan Türker’e, annesinin neden erken geleceğini anlattı. “Benim eve gitmem gerekiyor. Bugün sana arkadaşlık edemeyeceğim, üzgünüm. Evde halletmem gereken bir dünya işim var.”
“Ya saçım?”
Genç adamın sorusuyla gülümsedi. Yanında getirdiği aynayı ona çevirerek, “Bitti bile,” dedi. “Banyoyu kullanabilirsin, sıcak su var. Duş için sabun ve banyo havlusu getirdim. Sakal tıraşı olmak istersen jilette getirdim. “
Aynada kendini izleyen Türker, son görüntüsünden memnundu. Sadece o da değil bu halini Başak’ta beğenmişti. Kısa saç; sakalları çıkmakta olan yüzünü ortaya çıkartmış, çok yakışmıştı. Beğenildiğini anlamasın diye genç adamdan bakışlarını hemen kaçırdı. “Gitmeden önce abimin kıyafetlerinden bulayım. Kusura bakma, sana göre biraz genişler ama kirli kıyafetlerden iyidir.”
Başak yan odaya girdiğinde Türker’in gülümsemesi genişledi. Bu kızın enerjisi inanılmaz derecede güzeldi. Tıpkı yüzü gibi. Onun yanında hayatında olmadığı kadar rahat ve huzurluydu.
Eve giden Başak, aklı Türker’de kalsa da evin işlerini bitirdi. Mevlit için iki tepsi revani, biraz da kurabiye yaptı. Son olarak duşa girdi. Banyodan çıkıp, hazırlandığında annesi geldi. Kadın kızının yaptığı tatlılara bakarak, “Ben banyoya giriyorum. Çıkınca gideriz,” dedi. Hazır annesi banyoya girmişken hemen bir tabağa kurabiyelerden koydu. Tatlıdan da almak istedi fakat fark edilir diye onlara dokunamadı. Hızlıca Türker’in olduğu binaya gitti.
Genç adam, kız içeriye girdiği an hafızasında bir ay öncesi canlandı. Başak’ın giydiği elbise, kumar oynadığı gece gördüğü kızın üzerinde bulunan elbisenin başka bir rengiydi. Model aynıydı. Duruşu, fiziği, tıpkı ona benziyordu. Bu olabilir miydi? O gece yüzünün yanlarından göğsünün üzerine dökülen uzun saçları nedeniyle kızın yüzünü görememişti. Gerçi, neye benzediğini merak bile etmemişti. Şimdi pişmandı. Bakmış olsaydı, emin olabilirdi.
Yeni tıraş olmuş Türker’in ipeksi tenine bakarken Başak’ın kalbi titredi. Günler geçtikçe ona daha çok alıştığını ilk kez o an fark etti. Bu duygu canını sıktı. Bu kadar kısa bir sürede bu denli alışmak, normal değildi. Gittiğinde düşeceği boşluğu düşünmek istemiyordu. Kaçan keyfiyle “Sana atıştırırsın diye kurabiye getirdim,” dediğinde Türker’in tuhaflaşan bakışlarını gördü. “Sen iyi misin?”
Genç adam konuşmadı. Konuşamıyordu. Ses vermek yerine, içindeki şüpheyle Başak’a yaklaşıp aniden topuz yaptığı saçındaki tokayı çekti. Beline kadar inen saçları, omuzlarından döküldüğünde genç kız şaşırdı. Daha önce onun böyle garip davrandığını hiç görmemişti. Neden suratını astığını anlayamıyordu. Ta ki Türker’in önüne geçip sırtını kapatan saçlarını elleriyle ön tarafa alarak göğüslerinin üzerine dökülmesini sağlamasına kadar. Ardından yan tarafına geçip, “O gece ki kız sendin,” dediğinde dondu kaldı. Tanımıştı. Ne cevap vereceğini bilemezken aklına banyodaki annesi geldi. “Gitmem gerekiyor.”
Başak, hayatının şoklarından birisini yaşayarak, kapıya yöneldiğinde Türker, kolundan tutup onu kendine çevirdi. “Sendin!”