3. Bölüm "HATIRLAMIYORUM"

2019 Words
Sebebini direkt sorarsa annesinin şüpheleneceğini biliyordu. Gülümsemeye çalışarak duvardaki saate baktı. “Sen de erkencisin. Normalde bu saatte gelmezdin.” “Personel sayısıyla ilgili sıkıntı var. Öğlen tekrar gideceğim. Şimdi yatmam gerekiyor.” Aldığı cevapla sevinçten çığlık atmak istese bile kendinden beklenmeyen bir soğuklukla “İyi uykular,” dedi. Böylece annesi gider gitmez kendisi de yaralının yanına dönebilecekti. Artık bahane aramasına gerek kalmamıştı. Sıradan bir günmüş gibi öğlene kadar evin günlük işlerini yaptı. Aralarda kızlarla yazıştı ve yazışmaları, annesinin görebilme ihtimaline karşı sildi. Bütün bu süre boyunca, aklında hep ardiyedeki adam vardı. Acaba ateşi çıkmış mıydı? Ağrıları var mıydı? Daha da kötüsü uyanmış olabilir miydi? Tahminlerle, olasılıklarla diken üzerinde oturuyormuş gibi geçen vakitten sonra annesinin odasından gelen sesi duydu. Telefonun alarmı çalıyordu. Saçını taramayı bırakıp kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa koştu. Buzdolabından çıkarttığı kahvaltılıkları masaya yerleştirirken annesi mutfağa gelip masaya oturdu. Onun yüzündeki yorgun ifadeyi görebiliyordu. Nöbet dönüşü beş saat uyumak, belli ki yeterli gelmemişti. Yorum yapmadan çayı bardağa doldurdu. İkisi de konuşmuyordu. Sessizliği bozan ise annesinin sözleri oldu. “Sana, daha kaç defa şu saçlarını topla diyeceğim!” Açık bıraktığı saçlarını, bileğine taktığı lastik tokayla topladı. “Özür dilerim.” Yirmi dört yaşındaydı. O güne kadar sadece taramak için saçlarını açar sonra tekrar toplardı. Hep merak etmişti. Annesinin saçlarıyla alıp veremediği neydi? Bunun sebebini bilmek isterdi ancak sormaya cesaret edemezdi. “Ne pişiriyorsun?” Annesinin sorusuyla bakışlarını ocakta kaynayan tencereye çevirdi. “Midemi üşütmüşüm. Kendime şehriye çorbası yaptım.” Kadın cevap vermedi. Karnını doyurup formasını giymek için odasına gitti. Başak, eli yüreğinde, annesinin gitmesini bekliyordu. O kapıdan çıkınca mutfağın penceresine koştu. Perdeyi aralayıp gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı. Sonra hemen büyük bir kâseye çorba koydu, yanına bir parça ekmek aldı. Birkaç dakika içerisinde ardiye olarak kullandıkları odanın kapısındaydı. İçeride onu neyin beklediğini bilmediğinden nefesini tuttu. Adam, uyanmış olabilir miydi? Çekinceleri sebebiyle, üç beş dakikalık bekleyişin ardından cesaretini toplayarak içeriye girdi. Yaralı adam, sabah bıraktığı gibi yatıyordu. Elindeki tepsiyi yere bırakıp yanına yaklaştı. O an sayıkladığını duydu. “Bunu yapamam,” diyordu sürekli. Sonra alnında biriken terlerin şakaklarından aktığını fark etti. Yüzü, kırmızının en koyu rengiydi. Ateşi yükselmişti. Bunu anlamak için ne ona dokunmak gerekiyordu ne de vücut ısısını ölçmek. Hemen Yelda’yı aradı. Beş dakika içerisinde önce Yelda, sonra haberi alan diğer kızlar teker teker geldiler. Başak suçluluk duygusuyla bir köşede onları izlerken arkadaşları, ağrı kesici ve ateş düşürücü etkisi olan ilacı adama içirdiler. Yelda, neredeyse ağlamak üzere olan Başak’a seslendi. “Abinin kıyafetlerinden varsa getirsene, terden sırılsıklam olmuş.” Genç kız, diğer odaya koştu. Annesi; abisi Avustralya’ya yerleştikten sonra sadece mobilyaları değil, kalan giysilerini de bir hurcun içine yerleştirip bulundukları binaya taşıtmıştı. Aslında, onlar burayı ardiye olarak kullansa bile normalde iki odalı, küçük bir evdi. Eğer abisi yurt dışına gitmek yerine bulundukları ilçeden birisiyle evlenseydi, eşiyle burada yaşayacaklardı. O nedenle yaptırılmıştı. Başak, bulduğu pijama takımıyla geri döndüğünde, genç adamın üzerindeki örtüyü açtılar. Vücudu yara bere içerisinde olmasına rağmen kusursuz görünüyordu. Genç kızın yanaklarını ateş basarken Gamze gülmeye başladı. “Kitaplarda anlatılan, şu Adonis kaslı erkekleri hep merak etmişimdir,” dedi. “Abi bizimkiler erkekse bu ne yahu?” Gamze’nin yorumuna karşılık Yelda, “Hayret bir şeysin Gamze!” dedi. “Koyun can derdinde, kasap et derdinde. Sen, adamın bilmem ne kaslarını boş ver de ateşi düşmezse ne yapacağız, onu söyleyin kızlar. Bu böyle olmaz, hastaneye götürmemiz gerekir.” Arkadaşının hastaneden bahsetmesiyle Başak’ın rengi attı. Ama Yelda’nın haklı olduğunu bildiği için sesini çıkartmadı. Onu kurtarmaya çalışırken sebebi olmaktan ilk defa korktu. Neyse ki korktukları gibi olmadı. Yarım saat içerisinde genç adamın ateşi yavaş yavaş düşmeye başladı. Durumu normale dönmeye başlayınca, önce işten izin alan Gamze ve kayınvalidesine davetli olan İpek gitti. Ardından annesi aradığı için Yelda’nın gitmesi gerekti. Başak, yaralıyla yine baş başa kalmıştı. Cam kenarındaki sandalyeye oturup, dışarıyı izlerken kısık sesle çok sevdiği bir şarkıyı mırıldanmaya başladı. Geçmişin yükü şimdi toz duman Bembeyaz defterim, her sayfam Sen benim alın yazımsın, tamam Silmeye ne mecal ne derman O, şarkıyı mırıldanmaya devam ederken genç adam, tepki veremese de karanlık dünyasında onu duyabiliyordu. Önünü görmediği zifiri karanlıkta, uzaklardan gelen sese yürüyordu. Bildik bir şarkıyı, bilmediği birisi tüm içtenliğiyle söylüyordu. Her kelimesinde acı, keder ve umutsuzluk vardı, hissediyordu. Sanki kaybedilen sevgilinin arkasından yakılan ağıtmış gibi. Kimdi bu? Ve neden bu sesin sahibini bulmak için çabalıyordu. Genç adam, ne söylediği tam olarak anlaşılmayan sayıklamalarıyla kıpırdanınca, Başak şarkıyı yarım bırakıp yanına koştu. Ateşini kontrol etmek için elinin tersiyle alnına dokundu. Tam bu anda yaralı, boğuluyormuş gibi nefesini sesli bir şekilde içine çekerek gözlerini açtı. Başak korktu. Panikle elini geri çekti. “İyi misin?” dedi sesi titreyerek. Genç adam, Başak’ın sorusuna cevap vermeden gözlerini tekrar tekrar açıp kapattı. Başta puslu gören gözleri, yavaş yavaş netlik kazandığında ona merakla bakan kızı gördü. Hem merak hem korku doluydu bakışları. Başındaki ağrının şiddetine rağmen nerede olduğunu anlamak ister gibi odada göz gezdirdi. Çevresinde gelişi güzel yerleştirilmiş eşyalar vardı. Ahşap çeyiz sandığı, paslı bir sandalye, duvara dayalı halı, eski buzdolabı… Depo gibi kullanılan bir yerdeydi. Başak’a bakarak, “Neredeyim ben?” dedi. “Burası neresi?” Genç kız, onun kendisini tanımadığını anladı. Zaten, o gece yüzüne dahi bakmamış birisinden ne bekliyordu ki. Bu duruma içerlese de bir ay öncesinden bahsetmedi. Belki de acınası halini hatırlamaması daha iyiydi. Hem ne diyecekti? Bak, önce sen benim hayatımı kurtardın, şimdi de ben senin. Ödeştik mi, diyecekti. Kafasının içindeki sesleri duymazdan gelerek, “Seni yolda bulduk. Baygındın,” dedi. “Şu an Karaisalı’da, benim evimdesin. Daha doğrusu, ardiye olarak kullandığımız odalardan birisindesin.” Genç adam, ağrısı şiddetlenen başı yüzünden doğrulmaya çalıştığında bacağındaki sızıyla inledi. Başak, onun kıpırdamaması için elini bacağının üzerine bastırmadan koydu. “Hareket etme, bacağında kırık olabilir. Seni yolda öyle bulunca aklımıza başının belada olabileceği geldi. Seni bu hale getirip orada ölüme terk edenler, tekrar bulurlar diye hastaneye götürmedik.” Genç adam, Başak’ın sözleriyle durdu. Ne diyordu bu kız, anlamıyordu. Başına ne geldiğini hatırlamaya çalışırken onun sorusunu duydu. “İsmin ne? Üzerinden kimlik ya da başka bir şey çıkmadığı için yakınlarını arayamadık.” Sustu. Cevap vermek yerine, hafızasını zorlayarak bir gün öncesini düşündü. 1 GÜN ÖNCE Babası, yüzüklere bağlı olan kırmızı kurdeleyi kestiğinde iki tarafın aile yakınları, yeni nişanlı çifti coşkuyla alkışladı. Hayatında ilk defa, kendi isteği dışında bir karar vermişti. Üstelik bu karar bütün hayatını etkileyecekti, biliyordu. Gönülsüzce büyüklerin ellerini öpmeye başladıklarında, kalbi neredeyse patlamak üzereydi. Onu tanıyan herkes, ne kadar isteksiz olduğunu anlayabilirdi. Fakat işlerine gelmediğinden kimse umursamıyordu. Annesi, nihayet katıldığı toplantılarda yanında gezdirebileceği, hayalindeki gibi bir gelin adayı bulmuştu. Babası, bu evlilik sayesinde göğsünü kabartarak oğlunun yapacağı evlilikle övünebilecekti. Tebrikler bitip düğün tarihi üzerinde konuşulmaya başlandığında halası yanına yaklaştı. “Oğlum, zor olduğunu biliyorum ama azcık gülümseyemez misin?” Genç adam, dişlerini sıkarak kuzenlerine parmağındaki yüzüğü gösteren, estetik harikası nişanlısına baktı. Kaldırılmış burnu, şişirilmiş dudakları, berbat görünen dövmeli kaşı, ben silikonum diye bağıran memeleri… İçinden, Allah bilir daha nereleri yapmadır, dediği anda gözleri, kızın yürümekte zorluk çektiği, yüksek topuklu ayakkabılarına takıldı. Göğüs dekoltesi abartı olan, dar, mini elbisesiyle baston yutmuş gibi kendine doğru yürüyen bu kızla bir ömrü beraber geçirmeyi düşünmek bile tüylerini diken diken ediyordu. Halasına, “İşte yürüyen kâbusum geliyor,” dediği sırada Mahperi yanında durdu. “Türker, bir selfie istiyorum.” Nişanlısının, dudaklarını büzüştürerek istediği şey yetmezmiş gibi bir de yanına sokulup, başını yüzüne yaslayarak telefonun ekranını havaya kaldırmasıyla, içinden ya sabır çekti. Annesi, babasının hasta olduğunu ve son günlerinde, onu mutlu etmek için çok istediği bu evliliği gerçekleştirmesi gerektiğini söyleyerek baskı yapmıştı. Annesine göre bunu ailesine borçluydu. Çünkü ultra lüks bir hayatı ona sunan babasının en büyük arzusunu yerine getirmek, oğlunun göreviydi. Hangi baba çocuğunun yuva kurduğunu, dünya gözüyle görmeyi istemezdi. Sırf ailesi mutlu olsun diye kendini bile isteye ateşe atmıştı. Düğün tarihi kararlaştırılıp saatler gece yarısına yaklaştığında kız evinden ayrıldılar. Eve dönüş yolunda, ne arabayı kullanan Türker ne yanında oturan halası ne de arka koltuktaki amcası, annesi ve babası konuşmuştu. Sessizce geçen yolculuk sonrası eve geldiklerinde genç adam kapı girişinde durdu. “Siz inin, ben arabayı park edeyim.” Babası, arabaya yaklaşan korumaya bakarak itiraz etti. “Oğlum adamlar var. Sen niye park etmekle uğraşıyorsun?” Genç adam dinlemedi. Yolda herkes sussa bile nişan mevzusunun evde açılacağını bildiği için o konulardan kaçınıyordu. Bunun içinde tek yol uzaklaşmaktı. Garaja girip arabayı park ettiğinde başını direksiyona yasladı. Ne yapıyordu böyle? Bu kendisi değildi. Acaba açık açık Mahperi ile evlenmek istemediğini, onu sevmediğini söylese babası anlayışla karşılar mıydı? Belki de karşılardı. Fakat konuşmak için çok geç kalmış, yüzükler takılmıştı. Sonuçta çocuk oyuncağı değildi bu. Zaman kazanmak için bahçede biraz oyalanıp içeriye girdi. Ortalıkta kimse görünmüyordu. Tam o akşamlık nişan ve söz muhabbetinden yırtığını düşündüğü sırada salondan gelen sesleri duydu. Halası, annesine kızıyordu. “Sırf menfaatin için yaktın çocuğu. Ne kadar mutsuz olduğunu görmedin mi?” Annesinin vereceği cevabı duymak için kapıya yaklaştı. “Ne saçmalıyorsun Belgin! Her şey onun iyiliği için. Yarın öbür gün koluna ne olduğu belirsiz bir kız takıp getirse, daha mı iyi olacaktı? Mahperi’nin aslı astarı belli. Seçkin bir ailenin kızı. Şimdi sevmiyor olabilir ama nikâhta keramet vardır. Zamanla alışıp sever, merak etme.” Annesinin sözleriyle halasının daha da sinirlendiğini görebiliyordu. “Babasının hasta olduğunu söyleyip onu kandırdın! Üstüne birde böyle saçmalıklarla kendini mi kandırıyorsun?” Türker, duyduklarıyla şoke oldu. Öfkeden yumruklarını sıkarak içeriye girerken annesine, “Bana yalan söyledin,” dedi. “Sırf o aptal kızla evleneyim diye babamı kullandın!” Oğlunun suçlamasıyla neye uğradığını şaşıran kadın inkâr etti. “Hayır, yalan söylemedim! Baban…” Genç adam, annesinin konuşmasına fırsat vermeden sözünü kesti. “Bana, bunu yaptığına inanamıyorum. Gerçekten bu kadar ileri gittiğine inanmak istemiyorum.” Halası, “Oğlum!” derken onları dinlemeden kapıya yöneldi. “Birkaç gün sakın beni aramayın!” dedi. “Yalan söylemekte üstünüze yok nasıl olsa. Babama da gerekli açıklamayı uydurursunuz.” Elindeki şişelerle kendini dışarıya attığında yerinde duramıyordu. Öz annesi tarafından kandırılmıştı. Yaptığı duygu sömürüsüyle istemediği bir kızı, az daha hayatına alacaktı. Bağırmak, önüne çıkan ne varsa yakıp yıkmak istedi. Bir an önce uzaklaşmalıydı, aksi halde kendine hâkim olamayarak eve dönebilirdi. Doğruca arabasına gitti. Korumalar onu takip etmek için hareketlendiğinde durdurmak için elini kaldırdı. “Yalnız gitmek istiyorum. Gelmeyin!” Arabayı çalıştırdığında nereye gideceğini bilmiyordu. Sadece gaza basıyordu. Aklından sürekli yüzüklerin takıldığı an, insanların sahte gülümseyişi geçiyordu. Amaçsızca yol alırken kendini Çatalan Köprüsü’nün girişinde buldu. Boğazını sıkan kravatı çekip camdan dışarıya savurdu. Köprünün ortasına geldiğinde ise durdu. Çevresinde sadece balıkçılar ve ellerindeki bira şişeleriyle sohbet eden insanlar vardı. Arabadan inip korkuluklara yaklaştı. Parmağındaki yüzüğü çıkartıp, düşünmeden karanlıkta kalan Seyhan’ın sularına fırlattı. Artık prangalarından kurtulmuştu. Ama neden kendini özgür hissetmiyordu. Çevresindeki insanların bakışlarından neden bu kadar rahatsız oluyordu. Yalnız kalmak, kimseyi görmek istemiyordu. Tekrar arabaya binip ıssız bir yer buluncaya kadar sürdü. Sonunda kimsenin olmadığı, sessiz bir yer bulmuştu. Yanındaki koltukta duran şişelerden birisini alıp dışarıya çıktı. Müziği bile açmamıştı. Mantıklı düşünmeye, başındaki beladan kurtulmanın yolunu bulmaya ihtiyacı vardı. Kimsenin kalbini kırmadan bu işin içinden nasıl sıyrılabilirdi. Arabanın kaputuna oturup özellikle babasını üzmeden yüzüğü nasıl atacağını düşünürken bulunduğu karanlık yere yaklaşmakta olan arabanın farıyla aydınlandı. Ortamı bozan sadece far olsa iyiydi. Birde yüksek sesle ortalığı yıkan müzik, bozuk olan sinirini daha da bozdu. On metre kadar uzağında duran aracın içinden beş adam indi. Küfürlü konuşmalarından, muhabbetlerinden kafalarının iyi olduğu belliydi. Kapıldığı öfkeyle dişlerini gıcırdatarak onlara baktı. O an onlarda genç adama bakıyordu. Eliyle işaret yaptı. “Birader, müziği biraz kısar mısınız?” Önce müzik kesildi, ardından kalabalıktan birisi konuştu. “Hayırdır kardeş! El kol hareketi yapıyorsun!” Adamların tiplerinden ve şivelerinden pek düzgün birileri olmadıkları belliydi. Gece gece onlarla sürtüşmek istemediğinden, “Müziğin sesini diyorum, biraz kıssanız,” dedi. Cevap vermediler. Kısa bir an, kendi aralarında anlaşılmayacak şekilde konuştuktan sonra içlerinden ikisi yanına geldi. Adamlardan biri karşısında durdu, diğeri ise arabasını inceleyerek çevresinde dolandı. “Vay be makinaya bak!” O arada yanında beliren adam, “Ne ayaksın oğlum? Öyle elini kolunu falan sallıyon! Or*spuya benzer halimiz mi var am*na koyim?” dedi. İşte bu sözler, Türker’in tepesini attırdı. “Nereden geldiniz oğlum! Bir s*ktirin gidin başımdan.” Her şey o anda olmuştu. Üzerine çullanan grubun arasında, hiç şansı olmamıştı. Kendisi de çok iyi dövüşürdü. Hatta birinin çenesini, diğerinin burnunu kırdığına emindi. Fakat bire karşılık beş kişilerdi. En son hatırladığı, arkasından başına aldığı darbeyle bütün ışıkların sönmesiydi.. Bir gece öncesini hatırlayan genç adam, ondan cevap bekleyen Başak’a, “İsmimi hatırlamıyorum,” dedi. “Bana ne oldu bilmiyorum.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD